30 Ekim 2012 Salı

..devam


*Sen al bunu böyle tut bir süre....diye başlayan hikayenin son bölümüdür...

Aynı yağmurluğu mu giyiniyorlardı? Of kafası iyice karışmıştı. Çalan telefonuna baktı. Nejla arıyordu. En yakın arkadaşı ve o telefonu açmayacaktı. Dolup taşan mesaj kutusunu da kontrol etmeyecekti, Maillerini de ve hiçbir telefonu cevaplamayacaktı. Onu durdurmaya yönelik, ondan vazgeçmesini isteyen herkese karşı en azından birkaç saatliğine bir duvar örmüştü kendince.
Aynı yağmurluktu. Kafası allak bullak olmuştu tabii de, bunu o gözlerini dikmiş, kolonun yanından kendine bakan garsona çaktırmaya hiç niyeti yoktu. Eliyle işaret etti, bir kadeh daha şarap istedi. Aslında en başından bir şişe veya galoun istemesi yerindeydi.
"Neyse" dedi.
Çantasının içindeki dev kutuyu ona nasıl vereceğini hiç hesap etmemişti. Gazeteci olmayı hiç hesap etmediği gibi veya modern dansa yazıldığında, suratına hayretle bakan annesine anlatacak bir hikayesinin olmaması gibi veya guaj boya kursuna ve bağlama kursuna gitmeye karar verdiğinde ve diğerleri.
"Maymun iştahlısın"
"Ee"
"Daha ne olacak, insan biraz mantıklı düşünür"
"Senin gibi mi?"
"Ne varmış bende"
"Onu diyorum işte, hiçbir şey"
Annesinin onu eleştirmesenden nefret ederdi. Bunu bazen o da yapmıyor muydu? Olsun varsın, kimse mükemmel değildi, çoğu zaman ona destek oluyordu. Bu yeterdi. Böyle bir zamanda her şeyiyle birine destek olacak birini bulmak kolay birşey miydi?
"Kendi şahsına münhasır bir yazar" demişti gazetedeki yazı işleri müdürü onunla ilgili.
"Biraz zor biridir ama doğru soruları sorarsan, istediğin cevapları alabilirsin" demişti tanışmalarına vesile olan o röportaja gitmeden önce. Bir de huysuzluğunu mazur görmesini söylemişti. Peki bunca yıldır bunu yapabilmiş miydi gerçekten, yoksa annesinin dediği gibi gerçeklerden kaçınarak mı ogünlere gelmişti?
Şimdi kendi kendine bu türlü soruları sormanın zamanı değildi. Çantası biraz daha ağırlaşmıştı sanki. Doğru karar mı vermişti? Tereddüt etmesi yersizdi, tabii ki doğru karar vermişti.
Tekrar çalan telefonuna baktı, Nejla ne kadar da ısrarcıydı. Neyse dedi.
Bunu cevaplayacaktı.
"Söylecek iyi birşeyin vardır diye düşünüyorum Nejla" dedi.


Gelmemişti.
Saatini bir kez daha kontrol etti. Tüm masalara tekrar tekrar baktı ve bara. Dar saten yelekli garson bir kez daha ona yaklaşmaya teşebbüs etti. Şaşkınlığını gizlemenin pek bir yolu yoktu anlaşılan.
"Nerede beklemek istersiniz?"
Beklemekten bahsetmiş midi?
"Fark etmez" dedi ve bir kaç metre ilerisindeki iki kişilik masaya yöneldi. Yıllardır giyindiği emektar yağmurluğunu çıkardı. O bu yağmurluktan nefret ederdi. Cebindeki cep telefonunu son bir kere kontrol etti. Hayır hala kimse aramamıştı. Son arananlardan ismini buldu, bir daha denedi.
Tam beş dakikadar üçüncü denemesiydi ve telefonu hala kapalıydı. Mail kutusu yanıp duruyordu. Mailleri kontrol etme zamanı değildi tabii.
Şimdiye kadar hiç geç kalmış mıydı? Hiç sanmıyordu. Buluşacakları yere her zaman erkenden giden o olurdu. Dakik olmaya her karar verdiğinde bile ondan önce oraya varmayı başaramazdı bir türlü. Ama bir kez bile surat asmamıştı kendine. Yalnızca bir kaç arkadaş toplantısında küçük küçük değdirmeleri hariç. Zaten onu o yapan bu özelliğiydi. Soğuk kanlı, heyecanını kolaylıkla bastıran ve hep düzenli. Kendiyle ilgili olan pek çok şeyin zıttı gibi, onu öyle kendine zıt olduğu için mi en çok sevmişti yoksa o sınırsız şevkatinden dolayı mı bilemiyordu tabii. Yalnızca aşk, çok hesap edilebilir birşey değildi. Aşk öyle hiç ummadığı bir zamanda sinsice yaklaşan bir hastalık gibi sarmıştı bedenini. O gün, üç yıl önce o bar taburesinde onu ilk gördüğünde. Hayatında kimseyi öyle sevmediğini hissetmek ne kadar zorsa işte, o kadar zor olacaktı onu kendi eliyle itmesi insanın. İnsan olmayı tekrar hatırlamak için veya sonu gelmeyen bir kavgayı bitirmek için değil tabi, artık zaruri bir şey olmuştu bu ayrılık Selim'in hayatında ve bazı şeylerin hesabını vermeye imkan yoktu tabii.
Ya Murat için ne demeli? Hiçbir şey. Murat için denebilecek hiçbir şey yoktu çünkü. Murat bu dar alanda hareketsiz kalandı. En azından onun bildiği kadarıyla öyle.
Az önce kendi söylememiş miydi? Aşk öyle hiç ummadığı bir anda yakalamıyor muydu insanı? Tabii doğru.
Onları her bir araya getirdiğinde gözlerinde gördüğü şey aşk değilde neydi peki? Murat yakın bir arkadaşı, en yakınlarından olmasa da, hatırı sayılır bir muhabbetleri vardı. İnsan kaynakları uzmanı arkadaşı, o iyi konuşmacı, zehir akıllı Murat, onu her yanında gördüğünde dili dolanıyordu. Bunu nasıl da bu kadar geç fark edebilimişti? Hayır aslında geç fark etmemişti. İlk gün o iş toplantısı için buluştuklarında masanın iki ucundan göz ucuyla bakıştıklarını fark etmişti. Her söz alışlarında birbirlerini ne kadar dikkatli dinlediklerini de, o sıkıcı iş toplantıları gelmeye ne kadar gönüllü olduğunu ve her gelmediğinde Murat'ın onu nasıl sorduğunu da.
Şimdi çekilme sırası kendindeydi. Aşk olduğu halde, o çünkü asla bunu itiraf edemezdi. Vicdani birşeydi. Onunla alakalı ve doğru olmayan. Aslı vazgeçmezdi, çekip gitmezdi. O yüzden kendi eliyle yollaması gerekecekti. Aşık olduğu kadını başka bir esaret için özgür bırakacaktı.
"Ne kadarda ironik"
"Pardon"
"Ah pardon size demedim, sanırım dalmışım"
Kadın gülümsedi, hayret acaba ne kadar zamandır oradaydı ve ona bakarak mı konuşmuştu? Hiç hatırlamıyordu.

