31 Mart 2013 Pazar

Acı (Pieta)






































-İhtiyaçları olan parayı almak için bedenlerini sigortalatan insanlar eğer borçlarını ödemezlerse, "iş kazaları" geçirerek, sakat "kalıyorlar" - bırakılıyorlar.  Gang Do'nun görevi de, bu ödemelerin yapamayan insanların, kazalarını, mümkün kılmak ve faizli borçlarını, sigorta poliçeleriyle onlara ödetebilmek. Bu insanların ailelerine bakmakla sorumlu olmaları, yanlarında eşlerinin, çocuklarının olması.. bunların hiçbiri Gang Do'nun kendi işini icraa etmesinin önüne geçmiyor. 3 katlı bir binadan aşağı ittiği adamın bacağının kırılacağını, makinaya elini sıkıştırdığı birinin bir daha çalışamayacağı, çalışmayacağı için ailesinin zor durumda kalacağı, annesine gerekli yardımı yapamayacağı... gibi  durumlar ve ajitasyonlarla da hiç ilgilenmiyor. Tam bir görev adamı. Hissis. Yalnızca iş odaklı. Çünkü hayatta kaybedecek hiçbir şeyi, hiç kimsesi yok bu "canavar"ın  Hayatta kimsesi olmayan bu tefeci, acımasız caninin hayatı, bir gün kapısına dayanan bir kadın ile değişiyor. Hayatında ilk defa gördüğü bu kadın, ondan yalnızca özür diliyor. Seni bırakıp gitmek istemezdim, bunların hepsi için özür dilerim, lütfen beni affet... diyor. Gang Do, tek keşilik hayatının içine girmek üzere olan bu kadına en başta hiç güvenmiyor. Ancak onun oğlu olduğunu iddia eden bu kadın, onu tüm şiddet eylemlerinde, cinsel tacizlerinde, gece nöbetlerinde, yemek masasında takip etmeye devam ediyor. Ta ki bir yerde onun güvenini kazanana, bir kere ona yalnız olmadığını, onun da bir ailesi olduğunu ispat edene kadar. Peki ya sonra mı ne oluyor? Hayatta kaybedecek hiçbir şeyi olmayan Gang Do ilk defa, hayatında birine değer veriyor ve onu kaybetme korkusuna bulaşıyor. Onlarca işkence ettiği tüm o aile fertlerinin yaşadığını yaşamamak için herşeyi yapabileceği bir kaygıyla tanışıyor. Peki birini cezalandırmanın en pasif ve en basit ve en ağır yolu ne dersiniz?

Kim Ki Duk'un Pieta (2012) filmi izlenmeyi bekliyor, sakın kaçırmayın arkadaşlar..

Film: Pieta 2012 (Acı)
Yönetmen: Kim Ki Duk
Yapım: Güney Kore
Janr: Drama
Süre: 104 dk.


Yönetmenin diğer filmleri:
-2006 / Shi Gan (Time)
-2004 / BinJip (3-Iron)
-2003 / Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom (Spring, Summer, Fall, Winter....Spring)

*Bunlar da benim izlediğim eski filmleri, bir göz atabilirsiniz..

28 Mart 2013 Perşembe

palavracı baron ve yapay bozukluklar

18.yüzyılda bir Alman asilzadesi atı üstünde Rusya ordusuna katılır ve bu onun bir nevi maceralarının başlangıcı olur. Bu süreçte iki kere Osmanlı ordusuna karşı savaşan asilzade, geri dönüş yolunda, yaşadığı türlü "kahramanlıkları" hikayeleştirme yolu izler ve yol boyunca bu efsanevi başarı öykülerini anlatır. Halk tarafından Palavracı Baron olarak kabul edilen Hieronymus Carl Friedrich von Münchhausen'den bahsediyorum tabii ki.

-Terry Gilliam'ın Baron'un hayatına atfen 1988 yapımı The adventures of Baron Munchhausen filmine bakabilirsiniz

Şimdi hikayenin Baron'un hayatından çıkıp asıl acıklı resmine bakarsak aşağıdaki tabloya bir göz atmanız gerekecek...

"Hastalık hastası" hastalığının tanımı, kişinin durmadan kendini hasta sanması ve tedaviye ihtiyaç duymasıdır. Sürekli bir kaygı içinde yaşamaları, hastalık paranoyaları ve ölüm korkuları neredeyse tüm yaşamlarına hakimdir. Bu kişiler kesinlikle yalan söylemezler. Gerçekten kendilerini hasta sanarlar veya içinde bulundukları önemsiz bir olumsuz durumu büyütmekle bilinirler. Panik atak geçirdikleri görülse de, plasebo etkisiyle bir süreliğine de olsa iyileştirilebilirler, kimilerine göre de dünyanın en sağlıklı insanları bunlar. Takdiri sizin.

"Münchhausen Sendromu", yapay bozuklukların en nadir olanlarından bir tanesi. İsmini üstte anlattığım yalancı barondan alan bu hastalığın, hastalık hastalığından en büyük farkı, bu tip insanların kendilerinin gerçek manada hasta olmadığının bilincinde olmaları. Ve hayatları boyunca 30/40 tane ameliyat olmayı göze alacak kadar hastalıklı biçimde, hasta numarası yapmalarıdır. Asıl amacı ilgi merkezi olmak olan bu hastalık, kişinin tüm çevresinin ilgisini çekmek ve bu ilgiyi bir şekilde (sınırsız) muhafaza etmek odağındadır. Kendilerini hasta olarak gösterip hastaneye başvuran bu hastalar gerekli semptomları göstermek için kendilerine zarar vermekten de kaçınmıyorlar. Örneğin, parmağını kesip, idrarına kan bulaştırmaları, zararlı maddeler yutmaları, ciltlerine zarar vermeleri, kendilerini düşük dozajda zehirlemeleri yalnızca birer örnek. Bunun nedeni ise hastalanmak ve dolayısıyla muhtaç oldukları ilgiye kavuşabilmek. Felç taklidi yapanlar, idrarını bilerek kaçıranlar.. Bu insanların teşhis etmek de bir okadar zor, tedavi etmek de. Bir doktor veya hastaneden sonuç alamayınca yılmadan başka hastaneye geçen bu insanlar, istedikleri şeyi gerçekleştirene kadar da vazgeçmiyorlar. Üstüne üstelik girdikleri ameliyatlar sonucunda gerçekten hastalanıp, yatağa mahkum kalanlar, alzeimer olanlar veya yine kalıcı başka bir hasar edinenler de az değil.