"Biliyor" dedi Nejla.
"Neyi?"
Anlamıştı tabii de nasıl öğrenmişti. Hiç hazırlık yapmamasına rağmen nasıl fark edebilmişti.
"Yani, nerede şu anda"
Bilmiyormuş. Bu ne demekti? Hem biliyor olması hem de oraya gelmemesi ne demekti?
Biliyordu.
"Ne olacak şimdi", kendine ne olacağını değil ama nasıl durması gerektiğini otomatik tüfek gibi ardıardına sıralayan Nejla'ya
"Sana sormamıştım" dedi. Hakikatten, ne olacaktı şimdi? Artık bu aşamaya geldikten sonra nasıl gidecekti. Ayrıca bu kadar yüreksiz olabilir miydi? Sinirlenmemesi lazımdı ama oraya bile gelmemişti. Kendiyle yüzleşmemişti, eğer istemiyorsa da ona söylememişti. Aslında çok iyi hatırlıyordu onu defalarca yüreklendirmişti, biraz da o yüzden.
"Onun yüzünden diye onun arkasına saklanma Zeynep, sen bu sorumluluğu taşıyacak yaştasın" annesi öyle bir çıkışmıştı ki ona. Küçük kardeşini bisikletin arkasına bindirdiği için de, onu yokuş aşağı sürdüğü için de, bir ağaca tosladıkları için de kızmıştı. Ne olacak ki, ufak bir diz yarası, kabuk bu hemen düşer ya.
"Onun yüzünden" demişti sırf korktuğu için. Halbuki o risk almasını her zaman bilirdi, severdi.
Şimdi yine o ağaca toslamış gibi hissediyordu. Tuhaf.
Biraz da yük mü kalkmıştı üstünden?
Biraz.
İçinde büyük bir boşluk olmamış mıydı acaba, yoksa her şey daha çok mu yeniydi?
Bir önemi yoktu tabii.
"Ne kadar da ironik"
Pardon dedi, yan masada oturan adamcağız kendiyle mi konuşuyordu. Onun deli gibi kendi kendine söylendiğini mi fark etmişti yoksa.
Adam gülümsüyordu. Dalgın bir adamdı her halinden belli. Zeynep de gülümsedi. O da mı birini bekliyordu.
Tabii ki bekliyordu. Yoksa deli gibi orada tek başına koca masada oturmanın alemi neydi?

İkisi de önlerine döndüler. Selim az sonra hayatında ilk defa bir şeye geç mi kaldığını yoksa erken mi davrandığını çözmeye çalışıyordu.
Sıcak bir türk kahvesi bu sefer her şeye çözüm olabilir miydi?
Yan masaya döndü, o da kendi gibi yalnız görünüyordu.
Zeynep ondan önce davrandı, kendine doğru yaklaşan sevimsiz garsona
"İki acı türk kahvesi" dedi.

SON.

23 Ekim 2012 Salı

Devam:

Selim, dışarıda yağan yağmurun altında öylece dikildi biraz. Biraz sonra onun yanına gidecekti. İlk tanıştıkları kafede yarım saattir onu beklediğinden hiç şüphesi yoktu. İlk tanıştıkları gün de üzerinde aynı yağmurluk vardı ve yine yağan yağmurun altında dakikalarca taksi beklemiş, sonra umudunu kesince karşı kaldırımda onu sıcak bir ortama davet eden kafeye girmişti ve içeri girer girmez barda oturan o güzel kızla göz göze gelmişti. İkisinin de saçından damlayan su damlaları omuzlarının üstünden bar tezgahına ve zemine düşüyordu.
Saatine baktı, vücudu hareket etmesini engelliyordu. Şiddetine arttıran yağmura inat orada saatler geçirebilirmiş gibi hissediyordu. Saat iki buçuğa geliyordu. Yani tam yarım saat geç kalmıştı. Ne fark eder ki diye düşündü. Ne erken gitmesi, ne de zamanında hiçbir şey değiştirmeyecekti.
Aslında olacakları önceden tahmin etme, iyi bir öngörü sahibi olma gibi huyları yoktu. Hatta arkadaşları genelde onunla ters yönde dalga geçerdi. İddia oynarken bile onun söylediği ihtimallerin tersine para yatıran dolu tanıdığı vardı ve biri hakkında kötü bir şey düşündüğü zaman dünya iyisi, iyi bir şey hissettiği zaman da cehennem meleği çıkabilirdi.
O hariç demişti içinden ilk defa, bundan üç sene önce o gün kafede barın önündeki taburede otururken göz göze geldiklerinde bu sefer doğru birşeyler olduğuna neredeyse emindi.

Karşı kaldırıma geçti, kafenin önünde duruyordu. Ona tam olarak ne söyleyeceğinin provasını belki milyon kez yapmıştı. Yapmıştı da gerçekten karşısında tüm varlığıyla oturan ve tamı tamına üç yıldır aşık olduğu kadına, gözlerinin içine bakarken bunu nasıl söyleyecekti?

Barın arkasındaki kız elindeki havluyla kendine işaret ediyordu, dün gibi hatırlıyordu, gülümsüyerek bara doğru yaklaşmış, minnettar bir duyguyla havluyu alıp elini yüzünü kurulamıştı.
"Ne yağmur ama"
O ise yüzüne bakmadan gülümsemişti. Biraz cesaretlendirici biraz hayran edici bu hareketi sonrasında yan tarafta duran tabureyi, bugün bile hala düşündüğünde nasıl yaptığından emin olamadan, onun yanına doğru çekmiş ve iki şekerli türk kahvesi söylemişti.
İşin en zor kısmı ilk cümleyi kurmaktaydı. Ve asla şekerli türk kahvesi içmezdi, bu annesinin nasihatıydı,
'kadınlar kendileri gibi şekerli kahve içen erkeklere hayran kalır' demişti mavaldan, o da inanır gibi yapmıştı o hatırlayamadığı geçmişinde ve o gün o kafede ilk defa bunun işe yarayıp yaramayacağını merak ediyordu.
Az sonra iki fincan kahve kendi önünde bekliyordu. Parmağının ucuyla bir tanesini yana doğru yavaşça itip ve sanki hiçbir şey olmamış gibi önüne dönüp kahvesinden bir yudum almıştı.
"Gerçekten kırk yıl hatırı olduğuna inanıyor musun?"
Aslında kızın sesinde hiçbir ima yoktu, ama o kendi kişiliğinden ki inanılmaz şüpheci biriydi, bir süre sessiz kaldı.
"Bakış açısına bağlı"
Kız bu sefer gözlerini ayırmadan ona bakıyordu.
"Bakış açısı?"
"Yani bu sorunun sonunda bana kırk yıl hatır edeceğini düşünerek içmeyebilirsin ki kırk yılda yalnızca bir kere daha o da belki karşılaşabiliriz veya önümüzdeki kırk yılı düşünmeden yalnızca anın keyfine varabilirsin" demişti.
"Hala kahveden söz ediyoruz değil mi?"
Gülmemek elde değildi, evet dedi.
"Sade söyleseydin bari" dedi.
O anda hatırlamıştı, doğru ya acı kahve demişti annesi, nereden de tatlı diye aklında kalmıştı ki? Hafızasından nefret ederdi, işte o anda bunun için bir nedeni daha vardı. Kız hiçbir şey söylemeden kahvesinden bir yudum aldı, yüzünde memnun bir ifade vardı.
"Yan taraftaki binada bir iş görüşmesine gelmiştim" dedi, İstanbul'a yeni gelişiymiş bunu o gün öğrenmişti. İzmir'de üniversetiyi bitirdikten sonra bir süre çalışmış ve ona yetmeyeceğini anladıktan sonra en yakın arkadaşının da desteğiyle İstanbul'a taşınmaya karar vermişti. Moda'da yetmiş metrekare bir evde oturuyormuş. Dağınık ev arkadaşının arkasını toplamaktan hiç üşenmiyormuş. Hayatta öyle küçük ayrıntılara takılmamak gerek bile demişti. Bunu da babasından öğrenmiş. Pinpirikli annesine inat, babası o derece soğukkanlı ve mantıklı biriymiş. Zaten her şeyi de babasından öğrenmiş. En çok da sabırlı olmayı, akılcı davranmayı. Yeni avukatlardan işte. Mesleğinin tüm özelliklerini üzerinde taşıyordu yani. Şirket avukatlığını bir süre yaptıktan sonra kendi yerini açma hayalinden bile bahsetmişti ona, diğer hayallerinin yanında en çok gidip görmek istediği ülkenin Meksika olduğunu da söylemişti. Tampon bir bölge gibi, bazı şeylerin tarafsızlığını sevdiğini, bazı tarafın ilkelliğini ve en çok da riski sevdiğini söylemişti. Biraz uzaktan diye de eklemişti tabii.

Bu düşüncelerden sıyrılması gerekmekteydi, kafenin kapısını açtı, derin bir nefes çekmişti, az sonra havanın usul usul ciğerlerini terk etmesine izin verdi. Elleri yumruk, yanına yaklaşan garsona yardıma ihtiyacı olmadığını söyledi. Adamın üstündeki yelek biraz dar mıydı ne? O anda bile neye dikkat etmişti, kendine hayret etti ve ilerledi....

devamı gelecek...



Sen al bunu böyle tut bir süre, sonra da bırak gitsin..doğru zamanı sen zaten bilirsin..