Münchhausen sendromunun bir ileri safhası ise, ki bence en korkunç olanı, daha nadir görünen Münchhausen Sendromu in Proxy (türkçesi, vekaleten hastalık). Bunda anne veya baba bilerek kendi öz çocuğuna zarar veriyor. Bu hastalığın da amacı yukarıdakine benzer bir şekilde, kendini çok iyi ve ilgili bir ebeveyin olarak göstermekten başka bir şey değil. Bu yıkıcı 'hastalık' boyunca hiç yılmadan çocuklarının yanında olarak ve çocuklarına  destek olarak yalnızca hastane çalışanlarına değil, hastanedeki hasta yakınlarına, akrabalarına, komşularına ve en korkunç olanı ise çocuklarına bile kendilerini birer örnek insan, sabır taşı, iyi ebeveyin olarak gösteriyorlar. Bu oyuna kendilerine zarar verdikleri çocuklarını da inandıran ve onun için çırpındığını gösteren ebeveyinlerin verdiği zarar da hiçbir sınıra sahip değil.
Daha doğar doğar çeşitli semptomlarla hastaneye kaldırılan ve sonrasında hiçbir teşhis konulmadan acı içinde ölen bebekler var.
Bu yüzden eğitime devam edemeyen ve durmadan bir dizi ameliyatlara giren, sakat kalan, hayatını kaybeden çocuklar.
Bu ebeveyinlerin, çocukları yanlarında değilken çok normal davrandıkları ve çevreleri tarafından iyi bir anne/baba olarak nitelendirildikleri, çocuklarına zarar verdikleri anlaşıldığında ise bunu yalnızca onların iyiliği için yaptıklarını söyledikleri gözlemleniyor.
Bir tür çocuk istismarı olan bu hastalığın çocuk tarafından da kabul edilmesi ve karşı konulmamasının altında yatan iki büyük neden: Ebeveyin korkusu ve güveni.
Bu hastalık ilk defa 1977'de Meadow tarafından tanımlanmış olup, özellikle anne tarafından yapılan bu uygulamada en sıklıkla morfin benzeri ilaçların çocuğa verildiği gözlemlenmiştir. Bazı ailelerin ise, balarısı veya eşekarısı gibi böceklere çocuklarını sokturdukları bile görülmüştür. Bunu tıbbı meydan okuma olarak değerlendiren bilimadamları, birden fazla mikrop yüzünden oluşan enfeksyonlarla uğraşmak zorunda kalıyorlar. Daha sıklıkla annede gözlenen bu hastalıkta, annenin aynı şekilde gerekli/yeterli tıbbi donanıma sahip olduğu da diğer bir korkunç gerçek.

-Evet bu arada doğru hatırlıyorsunuz, 6.His filmindeki küçük kız çocuğunun (durmadan kusan) maruz kaldığı hastalığın ta kendisi!

İnternetten araştırdığınızda çok değişik ve rahatsız edici örneklerini kolaylıkla bulabilirsiniz.
Bir süredir benim ilgili çeken bu konuyu sizinle paylaşmak istedim.
Sevgiler..

Kaynakça:
*tbb.org.tr
*ekşisözlük
*vikipedia
*radikal.com.tr

26 Mart 2013 Salı

cinnet


Bir kadın cinnet geçirip oğlunu baltayla doğramış. Kocası kendinden boşanmak istiyor diye. Gidip oğlunu baltalamış. Başka biri iş yerinde beklediği terfiyi görmeyince / İşten çıkarılınca eve gidip, karısını bıçaklamış. Uzun süre iş bulamayınca çocuklarını boğazlamış. Kocası / sevgilisi kendini aldatınca, kendini asmış. Kaynanasına kızıp kızını kesmiş....vs.
Ödünleme mekanizmasıyla yansıtma mekanizmasını harmanladığınızda bile anlaşılabilir bir manzara çıkmayabilir.
Dünyadaki tüm psikologları, psikiyatristleri, terapistleri, hipnozcuları bir araya getirseniz de çözüm olmayabilir.
Dünyada kendi dahil tüm canlılara istisnasız biçimde zarar verebilen tek canlı türü olması da böylelikle anlaşılabilir sanırım.
Yani büyük ihtimal, insan olmak bir ayrıcalık veya armağan değil. Bir isim yalnızca. Biz de ismi, yok sıfatlaştırarak yok pekiştirerek anlamlandırmaya çalışıyoruz. Olmuyor tabii. Çiğ sütten mi, maymundan mı artık her neyden kaynaklanıyorsa bir türlü o muasır "medeniyetler" seviyesine çıkamıyoruz. Topluca, sakın yanlış anlaşılmasın öyle birşey yok da ondan. Yoksa İskandinav ülkelerinde, o 'demokrasinin' beşiğinde bile ensest ve kadına şiddet oranlarının bu kadar yüksek olması, amerikada açlık/suç oranının geniş olması yine kuzey avrupada intihar oranları, batı avrupada boşanma oranları, ırkçılık, homofobik tavrın falan başka bir açıklaması varsa, dinliyorum. Bir de avrupanın göbeğinde işte. İnsanın içinden, ta 1300'lerde başlamadı mı bu  demokrasi, hani magna, nerde carta diyesi geliyor valla. O iş tabii öyle değil. 
Bu politika falan değil. Basit manada zararla beslenen bir ırktan bahsediyorum. Neye zarar verebilirse ona göre şekillenen ama bunun bir hayatta kalma yöntemi olmadığı gibi, hayatı devam ettirme kaygısının da bulunmadığını söylüyorum. Büyük balık küçük balık değil. Kabul edin. Annenin, adam onu bırakacak diye oğlunu baltalamasının altında, büyük balık küçük balık yatamaz.
Topluca çıldırıyoruz. Vietnam savaş gazileri gibi olduk. Yok kimyasal, yok beyin şoklaması derken, ya beynimize sıkıyoruz, ya da kutudan kim çıkarsa artık.
Çözüm mü?
Bilmiyorum..

24 Mart 2013 Pazar

Lübnan masalı- mart 2012..

Hikaye Beyrut ile başladı Beyrut ile bitti. 2012 Martı. Akdenizin büyülü ülkesi Lübnan. Mevsimi de bizimkine benziyor, kimi yerde kokusu da.
Kuzenle yıllardır gerçekleştirmeyi beklediğimiz ve ertelediğimiz hayallerimizden bir tanesi. Ben çoğu zaman bu oryantal şehre zaten mistik bir hava yüklüyorum ve hayalperest bir biçimde aşığım. Şu dünyada bir kente aşık olmayı en iyi kim anlar diye sormayın, ben onu tanıyacak kadar da şanslıyım. Benim canım kuzenim, barikanınkuyusundan bahsediyorum. Bizim böyle ölmeden önce yapılacaklar listemiz falan yok belki, ama ölmeden görülecek yerler, şu yaşa girmeden gidilecek yerler ve asla yanından yakınından geçirlemeyecek yerler listemiz var. Bunlardan bir tanesi de Beyrut'tu tabii.
Bunda en eskilerde çatışmaların şehri olması da çok etkiliydi, intifada zamanlarında filistinlileri ağırlaması da, bir de güzel sinemacıların güzel filmleri, güzel yazarların güzel kelimeleri de..
Ama sosyalizme inanıyorsan ve Türkiyeliysen kesinkes görmen gereken bir şehir diye inanmıştım zamanında, bizimkilerden oralara gidip savaşanlarımız/eğitim alanlarımız vardı ya.
Büyüdükçe de, yazar olmak istiyorsan Beyrut'u göreceksine inandım.
Bir şehir beni usta bir devrimci yapacak diye kurulduğum gençlik yıllarıyla, bu şehir beni yazar yapacak diye hayallendiğim olgunluk yıllarım arasındaki en büyük ortak nokta, ikisi içinde bir işe yaramamış olmasıydı.
Ama senin- yani insanın ötesinde o buruk ve hüzünlü kenti görmek, gerçekten nefes kesici bir deneyimdi diyebilirim.
İlk sabahımız ve onu takip eden Beyrut sabahlarımız, El Hamra 'da L'azizin yerinde bıkmadan yaptığımız kahvaltılarla, her defasında asık suratlı garsonların yüzlerinde bir şaşkınlık ifadesi yaratabiliyorduk.
"Hepsiniz siz mi yiyeceksiniz"
"Bunun porsyonu hali hazırda iki kişilik" vs.
Ve tabii ki zeytinyağında ikram edilen zeytinleri, dilimlenmiş domateslerin yanında limon parçaları, yeşillikleri kahvaltılarının demişbaşları bir de, kıymalı pidelerimiz, peynilirlisi de var...
Asık suratlı garsonlar, köşelerine çekilip ne kadarını yiyeceğimiz üzerine iddiaya tutuşurken, biz herşeyi silip süpürüp, mideyi indiriyoruz. Ben hayatın geziş moduna geçmişim yine. O İstanbul günlerinde eğer masada tam yağlı koyun peyniri olmazsa, olmaz İlke, sanki ben değilmişim gibi, 4 gün boyunca peynirsiz durabiliyorum anlayacağınız. Ve kafenin en güneş alan masasını kapma yarışı. Yüzünüze vuran güneşin kavurucu sıcaklığı da, o sevimsiz mart ayında hiç aldatmasın sizi, gölgede kalan sırtınız buz gibi kalıyor çünkü. Ve yukarıda görmüş olduğunuz kahvaltı seansının fotosu kesinlikle bir tanıtım reklamı değil :))

Ve pigeon rocks (güvercin kayalıkları) oraya gidince insanan içinden bir dilek tutmak geçiyor. Sahil şeridi boyunca yapılmış lüks oteller bazen keyfinizi ve manzarayı kaçırsa da yine de görülmeye değer bir manzara daha. Gün batımında efsaneleşen bu manzarayı belgelemek de görevimiz. Sahil boyunca bir yokuş aşağı bir yukarı yürüyüp, en doğru noktayı bulmaya çalışan biz günün sonunda gerçekten yorgun düşmüştük. Ama elimizde buna kesinlikle değecek manzara resimleri, günün sonunda ise karşımıza tamamen tesadüf eseri çıkan Beyrut Hard Rock Cafe bizi teselli etti. Kardeşimin her yerden (gittiğimiz tüm şehirlerdeki Rock Cafelerden) verdiği şiparişleri almak için kimbilir ne kadar yol yürümem gerekir diye düşünürken, bir anda karşımıza çıkan bu cafede durup, birar bira içmeden olmazdı. Sanki bu şehrin manzarası her yerden büyüleyiciydi. Bir de fonda Bon Jovi, Beyrut'ta H.Rock cafede oturmuş, bud yudumluyorsunuz. Bana bu cümledeki çelişkiyi bulun :))
Neyse La Hamra'da kahvaltı, yok pazar gezmeleri, Gemmayzeh'de küçük alışveriş modları.. Bu arada, Beyrut'un göbeğindeki Gemmayzeh'de gerçekten diliniz tutulabilir. Çünkü tek tip binaların arasında dolanırken, hepsinin dünyanın en ünlü markaları olduğunu, hepsinin Avrupa ülkesine yakışır biçimde birbirine benzediğini ve bu sokak aralarında yürüyen insanların, moda dünyasını ne kadar yakın takip ettiğine hayrete düşebilirsiniz. Hemen hemen yalnızca hafif bir göz makyajıyla ve müthiş moda stilleriyle dünyanın en güzel kızları, Beyrutluları, bizi bile akşamları oturduğumuz taburelerden kendilerine hayran hayran baktırıyorlardı..
Ya ilk akşam ya da ikinci tam olarak hatırlamıyorum ama, yine gittiğimiz barda, barın en gürültülü, şaklaban adamının da Türk çıkması, kulağınıza küpe olsun. Kimsenin kimseyi rahatsız etmediği ve gönlünüzce vakit geçirip, rahatça evinize, otelinize dönebileceğiniz bir yaşam alanı mevcut bu şehirde. Ve otele dönüp başınızı yastığa koyduğunuz zaman aklınızda en çok bu şehirde zaman olmadığı kalıyor, bilesiniz. Çünkü gün içinde yapacak tonla şey bulurken bile, akşam yemek saatini kaçırmak istemediğinizde de, saatin farkına varamıyorsunuz.. Zaman hep aleyhinize işliyormuş hissi veren ve sanki istediğiniz şeyleri asla yapamayacaksınız diye tedirginlik duyduğunuz bir dünya var Beyrut'ta. Bir de sizi kendine hayran bırakan bir hava..
Neyse biz yalnızca Beyrut'a gelmedik tabii. Bir de arınmamız gereken günahlarımız var. Tepelerin en güzeline çıkıp,  gökyüzüne iki dua çakmamız lazım. Harissa Tepesinde. O güzel meryem ana heykeline tırmanmak için gittiğimiz o yol, sevgili taksici arkadaşımız ve ikinizin de anadili olmayınca bir ortadoğu ülkesinde iki insanın anlaşma fikri yalnızca mimiklerle bile mümkün olabiliyor, bilginize.
Sonunda Meryem anaya ulaşıp, ellerini duvarın üstüne dayayıp ağlayanları rahatsız etmeden kendi köşemize geçmeye çalışıyoruz. Başarıyoruz. Ben pek dua bilmediğim için, kendimce birşeyler mırıldanıyorum. Orada tanrıya inanmamak da biraz zor. Önünde uzanan manzara öyle ilahi görünüyor ki...