Masanın altında tuttuğu parmaklarını kıtlattı, sonra aynı huzursuzluk duygusu ensesine doğru çıktı. Şöyle gerisin geri ayağa kalkıp ellerini en yukarı kadar uzatıp, boynunu iki yana, ağır hareketlerle çevirerek kıtlatmanın paha biçilmez keyfini sürmek mi dersin, yoksa? Boşu boşuna kafasını dağıtmaya çalışııyordu. Tam o sırada tedirginliği bir seviye daha artmış olan genç garson, ki gerçekten bıyıkları hala terlememişti, üzerine bir beden dar giyindiği siyah, saten yeleğin tek düğmesini yanlış iliklemiş olduğundan bihaber masaya doğru yaklaştı. Ve tüm kibarlığıyla "Bir kadeh daha" aslında bu sorunun altında, 'gelmeyen misafiriniz için bana boşuna sinirleniyorsuz, ve çekilir biri değilsiniz, bence yalnızlığa bir kadeh daha içmektense, tıpış tıpış eve.... ' gibi cümleler geçen o ifadesiz suratındaki tüm duygularını başarıyla gizliyordu. Bu da bir garsonluk yeteneği olmalı diye geçirdi aklından Zeynep. Annesinin koyduğu bu isminden de çoğu zaman nefret ederdi. Zeynepler hep güzel olurmuşmuş, sanki bilmiyordu tüm Zeynep Kamil'in kız bebeklerinin Zeynep olduğunu. Tüm hastanede doğan bebekler mi güzeldi? E o zaman neden herkes orada doğurmuyordu? Onca çirkin insan, yanlış hastanede doğdukları için mi, hilkat garibesi olarak yaşlanıp, öyle ölüyorlardı. İstediği zaman çok acımasız olabiliyordu. "Başım ağrıyor"
"Efendim?"
Eliyle size değil gibilerinden garsonu başından savuşturdu. Kendi kendine konuşma huyu stresli olduğunda biraz daha artardı, özellikle asansörlerde insanların onu kaçık gibi görmelerine neden olan bu tuhaf davranışı da, başka onlarca tuhaf davranışı gibi yenemiyordu. Söylenme kıvamındaki monologları onun için bir terapi gibi olmuştu. Annesine kızdığı zaman, onunla kavga ettiği zaman, işte birşeyler ters gittiği zaman, herhangi birşey veya biri onu sinirlendirdiği zaman, hiiiç fark etmez, başlardı kendi kendine konuşmaya.
'Adın gibi naif olmalısın'
'Hadi ya kim diyor?'
'Annen'
'Hadi anne, görüşürüz'
Hızlandırılmış tartışmalarında Zeynep hiç kendini yormuyordu ve asla annesinin ondan beklediği gibi naif biri olamazdı. O yüzden özellikle annesinin karşı çıktığı pek naif gazeteciğili kendine meslek olarak seçmişti. İyi ki de seçmişti, yoksa onunla başka ne şekilde tanışabilirdi ki?
Bir kere daha kucağındaki çantasını yan taraftaki sandalyeye bırakmaya teşebbüs etti. Geldiğinden beri bu ikinci denemesiydi, yine başaramadı. Sanki o çantayı yan tarafa bıraktığı anda dımdızlak ortada kalacaktı.
Hiç beğenmediği kırmızı şaraptan bir yudum daha aldı, şöyle eksperler gibi ağzının içinde dolandırdı, Meg Ryan'ın Fransız Öpücüğündeki gibi içinde hangi meyvaların, baharatların olduğunu tahmin etmeye çalıştı, bir kaç metre ilerisinde parlak yelekli garsonla göz göze gelinceye kadar. Hızla yuttu ağzında bir kaç saniyedir tuttuğu şarabı, zaten hiçbir şeye benzetememişti. Of bir yeşil efe yanına şalgam ne de iyi giderdi!
Çantasını biraz daha kuvvetle sıktı.Kalbi hızla çarpıyordu. Çantasından çıkardığı allık aynasından göz makyajına son bir kere daha baktı. Hiç de fena görünmüyordu. Ne şanstı, bazı Zeynepler gerçekten güzel oluyordu. Kendi kendine gülümsedi. Artık kapının önünde bir sigara içme vakti gelmişti.
Kapının gıcırtısını ta oradan, bilmem kaç masa geriden duyabilmiş olduğuna kendi bile inanamıyordu.Çaktırmadan ölçtüğü nabzı biraz hızlanmıştı. O yine doğru bir karar verip vermediğinden emin olmadan, o küçük çantasının içindeki dev kutuyu düşündü. Suat onu yeterince yüreklendirmişti. Suat en yakın arkadaşı, kardeşi olan insan ve Nejla, hayatındaki başının gerçek belası, kız kardeşten farksız olsa da gerçek bir belaydı ve teyzesi, anne yarısı, en güvenilir sırdaşı, arkadaşı ve o işte, o da ona yeterince cesaret vermişti. Klişeleri yıkmakta ne vardı ki? Çantasının içindeki kadife kutuyu bir kere daha kontrol etti. O ise emin adımlarla kendine doğru yaklaşıyordu bile..

devamı var:)

22 Ekim 2012 Pazartesi

Yarın günlerden Cuma ve planlarım

Eğer kaçırılmadıysa korku filmi festivaline uğranabilir, uğranamazsa kızlarla evde toplanıp, perdeleri sıkısın sıkı kapatıp Teksas Katliamı serisiyle işe başlanabilir
Yine sevdiklerinden üçü beşiyle öğlenleri türk kahvesi, sigara keyifi, dedikodular; benim erkek arkadaşım, yok onun kocası, yok hayalindeki adamı, yok peşine takılanlar hakkında.. bildiğin klasik kadın muhabbeti
ve kesinlikle aksatmadan devam edeceğim spor programım, arka kol ve üst bacak çalışmaları
Akşam yemekleri yine arkadaşlarımla ve bir kaç şişe bira
Bir gün alış veriş merkezinde koltuk bakmaca, yeni düzenlediğim odam için yere yakın, oturma bölümü geniş, kenarlarına yastık sıkıştırabileceğim...
Sevgilim Kaş'taki tekneden dönüp gelirse eğer, artık o düşünsün biraz da:)
Kışlık çizme bakmaya gidilebilir..
Aile şehir dışına yollanabilir, anne tarafı neredeyse kesin de, baba biraz sürüncemede:(
Bir de sangria içmek istiyorum ben ve iki yıldır elime yapışan kitabımın redaksiyonu üzerinde durmam lazım.
Ayrıca E.Temelkuran'dan Muz Sesleri tekrar okunacak
Bir kaç sinema notları..
Hava hafif soğuk olabilir, böyle omzumda hırkam boynumda herhangi renkte bir şal, ayaklarımı önümdeki diğer sandalyeye uzatmışım, nerede olduğumun hiiiiç önemi yok, sohbeti hoş, kafası hoş, bir kaç kişi olsun yanımda, heyecanlı heyecanlı biraz konuşalım,sonra biraz etrafa bakınalım, etraf hakkında konuşalım, sonra sigaramdan bir kaç nefes çekeyim, şöylece usul usul üfleyim sonra, keyfime değmesinler yani, uzun zamandır hasret kaldığm sükut halim gibi olsun bu bayram. Neyi seviyorsam, neye hasretsem onu yapayım, onla olayım, eskisi gibi, eski günleri özlemişim galiba biraz. Biraz da yurtdışı hayalleri, eskiden hop deyince gidilen tatiller gibi, haftasonu gidip Viyana'da opera izlemek istiyorum veya Amsterdam'da Van Gogh gezmek veya tekrardan Paris ve Montmartre, gidemeğim Norveç Oslo hayalim, fyordler ve kuzey ışıkları... pof biraz da yapamadıklarıma yanarım bu bayram, yapacaklarımı planlarken belki, biraz ucuza uçak bileti bakarım.. Biraz ayaklanmam lazım:)

19 Ekim 2012 Cuma

bugün botlarım biraz ağır, ceplerim biraz büyük geliyor..