Bu işte bahsettiğim o manzara, Akdenizin güzelliklerle dolu şehri. Herkesi büyülüyor gibiydi. O yüzden o yükseklikten hem dua etmek, hem de tanrıya ulaşmak bir kıt daha kolaydı sanırım..


Ve Jeita  Grotto Mağası. 1969 yılında halka açılan bu mağarayı tamamen yürüyerek dolanıyoruz. Dünyanın sekizinci harikası olmaya aday bu mağaraya giden herkes için büyük bir deneyim sunuyor. Ancak yoğun nem oranı ve tepenize durmadan damlayan su birikintileri, ayrıca iki üç tane gizli fotograf almaya çalıştığınız anda uyarılar, dünyanın en ağır insanları yüzünden doğru düzgün yürüme temposu tutturamamak derken sonuçta ortadoğunun en büyük mağarasını görmüş olmanın hazzıyla buradan çıkıyorsunuz. Gürül gürül gürleyen suyun yanında biraz  durup soluklandıktan sonra, hooop olduğu gibi o yolu yürüyerek aşağı inme zamanı. Yan tarafta gördüğünüz dönüş yolunda barikanınkuyusu, sevgili kuzinem..
Günler hızla sona yaklaşırken, İstanbul'a gitmeden önce 3 gece 4 günlük Lübnan ziyaterinin hakkını vermek zorundasınız. Biz de öyle hissettik işte. İnternet avcısı, bilir kişi olan barikanınkuyusu sayesinde biz zaten bir belgesel hazırlamaya yetecek kadar veriyle bu ülkeye ulaşmıştık. Gezi bloglarındaki deneyime güvenmek için aslında hiçbir nedenimiz yoktu. Ancak onlar bize eğer yolumuz Lübnan'a düşerse, kesinlikle Jbeil'e gitmemizi ve yine hiç tereddütsüz Pepe'de oturup manzaraya karşı birşeyler yiyip içmemizi öneriyorlardı. Aslında gezdiğimiz sahil şeridi boyunca tüm mekanlar o kadar renkli ve göze hitap eder durumdaydı ki, biz bir süre hangisine oturmamız gerektiğine karar veremedik. İtiraf etmek gerekirse biraz da menülerindeki fiyat uçurumu bizi zorlamadı değil. Ama sonunda, buraya kadar gelmişken bari en iyisini yapalım da Pepe'ye gidelim dedik. Zaten yemek yemeyecektik. Aparetif birşeyler atıştırıp, birer bira içecektik. Aynen öyle yaptık. O canım mavi boyalı ahşap sandalyelerin keyfini çıkardık. Yan tarafımızda oturan turist kafilesinin (ingilizler) o kaymak aksanının ritmine de biraz kendimizi bırakmadık değil. İşte tam o sırada, bir araba konvoyu o dünyanın en küçük sokağından geçmeye çalışmasın mı? Ardı kesilmeyen bir korna gürültüsü ve patinaj sesleri üstüne, bıyıklı arap erkeklerinin tuhaf zenginlik gösterisi, bizim ingilizler bombayı patlattılar. "Size matters" :)) hepbaraber gülüştükten sonra yola devam tabii..

Ve bekayı görmeden oradan ayrılmak olur  mu? Tabii ki hayır, bana kalsa sınıra kadar gidip, orada filistinli yoldaşlarımla da görüşmek isterdim ama.. olmuyor. Zamanımız kısıtlı. Neyse kuzenle bir minübüse biniyoruz. Üçbeş kuruş daha az vermek için ucuzlarından hem de. Süspansiyonsuz minübüs. ABD yapımı bir ortadoğu filminin içinde sanıyorum kendimi. Sarsıldıkça sarsılıyor araba ve yolun hiç sonu gelmeyecekmiş gibi. Bir tek ellerinde hayvanlarıyla binen yerliler eksik. Bu arada biz hariç herkes yerli.. Şöfor zaten eğlenceli biri, tik, takıyor bir mezdeke kaseti. Biz arka koltuğa inci tanesi gibi dizilmişiz. Her yol  başından birer yolcu alıyoruz. Lübnan'da ülkenin içene doğru girdikçe müslüman nüfusun arttığını, aynı oranda, fakirliğin de arttığını görüp, asıl gerçek ortadoğu fotoğrafıyla karşılaşıyorsunuz. Aslında seviyorsunuz da söyleyeyim. Çalan mezdeki kasetine de çaktırmadan parmaklarınızla eşlik ediyorsunuz. O güzel ritmik dil, arapça doluyor tüm minübüsün içine ve camlar yarı açık... sallana sallana gidiyorsunuz. Ta ki yanınızdaki başörtülü müslüman teyze eliyle size camı tamamen açmanızı rica edene kadar. Kadının kucağında bir de çocuğu, iç cebinden bir sigara çıkartıyor, ben gözlerim sonuna kadar açık şaşkın şaşkın ona bakıyorum. Hiiç çekinmeden yakıyor bir sigara. Ve püfür püfür üflüyor teyze. Bir hoşumuza gidiyor ki, Elvan diyorum, ben de içirem le havle bela... Bir de hayatımda ilk defa iki üçkelime arapça bilmediğime burada üzülüyorum. Neyse... Vadiye kadar gidiyoruz. Baalbek'i görmeye. Beka'nın merkezine yani. En büyük antik kentlerden bir tanesini görüyoruz. Bu arada soluklanmak için minübüten indiğimizde birer türk kahvesi içiyoruz. Herşey yolunda. Sonra küçük lübnanlı arkadaşlar yanımıza sokulmaya bize hizbullah tişörtü satmaya çalışıyorlar. Ki en başta biraz da mesafeliler. Hizbullah diye gülümsüyerek suratımıza bakıyorlar. Yok diyoruz. Memleketimizi soruyorlar. Türkiye deyince işin rengi de değişiyor tabii. Ay lav Tayyip sloganı yükseliyor bacak kadar veletlerin ağızlarından, zıplamaya tayyip aşkını anlatmaya da anlatmaya başlıyorlar. Ne dersiniz? Biz de kibarca gülümsüyoruz. Evet mütiş diye onaylıyoruz. En iyisi mi gidip şu antik kenti görelim diye de kibarca yanlarından ayrılıyoruz, onlar da ne de olsa müslüman kardeşleriz diye olacak daha fazla ısrar etmemeye karar veriyorlar. Yolumuza devam ediyoruz. Bizim gezimizin askerlerin turuyla aynı güne denk gelmesi tabii en başta bizi biraz rahatsız ediyor. Ama onun da çok üstünde durmuyoruz. Bu kadar eski bir tapınağın, bu kadar yıla, savaşa, depreme rağmen böyle dimdik ayakta durmasına hayranlıkla şahit oluyoruz..
Atladığım başka kimbilir neler var bilmiyorum. Ama tam bir sene sonra da olsa sizinle bu güzel 4 günlük maceramı paylaşmak güzeldi. Ben de herşeyi tekrar hatırlamış oldum. Kuzenle bir daha kesinlikle oraya gitmeye söz vererek ayrıldık ülkeden. Ha unutmadan belki birgün birşey olurum. Tılsımlı olduğuna inandığım bir ülke Lübnan ve onun büyüleyici coğrafyasının tadı olduğu gibi damağımda kaldı.. Belki bakarsınız bir gün ben de oraya, iki üç satır birşeyler yazmaya giderim. Hoş olur :))
Sevgiler...

22 Mart 2013 Cuma

Temkin yazısı

Gazetelerden son iki gündür başlıklar, Newroz ile ilgili. Tarihi Newroz görüntülerini, hiç gocunmadan, sanki dünkü haberleri, o şovenist propogandaları zamanında kendileri yapmamış gibi samimiyetsizce pohpohluyorlar. Türkiye değişiyor mu? Acaba bu bir umut kapısı mı? Savaş sona erecek mi? PKK'nin tavrı ne olacak? Yabancı basına yansımaları neler? APO parti içinde hala söz sahibi mi? gibilerinden. Bu haberlerin ve gelişmelerin Türkiye üstünde olumlu olumsuz yankıları da bununla aynı doğrultuda devam ediyor tabii. İnsanlar ikiye ayrılmış bir şekilde; bu görüşmeleri ve bu kutlamayı kınayanlar, kabul etmeyenler, bunu milli iradeye bir hakaret olarak görenler ile kendilerini daha iyi ifade etme şansı yakaladıklarını düşünenler, bunun Türkiye halkları için olumlu bir gelişme olduğunu söyleyenler vs. Bir de, tahminimce köşelerine çekilmiş, yine günlük politikanın hezeyanına ve heyecanına kendini kaptırmadan daha temkinli duran ve uzun vadeli sonuçlarını merakla bekleyen minicik bir azınlık da vardır diye umuyorum.
77, 1 mayısı üzerine yasaklanan taksim meydanının eylemlere ilk açılışının coşkusu hala gözümün önünde. Birlerce insanın meydana akın etmesi, haksızlığa uğramış bir halkın simgesini, bir nevi asasını tekrar eline geçirmesi görsel olarak doyurucu, içerik olarak aslında yine beklemenin en iyi yol olduğunu göstermedi mi bize. Çünkü Türkiye'de emek sömürüsünün hiç hız kaybetmeden devam etmesinin yanına bir de çığ gibi büyüyen bir sosyal/siyasal gerileme hala gündemdeydi. Sayılarla uğraşmak istemiyorum. Tutukluluklar, göz altılar, ev hapisleri, engellemeler, basının tekelleşmesi, pazar zamları ve özelleştirmeler, arsaların satılması, avm lerin büyümesi vs. derken, Taksim meydanını bize geri verdiler.
Belki sorunda buradadır, bize geri verdiler (bu yıllardır dürüstçe buna karşı duranların emeğini hiçe sayma anlamında değil kesinlikle)
Nazım Hikmet'in vatandaşlık hakkının iadesi.
Dersim Katliamının gündeme gelmesi.
Ahmet Kaya'nın bugünün popülist yarışmalarında temsili olarak birinci çıkması.
Bunların hepsi büyük başlıklar.
Peki saman altından akan suya ne demeli? Yürüyen doktorları unutuyoruz. Eczacıların içine düştükleri acınası durumları da. Değişen eğitim müfredatlarını, şairlerin tekrar yasaklanmasını, sanat eserlerinin sansürlenmesini, kürtaj tartışmalarını, lise çağında evliliğin önünün açılmasını...
Bana Taksim Meydanını verirken, başka sokakları kapatmasını, üstüne üstlük Taksimi dönüştürme planını da.
Belediye seçimlerinde üçbeş uyanıklık yapıp, bölgeleri ikiye ayırmasını. Mezar oylarını. Sucukları da.
Şimdi insanlar ölmeye devam ederken, İmralı görüşmeleri gündemde.
Bu savaşın bu şekilde kazanılmayacağını anladıklarını söylüyorlar. Barışçıl bir yol arıyoruz diyorlar.
Tamam.
Peki bunun altından başka bir fatura çıkıp çıkmayacağını nereden bileceğiz.
Açık mektupta, alevilerin anılmadığından bahsediyorlar?
Enteresan.
AKP sünni müslüman ideolojiyi mi temsil ediyor?
Evet.
Şaşırmıyorum.
Toplum kendi antisini de doğruyor unutmamak lazım. Diyalektiğin en güzel örneği bu memleketin insanları, yalan mı?
Neyse lafı çok uzatmak istemiyorum.
Biz ne kanlı bir mayısları, ne bu memleketteki kürt milletinin faşizme kurban gidişini, ne emeğin sömürüsünü, ne de neoliberal politikaların toptan yok ettiği diğer şeyleri unutuyoruz. Mücadele geleneği düşük seviyede, hafızası kısa ömürlü olan bir halkın, şakşakların peşinde koşmamasını temmenni yazısıdır bu. Ve bu yazıyı kilometrelerce uzaktan, başka bir kıtadan, gerçek bir önderin halka yaptığı konuşmayla bitirmek istiyorum. Belki o konuşmayı okuyunca bugün meydanları dolduran binlerce insanın, yalnızca bugünlük olma korkusunun bende neden bu kadar yoğunluklu olduğunu ve ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Saygılar..