Bugün yemeklerin tadı bir bozuk gibi ve yıllar sonra tekrar o güzelim boğaziçi köprüsü anlamını yitirdi, yazık.
Hatırlıyorum da arabayla üstünden geçişimizin her defasında babama en sağ şeride kayması için nasıl da yalvarırdım ve büyülenmiş gibi o boğazın dar geçidinden nasıl da akıp geçerdim.
Bu şehri terk edip gitmeye karar verdiğimde, boğazımda düğüm yaratan şeylerin başında gelirdi işte o canım manzara ve benim uçma hayallerim..
Bir şeyi terk etmeye karar vermek çok zor birşeydir hani terk edenler bilir. Ben ise tek bir anda hem ailemi, işimi, arkadaşlarımı, evimi, tüm anılarımın gizli olduğu şehrimi ve şehrimin o büyülü yüzünü terk etmeye karar verdim. Şimdilerde önemini yitirmiş bile olsa, aslında yapılmayacak bir şey için. Rüya gibi bir şehri başka bir hayal için terk etmeye karar vermiştim.
Peki sonra ne mi oldu?
İlk önce hayal beni terk etti, sonra şehir ve o şehrin üstündeki o köprü bana daraltılmış duvarları anımsattı yıllarca, beyazın rengi soldu, mavi koyulaştı bulanıklaştı, anlarsınız işte artık hiçbir şey net değildi orada. Ben de bıraktım artık sağ şeritten gitmeleri ve çoğu zaman kafamı çevirip bakmadım bile. İnsan alışıyor denizi görmeden de yaşamaya. Ben de alıştım.
Alışmak öğrenmek değilmiş ama.
Şimdi yine eskiyen yüzüne bakıyorum şehrin, yine bazı şeyler anlamsızlaşıyor ve rengini yitiriyor, yine bazı şeyler sanki zamanını doldurmuş gibi içten içe çürüyor ve sanki bunu bir tek ben görüyormuşum gibi.
Ellerimin ayaklarıma dolanmasını istemiyorum ve gidebilsem dünyanın en uzun koşusuna çıkarım bugün
Ve uçabilsem en yüksek mesafelere.
Köprülere çakılıp kalmamalıydı hayallerim veya bir şehre yüklemekse eğer hatam, cezamı fazlasıyla çekmemiş miydim?
Kimbilir değil mi?

Ben o kadar güçsüz müyüm? diye soruyor karşı koltuk..
Bu sorusuna nasıl cevap verebilirim.
Ben o kadar güçsüzüm diye fısıldıyorum. Duymuyor bile.

Duymayanlar çok bu memlekette.
Damarını boydan kesesi, en hızlı arabanın önüne atası geliyor insanın kendini.

Sen bu kadar güçsüz müsün diye soruyor bir arkadaşım.
Nasıl cevap verebilirim.
Herkes beni güçlü sanıyor?
I ıhh diyorum

Babamla oturma odamızın salonunda legolardan çiftlik kurduğumuz bir öğleden sonraya kayıyor aklım.
Durduk yere, o çiftliğin turuncu çiti geliyor aklıma, tüm hayvanları içine sığdıramıyorum.
legolardan bir kaçı eksik olmalı,
Babama bakıyorum, çitin ağzını açık bırakmak mantıklı değil diyor.
Ya bir kaç hayvanı eksilteceğiz, ya bahçe öyle sıkış tıkış olacak.
Ne karar vermiştik hatırlamıyorum
Ama şimdi olsa bir tarafını açık bırakalım baba derdim.
Bugün beni işe getirirken o asık suratıma bakan, ve içi acıyan ama bana bir şey diyemeyen babama.
Onu da sevme şeklim herhalde bir başka.

Bir de herkesin içinde eskilerden kalma bir maraz
Maraz bu ya, hiç tam etmiyor seni
Küllerinden doğmuyor yani insan..
Belki benim de yaralarım var.. diyor
Ama ben gitmiyorum diyorum, seni terk etmiyorum falan..
Seni oradan oraya sürüklemiyorum..diyorum...

Kime ne...

Babam ismin gibi ol derdi bana...

Bir de kararında yaşamayı öğrenmem lazım.
Bir de canım bazen öyle acıyor ki..
Bir boşluktan düşmek istiyorum
Hiçbir yere

17 Ekim 2012 Çarşamba

Hızlandırılmış ben ve atletizm:)

Ayva göbeğim, tuhaf kıvamlı kollarım, kıvamsız bacaklarım ve diğerleri.. Diğerleri derken artık Madonna veya Gwen Stefani klibi izlerken özenmekten yorulan ben, yanı başımdaki erkeğin durmadan göbekli hallerimle dalga geçmesi, bir kaç kol fetişi arkadaşın kolumun kıvamından bahsetmesi, biraz yaşlılık halleri veya belki menopoz öncesi güzellik kompleksi işte kadınsı birşeyler de olabilir ancak bir tek sağlıklı yaşamdan bahsedersem yalan olacak, sakın yemeyin (ispatı: sigara-kahve-içki tüketimi) dün spora başladım.
Sanki hayatımda bir dolu şey değişecekmiş gibi, bir anda değişecekmiş gibi tipik İlke hallerimi oraya da taşıyarak. Zavallı eğitmen kızın bile şaşkınca doğru düzgün hiç spor yapmamış bana doğru çekinerek yaklaşıp, "Ne zaman sporu bıraktınız?" demeleri, 'Atletik' vucudumdan kaynaklanmıyor. Elime aldığım 2 kl.luk dambıl ile psikopatçana dans etmemden, bir de öğretmenliğe soyunup, Aslı arkadaşıma "yok dur du işte böyle" diye gösterme çabamdan kaynaklanıyor.
Binbir artislikle, yok bana hafif prog vermeyin, benim motivasyonum düşer, yok benim çok kilo verme derdim yok... durumlarınn sonunda, yani toplam iki saatin sonunda, 50 dakikalık spining ile kasık bölgesini, tuhaf aletlerle iç kol, omuz  çalışması sonrasında, bölge kaslarımı kaybetmiş bulunmaktayım. Hoca oradan ayrılırken acaba biraz daha mı kol çalışşam dememin üzerine "Ne bu acelen, bir şeye mi yetişiyoruz" dedi ya bana. Pöfff, her zaman yetişiyoruz tabii, demedim. O da 33 yaşında beni iki saatte bildi ama ve ben giderken "Ben nasıl zapt edeceğim seni" dedi. Ben daha kendimi nasıl edeceğimi bilemeden. Gülümsedim. Yeni maceralar merhaba:)