2005, Caracas / Uluslararası Gençlik Festivali, Başkan Chavez'den alıntıdır:

"Bugün ...'ta kendinizi coğaltmanız gerektiğini söylemiştim. Dünyanın herhangi bir yerinden gelen genç bir insan geri dönüp valizini boşaltıp kendi hayatına, işine, ailesine dönemez. Hayır, bunu yapanlar festivalin ruhuna ihanet etmiş olacaklardır. Geriye kendinizi coğaltmak için dönmelisiniz, büyümek ve çoğaltmak için.
Her birinizin burada yaşananların bir aktaracısı olmanız gerekiyor. Bunu sokaklarda, köşe başlarında tekrar edin, şehirlerin duvarlarına yazın, üniversitelerde tekrar edin, yaşadığınız, uyuduğunuz, çalıştığınız yerlerde tekrar edin. Hiç durmadan, her yerde tekrar edin. Gidin ve emperyalizmin yenilmez olmadığını anlatın! Gidin ve yeni bir dönemin yaklaştığını anlatın! Çeşitli alanlarda, gidin ve görmeleri ve duymaları gereken bir tehdit olduğunu anlatın! Gidin ve temsil ettiğiniz halkları düşlerle, umutla ve güçle doldurun. Bu, festivale katılan her kadın ve erkeğin en büyük görevlerinden biridir.
Bu festivalin başarısı burada, Caracas'ta ölçülmeyecektir, yarın ya da daha sonraki günlerde bu festivlain birşey için yararlı olup olmadığın, birçok şey için yararlı olduysa başarılı olup olmadığını göreceğiz. Benim için festivale başarılı oldu demek için, yarın ya da daha sonraki günlerde, festivalin beş kıtanın rüzgarlarında bir etki yarattığını kanıtlamamız gerekir. Gelecek için savaşan gençliğin saldırısının yarattığı bir etki olmalı. Çünkü, Che'nin de dediği gibi, gelecek bizimdir. Bugün, söylememiz gerekiyor ki, gelecek sizlerindir".*

Türkiye tarihinin daha önce yüzlerce kere ispat ettiği gibi, bu newroz dönüşü insanlar valizlerini boşaltıp hayatlarına  olduğu gibi devam etmezler, dileğiyle..

*Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita - Ece Temelkuran (Everest Yay.)

size bir sır vereyim mi :))

Bak sen, Sabah gazetesinin Kitap ekine göre, bilmem kaç tane yayınevinin ortak bir politikası var artık. Grinin Elli Tonu ile başlayan bir furya. Artık kadınlar daha çok cinsel içerikli / erotik kitaplar okur olmuşlar. Epsilon, Doğan, Pegasus gibi halihazırda popüler olan yayınevleri de, hepsi aynı tonlarda kitaplar basmaya başlamışlar. Sonuç belli çünkü. Satabiliyorlar. Aslında son on yılın okuma yazma oranı ve buna bağlı olarak okuma kültürünün ne kadar geliştiğine dair istatistiksel bir veri olsa iyi olurdu. Veri olmadan konuşursak, okuma yazma oranı kesin arttı. Buna bağlı olarak,sanatla uğraşma oranı. Sinemaya gitme oranı, kitap satma oranı da... Yayınevleri de artık eskisi kadar şikayetçi değiller. Kitap 'sektörünün' de yegane amacı para kazanmak olduktan sonra bu okuyan-cahil ordularından neden sıkılsınlar?
Üçleme S:E:C:R:E:T veya Sana Soyundum Sende Kendimi Buldum, Grinin Elli Tonu, Seksen  Gün gibi cinsel yönü ağır basan, +18 kategorisine giren, erotizmin etkisi yüksek miktarda görülen kitaplar. Su gibi satıyormuş ne güzel. Ve bu kitaplar en çok kadınlar tarafından satın alınıp, tüketiliyormuş. Sabah Kitap eki de merakla soruyor, hatta bu soru cümlesiyle bitiriyor bu haberini..

Kadınların bu kitaplara olan ilgisinin sırrı ne?

Ben de onlara küçük bir sır veriyorum :)

-Sevişmiyorlar da ondan.

21 Mart 2013 Perşembe

3 harfliler

güne 3 harfli başladım (ilk aklınıza gelen değil ikincisi) ve 3 harfli bir şekilde devam ediyorum. aslında sorun işle ilgiliydi. yani iş yerindeki bir sorundan kaynaklı kafam 3 harfli oldu ve bu 3harfli işi şu saat oldu hala çözemedim.
bu arada da biraz sosyal paylaşım sitelerine gireyim de kafamı dağıtayım dedim. dağıldım. malumunuz, gündem belli. aslında bu ülkenin insanları şaşırmamam gereken 3 harfli kafalılardan oluşuyor, bkz.daha önceki tonla yazılarım, ama yine de bir içerliyor, sinirleniyor insan.
sanki uzayın başka bir tarafında, kocaman bir boşlukta tek başınaymışsınız gibi. hele o insanların bir bölümünü tanımasanız, hayata bakışlarını, yaşayışlarını, geçmişlerini falan bilmeseniz, belki yersiniz. bu 3harfli kafadaki insanların bu 3 harfli yorumları karşısında yalnızca küçük bir öğürtü ve yanınızda her zaman bulundurmanız gereken küçük mavi kovanıza kusmanızla işler hallolur. nerede?? bu kadar kindar ama unutkan, bu kadar heyecanlı ama hevessiz, bu kadar çok konuşan ama beyinsiz, bu kadar insan görünen müsveddelerle bir arada öyle veya böyle yaşamak, onların yorumlarını dinlemek/duymak, ve aslında kaplumbağalara has yaşam tarzlarını ve masa laf kalabalıklarını hazmetmek zorundasınız. tamam.

dün borayla elips şeklinde bir masanın etrafında neden latinler gibi olamıyoruz diye tartışıyorduk. mantık çerçevesinde. o bana müslümanlığın buradaki halk üzerindeki etkisinden bahsediyordu, ben de biraz coğrafi koşullardan. her defasında insanın gözüne sokulan çıplak gerçekten nefret eder oldum ben de. halbuki cevap çok basit zaar. bu insanlar 3harfli kafalı o kadar. ben de şu an öğürüyorum. daha çok insan ölsün. ne de olsa uzaktalar ve yarın unuturuz, daha çok aile parçalansın, önemli değil biz yaşıyoruz, daha çok insan aç kalsın, ekonomi oralara gitmesin, diğerlerinin allah cezasını versin, tek millet tek dil tek tek tek derken ya tivitır olmasa veya facebook veya diğer herhangi paylaşım siteleri, bu insanlar üç satır yazı okuyup aynı şekilde paylaşacaklar mıydı, bu insanlar kendilerini tarihte hiç olmadıkları kadar 'politize' edecekler miydi? merak ediyorum. yani bilgi sahibi olmadan fikir sahibi görünen bu dalkavuklar kendilerini ne de güzel pazarlıyorlar. türk bayraklı resimler, mustafa kemal'den alıntılar, onurumuzlar, bebek katilleri, 40 binler...copy paste bilgilerle işgüzarlık edenlerden bahsediyorum, daralıyorum.

aklıma başka birşey geliyor, ece sağolsun. ve neyseki başka yerlerde anlatılacak daha güzel hikayeler, insanlar var. mesela:

katolik inancı venezuela'da kabul edildikten sonra yerli tanrılar ve tanrıçalar katolik sistem içine giydirilip süslenerek... sokulmuşlar. bu arada yerli dinleri jaruba'nın ana tanrıçası chango bu tasvirde en üstte ve isa kadar büyük çizilmiş  durumda. seks yapmadan çocuk sahibi olan meryem ana yerine, şöyle kanlı canlı, elinde şarap bardağı tutan bir kadına inanmanın bir ülkenin hayata, insana ve dünyaya bakışını nasıl etkileyeceğini tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde!*

Herkes kendine pay çıkarsın.

*Bkz. Ece Temelkuran, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita (Everest)

19 Mart 2013 Salı

küçük biatloncu kutup ayısı ve prensesin öyküsü

eğer sevgiliniz sizinle birlikte yaşadığı süre boyunca durmadan eurosport izliyorsa veya ondan kalan zamanlarda national geographic veya natwild veya yine eurosport..sorun yok.. ve bu kendini her sabah kahvaltısında tekrarlıyorsa veya her iş dönüşü akşam yemeği faslında veya kanepede uyuklarken. sorun yok. tabii yalnızca onun için. çünkü unutmamak lazım ki, kumanda kimin elindeyse otorite odur. NET. bu kadar da basit kesinlikle. ama buradaki sorun yalnızca kumandanın onun elinde olması mı dersiniz? hadi hep berabar olay mahalinden bir kaç adım uzaklaşalım da, öyle bakalım. hayır. tamamen maskulen bir hayatın içinde aslanlar ve ayılarla ilgili yeterince bilgi sahibi olmamışım gibi, en son özgür willy (keko)nun hikayeside oturduğum koltukta ağlıyordum. ve o kutup ayıları yok mu, eriyen buzullar, kışın bir ay daha geç gelmesi, onların yeteri kadar yağ stoğu edinememeleri, somon avı falan derken, aklım karıştı. her birini bir hezeyan ile seyretmeye, hepsini insanlaştırmaya falan başladım. gören de kanal d' de arka sokakları izliyorum sanacak. uzun vadede bendeki etkisi böyle oldu. of çatladım. neyse sonra dün artık (bu arada hiç anlamadığım diğer konu futbol harici tüm spor musabakaları/etkinlikleri) adını kafamda zor tuttuğum (az önce googledan araştırıp tekrar baktım) biatlon karşılaşmasını izliyorduk. of neyse bunlar (sporcular) ayaklarında ince kayakları, ellerinde baston(umarım doğru yoldayımdır) ları, bellerinde silahları, allahım ya çekirge yavrusu gibi karın üstünde koşturuyorlar. Erkek kısmı coşmuş durumda. Mötiş  değil mi diyor. Değil diyorum. Böyle yan yan bakıyor, bir de elinde ttutuğu kumanda yetmezmiş gibi. Sen de böyle yapmak istemez misin? diyor. Mal mıyım ben? istemem diyorum. Bu ne böyle, yavrucuklar helak oldular, şunlara bak bittiler vah vah diye hayıflanıyorum (anadolu yöresinden bir ana edasında). Sonra hızımı alamıyorum, yahu erkeem baksana, hakkat çekirgeye benzemiyorlar mı? diye sorunca, evet anlamında başını sallıyor. Sanırım benle spor arasındaki yakın ilişkiyi keşfetmiş olacak ki, bir önceki karşılaşmada kayak takımlarıyla uzun atlayış yapanları izlerken, atlayış başına 10 000 Euro veriyorlar, atlar mıydın? diye sorduğuna çoktan pişman. E, bana her bir sinema filminde yaptığı tuhaf yorumların bir intikamı olmalıydı. ama bu yeminle hesapsız. ekrada atıyorum,  jamie fox'u izlerken, bu robert deniro'da iyi oynuyor ama demesini, bir kere sineye çekerim. tamam. veya çok heyecanlı bir sahnede, arka fondaki alakasız bir tabelaya dikkat etmesini de, ama bana geçen gün dediği üzere sinema dünyanın en gereksiz şeyidir'i bir kere daha tekrarlarsa, benim o biatloncu çekirgeler hakkında, daha söyleyecek çok sözüm olur. ona göre. bir de kumanda meselesi ve yemek masasında tv'ye yakın sandalyeye oturma hakkı var. tamam yeri burası değil ama ahanda buradan cevap veriyorum. o en "iyi" (galiba tüm alanlarda birinciliği vardı) kayakçı kadının adı benim için hala Trevanian !! benden şimdilik bu kadar ;)

17 Mart 2013 Pazar

sefiller

...gençler silahlanıyorlar ve ışığa doğru yükselen insanların müziği. Yeryüzünün sefilleri için hiç sönmeyen bir alev var.
En kara gece bile biter, güneş yeniden doğar.
Tanrının bahçesinde yine özgür yaşayacağız, sabanın gerisinde yürüyecek, kılıçları atacağız.
Zincir kırılacak ve herkes mükafatını alacak. Katılacak mısın savaşımıza?Kim duracak dimdik yanımda, Barikatın ötesinde, bekliyor mu o arzuladığın dünya?
Duyuyor musun söylenen şarkıyı? Uzaktan gelen davul seslerini?
Bu yarın olduğunda getireceğimiz geleceğin sesi!