Dinlemeye ve Konuşmaya Değer Biri

Bazı insanlar yalnızca varlıklarıyla bile sana kendini iyi hissettirirler.
Geçmişin karanlığında kaybolup gitmeyen bazı insanlar, kıymet değer bilirler ve yüzyıl bile görüşmesen, bir gün karşına çıktığında yalnızca kaldığın yerden sohbete devam etmezsin o insanla, ayrıca ayrıcalıklı bir şekilde yüz yıl sonra bir insanın sen çok çabalamandan, debelenmeden seni anladığını görürsün. Bir de seni dinlediğini. Ki gerçek manada dinlenmeye hasretsen.
Neyse ki küsüp yitmemiş bir dostluk oluşmuş ve ben onca yılın ardından hala hayatımdaki en önemli şeyleri öğrendiğim kişiye teşekkür edebiliyorum. Ve bana kendimi yeniden iyi hissettiriyor.
Bana biraz gerizekalı olduğumu düşündüğüm şu günlerde olmadığımı anımsatıyor.
Hayatımda nelerin önemli olduğunu ve neden olması gerektiğini
Ve gerçek korkularımı, hiç çekinmeden yüzüme vuruyor. Standart bir insan olmaktan mı korkuyorsun? diye soruyor.
Hala cevabını bile bilmediğim bir kaç sorunun arasından işte.
Beni cesaretlendiriyor.
Bir de ne kadar değişmediğimi söylüyor. Hala ne kadar aynı şeyleri kafaya taktığımı ve asla değişmeyeceğimi. Bazı şeyleri yen diyor, ama bazı şeylerimi bence o da seviyor. Uzaktan kötü gibi görünse de en azından onların beni ben yaptığımı biliyor.
Ve yine saatlerce elimde kağıt kalem ağzım açık bir adamın anlattıklarını dinledim dün.
Hasret kaldığım diğer şeyler gibi, o kadar bilgiyi nasıl edindiğine değil de nasıl karıştırmadan aklında tuttuğuna şaşarak.
Suriye ile ilgili bir yazı yazmak istiyorum dedim ona.
"Yazamazsın, çok karışık, çok kafa karıştırıcı, okurken bile yorulursun" dedi. İnanmadım.
Anlatmaya başladığında başladım oysa ki karışmaya.
Ben de iki omzumun üstünde kafa taşıyorum sanıyorum.
Neyse her şey bir kenara bana iyi geldiği için, gerçek bir orta doğuluya benzediğini iddia etse de, az sayıda insandan biri olduğu için ve kıymet bildiği için kısa bir teşekkür yazısı olsun bu ona.
Teşekkür Ederim...

16 Ekim 2012 Salı

Anlayana sivrisinek saz..

Ahmet Tan'ın Satır Arası'ndan;
İktidar açıklıyor: Eylül ayında işşizlik azalmış
Cumhuriyet okuru bir fırın sahibi anlatıyor,
"Çöpten kağıt toplayan bir gence rastladım, yeme içmen, yatacak yerin bana ait. Asgari ücretle başla. Duruma göre zam da yaparım dedim. Durakladı."
"Sigorta var mı"
"Elbette var, sigortasız olur mu?"
Bu kez boynunu büktü:g
"Abi sigorta yapmazsan çalışırım"
"Oğlum sen deli misin, hem yasak, hem de başına bir iş gelirse.."
"Abi yığınla kredi kartı borcum var. Sigorta yaparsan TC kimlikten bulurlar"
*Aynı gün Hürriyet'in haberi: 6.5 milyon kart nakde kapatıldı!

Bilmem anlatabildim mi, zenginleşen, kültürleşen, yüksek medeniyet seviyelerine varan, iş sahibi, meslek erbabı, ahlaklı milletim, bu hikayeden kaç ders çıkar, bilmem anlatabildim mi?

15 Ekim 2012 Pazartesi

Altın Bortakal

49.Altın Portakal Film Festivali tam bir hayal kırıklığıydı.
Ve Evet Hülya Avşar'ın her hangi bir şekilde o juri başkanlığı yapma ihtimali bile benim içimi burkmuştu.
Okuyanlar bana kızabilir, ama ben birinin iyi oyuncu olmasının (ki tartışılır) juri başkanı olmasına denk olmadığını düşünüyorum. Vizyonu geniş, dünya sinemasını takip eden, tanıyan ve sinema sanatına gönül vermiş birinin (illahi ki bu sanatın içinden yetişmiş olmasına tabii ki gerek yok), deneyimli ama en önemlisi gerçekten sinema gözü gelişmiş birinin, film okumayı bilen birinin bu başkanlığı yapması gerektiğini düşünmekteydim. Olmadı.
Zaten başlangıcına yakışır bir sonla da bitti.
Biz elimizi değdirdğimiz her şeyi kirleten biz, bir kaç yılda kazanılan prestiji tabii ki tek bir spekülatif haberle silmeyeceğiz ama hoş bir itibar bırakmadığı kesin.
Festivalle ilgili tek bir şek söyleyeceğim: Altınportakal.org.tr.'de, tüm ödülleri neden verdiklerini iki üç cümle ile açıklarken, oyuncu ödülleriyle ilgili kullandıkları kelime: 'Ustalık' olmuş. Ben de okurken güldüm..
Ve anladım ki zamanın hastalığına yenik düşmüş bir festival daha geçti. Peki bana ve ben gibilere değer mi?
Hayır.
Sinemayı sevmek için festivallere, ödül törenlerine ihtiyacımız yok tabii ki. Bu motivasyonu onlar yani gerçek sinemacılar, yarattığı şeylerin temelinden alırlar, biz de(takipçileri) yalnızca onların, sinema emekçilerinin, ustalırın peşinden sürükleniriz, bu bize yeter.

14 Ekim 2012 Pazar

Amerikan Sinemasından Son Dönem

Moonrise Kingdom (2012)
Wes Anderson
Amerika Yapımı, İngilizce.
Roman Coppola, senarist koltuğunda

Birini en çıkarsız, saf ve plansız ne zaman seversin?
On iki yaşında iki çocuğun aşkını anlatıyor film. En absurd haliyle aşkın en temel anına dönüyor. Kaybedecek bir şeyi olmayan iki çocuğun, her şeye rağmen bir araya gelme mücadalesi. Aşk en güzel renklerle ve müzikle nasıl anlatılabilirse.
Biri izci, birinin sihiri hep boynunda taşıdığı dürbününde gizli.
Naif bir aşk filmi.


Carnage (2011) Roman Polanski
Amerikan Yapımı, İngilizce.
İki çocuğun okulda yaptıkları kavganın akabinde, ailelerin bir araya geliş öyküsü. Yalnızca bir gün içinde geçen hikayede, çocuklarına nasıl olgunca bu konuyu aşmaları gerektiğini öğretme taraftarı olan ebeveynlerin, kabusa dönen hikayesi. Gerçekte kim suçlu? Bilen kimse yok. Orta ve Yüksek sınıfa ait olan iki farklı ailenin söz konusu kendi çocukları olunca şaşan ahlaki duruşları, olayı değerlendirirken ait oldukları sınıfa özgü tepkileri, her şeyden bağımsız kendi dertleriyle yüzleşmeleri gerçekten izleyini çileden çıkartır cinsten. Filmde o enerjiyi ve gerginliği hiç eksiltmeden ayakta tutmayı başaran yönetmene sempati beslemesem de, rahatlıkla iyi bir iş çıkarttığını söyleyebilirim. Tek mekanda geçen film kesinlikle izlenmesi ve ders çıkartılması gereken örneklerinden.
*Christoph Waltz ve Kate Winslet yüksek sınıfa ait, kendi yaşamlarından başka her şeyi unutmuş, birbirleriyle bile diyologu kalmamış bir çift; John Reilly ve Jodie Foster ise muhafazaker, kuralcı bir çifti canlandırıyor.

12 Ekim 2012 Cuma

TEQUILA

33 yaşına gelmiş ve aylardır tekila içmemiş
içi geçmiş diye arkadaşlarının durmadan dalga geçtiği ve belki gerçekten içi geçmiş,
yeni işe başlamış olmanın verdiği ağırlığı üzerinden yavaş yavaş atan ve yedi yıl ingilizlerle çalışmanın üstüne
almanlarla çalışmaya başlayan, onlara benzemekten korkan, yaşamın bile hesabını yapmaya başlayan ve erteleyen evet, her şeyi erteleyen ve en başa dönersem eğer, yaşlanan ve yaşlanmaktan olmasa da ölmekten korkan ben bugün tekila içeceğim.
Ahahaha siz de felsefi birşeyler diyeceğimi mi sandınız yoksa.
Hayır hiç sanmam. Aylar sonra. Belki bir yıl olmuştur tam emin değilim. Ama bu gece bir elimde bira, diğer elimde tekila olacak bea.
Cuma'nın kısa ömrüne ve güzelliğini yakışır bir şekilde, çok zaman sonra az rakıya mola vereceğim.
İçim geçmiş gibi mi hissediyormuşum ne?
Şimdi rakıcılar bana kızmasınlar, ama şöyle kadıköy'de salaş bir bara gidip, kesinlikle bara oturacağım. Yanıma sevdiğimden kız arkadaşlarımı alacağım ve işte kafa başı tekila söyleyeceğim. Hatta bana başlangıç için iki:) yakışır.
Tak tak şat bardaklarını önümdeki tezgaha vuracağım. Alt kattan gelen canlı müzik sesi.
Barlarda sigara içme yasağına karşı değilim ama bugün süpper olurdu gibime geliyor. Neyse..
Biraz eskiye döneceğim.
zamanında birileriyle bara oturup 10 tekila söylediğimiz ve bir ucundan benim bir ucundan onun içmeye başlayıp, on dakikada falan beşer tekila içtiğimiz, bir saatte sarhoş olduğumuz ve sokaklarda saçma sapan şarkılar söylediğimiz günlere döneceğim...
Çok mu salladım ne?
Bir kaç tekila, bir kaç bira içip eve kös kös de dönedebilirim ya!
Bakalım, herkese iyi haftasonları bare..

11 Ekim 2012 Perşembe

Fırat'ın Yazgısı was better:)

Ee sevgilinin istediği gibi aksiyon olsun, yok içinde gerilim olmasın, yok işte sıkılmayalım, ağır ilerlemesin, yok İstanbul'da var, yok eğlenceli olsun, yok işte şindlerin listesindeki adam da oynuyor, yok Hollywood yapımı falan derken gide gide neye gittik?
Takip: İstanbul (Taken2)
 O bu kelimeyi kullanmama kızar ama ben altını çize çize kullanacağım "Dandiklerin kralı bir film"e gittik!
Mercedes marka arabaların taksi olduğu, polis arabalarının Murat'tan bozma olduğu bir İstanbul. Film İstanbul'da da geçmiyor bu arada, film İstanbul'da geçiyor. Tabii ki Kapalı Çarşı. ONLAR, dışarıdan baktıklarında burdan bir tek Kapalı Çarşı görünüyor da ondan. Gocunmayalım yani.
Tabii geleceği gören bir İstanbul. Ben de dedim ki yapımcıların, yönetmenin politik bir öngörüsü var herhalde! Her yerden kara çarşaflı kadınlar fırlıyor, İstanbul'un üstünde bir ezan sesi. Oryantal-Arap ezgileri. Adeta yakın bir gelecek fotoğrafı.
 Ama kedini kandırdın hani, yine de katlanılır gibi mi HAYIR. Aynı mekanda ikinci sahneyi çekerken üşenip arkada çalan fon müziğini bile değiştirmemişler. Ve replikler bile öylesine yavan.
Sanki çoğunu ezbelemeye üşenmişler veya kimsenin ana dili değil gibi, her kelime tane tane, önündeki geri zekalıya bir şey anlatırmışcasına, kusma hissi.
Oyunculukları ise içini kurutur cinsten, hele dövüş sahneleri, bıçak çekmeler, yok duvara yaslamalar, gözlerini kısası geliyor izleyenin.
Bi de sanki her an birileri bir yerlerden çıkıp zılgıt çekecekmiş hissi, tüm o kadınlar öyle bir bakıyor veya adamlar. Fırat'ınYazgısı!
İmdb'den 7'nin üstünde puan almış. Şaştım. Bizim iktidardakilerin pek mi bi hoşuna gitti?
İhtimal.
Ne de olsa, nitelik, nicelik sıfır. Basmış herhal dedim, hani bizim %50:))
Neyse benden size ön uyarı, yapılmayacaklar başında gelsin
Hem Taken'ın, hem İstanbul'un üstüne bir çizik atın.
Şimdi düşündüğümde bile yüzüm buruş buruş oluyor. Damların üstünde kovalamaca, yok oraya buraya el bombaları falan, kimsenin sesi çıkmıyor.
Heh bu çatı da boş, hadi bi de şuraya, Bayrağa bak tersten git yok doğu orası, tamam işte bacadan at sen o tabancayı... Derken heba olan iki saat.
Ağlayasım var valla sakın gitmeyin.
Daha çok ton balıklı sandviç, iki tane patlamış mısır, bir çikolata, iki kola ve sevgilinin üstüne uzattığım bacaklarım falan kalsın aklımda. Gerisi heba:)

7 Ekim 2012 Pazar

Avrupa Sinemasından Önerilerim (+18)

Michael (2011)
Markus Schleinzer'in ilk filmi, Avusturya yapımı. Almanca.
35 yaşlarında bir pedofilin hikayesi. 10 Yaşındaki Wolfgang'i evinin mahsenini kapatıyor. Hayatlarından bir kaç aylık kesiti sunan film her saniye izleyeni biraz daha rahatsız ediyor. Michael'in her şeyi normalleştiren hastalığı, Wolfgang'in çaresizce içinde bulunduğu durumu kabullenmiş olması. Tecavüz bile o kadar normal ki. Bir sahnede porno izledikten sonra Michael gördüğü sahneyi tekrarlamaya karar verir ve yemek masasında ayağa kalkar, bir eline bıçağı alır ve penisini dışarı çıkarır, önünde yemek yemekte olan Wolfgang'e  sorar "Hangisini sokayım söyle".
Wolfgang "Bıçak" der ve yemeğe devam eder..
Michael, bir an geliyor çocuksu bir arkadaş, bazen düşkün bir baba, bazen öfkeli bir yabancıya ama ağırlıklı olarak sevgiye aç bir partnere dönüşüyor film boyunca. Sapkın aşkından bir dünya yaratmış Michael'in öyküsü izleyebilenlere...
Yolda karşılaştıkları kedisini kaybetmiş yaşlı bir kadının kızı, elinde kayıp kedisinin bulunduğu resmi Michael'e veriyor ve ekliyor "Anneme sorsan bir çocuğun ölümünden bile kötü bir olay" diye.

Altın palmiye adaylığı olan film, Michael'i oynayan Michael Fuith'e de Dublin Film Festival'nde en iyi oyuncu ödülü kazandırmış durumda.




Hodejegerne (2011)

Morten Tyldum filmi, Norveç yapımı. Noverççe ve Danca.

Orta yaş bunalımına girmiş gibi görünen Roger Brown'ın en belirgin özelliği boyunun 1,68 olması. Bu yüzden de hayatta başarılı olmak için diğer erkeklere göre daha çok efor sarf etmesi gerektiğine inanıyor. İşe alım uzmanı olarak çalıştığı şirket ise tamamen paravan, çünkü Roger aslen tarihi eser kaçakçılığı yapıyor. Peki boyu neredeyse 1,80'e yakın olan karısını, yalnızca 3 aylık kirasını ödeyebildiği malikanesini elinde tutmanın bir yolu var mı? 
Class Greve hayatına girince her şey tepe taklak olacak gibi görünüyor. Yüzlerce milyon dolarlık olabilecek Rubens resmini Greve'in evinden çalabilecek mi? Peki ya Greve o çok istediği CEO'luk işini alabilecek mi? Yoksa her şey bir kurmaca olabilir mi? İzlemek lazım.





6 Ekim 2012 Cumartesi

Yeni Dönem Televizyon Serileri:

The Last Resort (8.3),
Emir dışına çıkan bir Amerikan donanmasının başına gelenler üzerine. Gelen emri sorguladığı için 1,5 milyon insanın yaşadığı Pakistan'ı vurmakta tereddüt eden kaptan ve tayfasının hikayesi.
Hawai yakınlarındaki bir bölgede konuşlanan Amerikan donanmanın artık tek düşmanı Amerika'nın kendisidir ve neyse ki onlara bir süre için de olsa özgürlüklerini verecek 17 tane nükleer başlıklı füzeleri var. Biraz ironik görünüyor değil mi? Yeni yerlerinde hayatta kalma mücadelesinin vermenin dışında, anakara da ikiye bölünmüş durumda. Yanlış insanları öldürdük diye sayıklayan askerlerin gerçeklerini merak etmemek de mümkün değil? Büyük oyunun arkasındaki sır gerçekten merak uyandırıcı.
Bence oynayan ilk iki bölümün aksiyon dozajı gayet yerindeydi. Dizin süprizi O.C'den çok konuşan Autumn Reeser (Taylor) ve tabii ki Scott Speenman.
(2 bölüm oynadı)

666 Park Avenue (7.2), 
Lost'tan tanıyacağımız Lock, başrollerde gibi görünüyor. American Horror Stroy gibi bu yeni seride de, yine korku öğelerinden çok gerilim ağır olacak gibi. Gavin Doran (bizim Lock) NewYork'da bir residans sahibi ve burada kimin oturacağına kendisi ve eşi birlikte karar veriyorlar. Genelde zaafları olan insanları seçmesinin altında tabii ki çıkarları doğrultusunda yatan başka birşey var. Gavin Doran bu zayıf insanlarla onların istedikleri şeyi(en büyük hayallerini) gerçekleştirmek karşılığında bir anlaşma yapıyor. Ruhları üzerine... Doğru duydunuz ruhları üzerine..
Ve bu residansa küçük bir yerden gelmiş yeni çiftimiz tanışınıyor, çok dürüst ve güçlü gibi görünün bu çiftin görevi ise residansın yöneticiliği. Mimarlık geçmişinden gelen Jane Van Veen acaba binanın gizemli sırrını çözebilecek mi?
(Tek bölüm oynadı)

Revolution (6.6), 
Hayal edin sene 2011 olsun, tam hatırlamıyorum ama veya o civarda. Veya hayal edin işte yakın dönemde tüm elektriğin yok olduğunu. Sizi nasıl bir gelecek bekliyor dersiniz. Elektirğin yok olması elektrikle çalışan her şeyin elinizden alınması anlamına gelmiyor yanlızca. Çünkü tüm otoritenizi ve gücünüzü, ülkenizi ve savunmanızı daha doğrusu geleceğinizi bunun üstüne bağlamış olabilir misiniz?
(3 bölüm oynadı)









Elementary (6.6),

Çağdaş Sherlock Holmes hikayesi.
Robert Downey J.'dan sonra başka birini izlemek gerçekten zor. Hele bizim John Watson'ın Joan Watson'a dönüştüğünü düşünürseniz. Joan ise tamamen Lucy Liu.
Madde bağımlısı Sherlock'u iyileştirmesi için 6 haftalık süreyle onun yanıda kalması için tutulan eski cerrah Joan ve Sherlock'un yeni maceraları. Tabii ki en başlarda takışan ikili kendilerini yeni cinayetlerin ortasında bulacaklar. Sherlock Holmes olarak Johnny Lee Miller.
(Tek bölüm oynadı)