-Les Miserables / Revolution Song

Müzikalleri sevmeseniz bile onların ötesinde bir şans vermek için çok neden var. Bir devrin, bir masalsı bir aşkın, devrimin, adaletin hikayesi sefiller. Bir de ileride filmle ilgili hiçbir şey hatırınızda kalmasa da bu sözlerin ezgisi hep kulağınız bir köşesinde tınlayacak gibi hissediyorsunuz.

http://www.youtube.com/watch?v=QngGvHTOKh4

Bkz. Tekrardan Victor Hugo'nun sayfalarında dolanmak..



15 Mart 2013 Cuma

festival gibi, 2013


İstanbul Film Festivali için kitapçığımı aldım. onlarca film arasından film seçmeye geldiğinde ise, bir sarı dolmuşun arka koltuğunda oturan biz üçlü pek de mötiş değildik. Öyle bağıra bağıra: Hollanda- Rusya yok Almanya, hayır İngiltere, evet yok roman uyarlamaları, yok özgün, yok popüler yok kimse bilmesin diye çığırmalar arasında hiç de mutabık olamadık.
Biraz geri sarmak istiyorum.
Erkek kısmı karakafa "muhabbeti" yapmaya karar verince, biz de "rengimize" karar vermeden kızlarla hoşbeş edek biraz gezek dedik. Elvo (barikanınkuyusu olarak) ve Aslum ve ben. İşte ayakkabı değiştirme işlemleri, midpointte yemek, birer bira falan derken, telefonum mesajla çınladı. "Kitapçık" haydaaaa. Biz o sırada Avrupa'nın tam orta yerinde dolanıyorduk. Yok Berlin, yok Viyana yok Amsterdam derken... kitapçık. Saat olmuş geç. O kadar da geç değilmiş demek ki. Yalnız bana geç haber verilmiş. Hafif kızgınım. Ulen yine alamadık kitapçığı diye. Yani kaçtır festivale gitmemekle kitapçık alamamak arasında en çok kitapçık alamadığıma bozuluyorum. Bunu da sesli olarak kızlara söylediğimde beni "tü"lediler. Olsun varsın. Aslolan sinemadır.
Neyse Elvom dedi ki hayde koşa koşa Atlas'a, orada var. Doğru ya, biz yine küçük bir heyecanla koşuşturma, benim yön duygumda şaşma falan arasında gittik. Kitapçığı aldık. Biletlerin ne zaman satışa çıkacığını öğrendik. Of buradan yazıp size de haber vermiş olmak benim aleyhime olabilir ama haydi diyelim bari.
16/03/2013, yani yarın sabah.
Zaten biraz da heyecanımız ondan. Elimizde katalog, üzerinde Nuri Bilge Ceylan'ın Amour'dan fırlamışcasına bana bakan fotoğrafı ve ..kafadarlar. Sarı dolmuşa bindik. Değişik bir iş bölümü. Aslı dediki program bende kalsın. Tamam. Kitapçık bende. (zaten hayatta vermem) Elvan da fikren katılacak. Aslu açtı arka koltukta boylamasına programı. Ben de kataloğu. Şöfor de ışığı kapattı. Bende sesli bir "yaaa", kızlara sordum, yahu rica etsem ışığı açsam, ayıp mı olur! dedim. Evet dediler vazgeçtim. Kör gözüm/fosforlu ışık, sinema aşkım yola devam. Anam ne çok film var. Yine benim kuş aklım karıştı.
-Uluslararası yarışma bölümü
-Sinemada insan hakları
-Türkiye sineması
-Akbank Galaları, Açılış filmi Almadovar'ın son filmi 'Aklımı Oynatacağım'(Los Amantes Pasajeros)
*Aslında bu bölümden çok bahsetmesem mi, tüm popülerler burada. Benim izlemek için küçük postitlere ismini yazdığım filmlerim. Küçük kriz nedenleri, mesela
Zaten açılıştan belli eden Almadovar (hepsi), sonra Park Chan Wook(oldboy)'la Stoker, The Perks of Being a Wallflower, Yine Derek Cianfrance(blue valentine)'ın The Place Beyond The Pines, Neil Jordon'ın Byzantium, Richard Linklater'ın Before midnight, Francois Ozon'un Dans la maison ve orjinal senaryosuyla  Disconnect ve adamım Gus Van Sant'in Promised Land... of hepsini küçük dilimler halinde yemek istiyorum. İnsan filmleri yemek ister mi diye şaşırmayın. İstiyorum.
Neyse bu yalnızca bir bölüm. Benim kararım kati ama. Bu bölümdeki hiçbir filme gidilmeyecek. Çünkü onlar erişilebilir. Biz erişilmeyen, köşede kalmış filmlere gitmek istiyoruz. Bu konuda hemfikiriz.
Ama doğruya doğru. Bu fikrimi satmama neden olacak tek bir isim mevcut. Ve hayır o herkesin aklına gelenin tersine, Christopher Nolan falan değil. Onun burada mevzuyla alakası bile yok diyebilirim. Ama eğer Xavier Dolan'ın hala yapım aşamasında olan ve gösterim tarihi henüz belli olmayan Tom a la ferme gösterime girseydi koşacaktım. Veya henüz hiç başlamadığı ve bahsi bile geçmeyen bir Haneke klasiği...
İzleyeceğimiz filmleri;
*Dünya Festivalleri
*Mayınlı Bölge
*Anti Depresan
*Geceyarısı çılgınlığı
*Edebiyattan beyazperdeye.bölümlerinden birinden seçmeye karar verdik. İki film seçeceğiz kendimize. Anlayacağınız hem katalog sahibi hem festival katılımcısı gibi duruyorum bu sene. Hoş.
Filmlerinden birini buldum bile. Acayip bir ortak yapım. Edebiyat uyarlamalarından. Almanya-Rusya-Letonya-Hollanda-Belarus yapımı. Letonya'da çekilmiş olan V Tumane(In the Fog). 1964 Doğumlu Belarus'lu yönetmen Sergei Loznitsa'nın son filmi. Bir edebiyat uyarlaması. Vasili Bykov'un aynı adlı eserinden. 1942 Nazi işgali altında Sovyetlerde geçen bir hikaye. Bir ahlak, suçlu, doğru sorgulaması gibi. Daha sonra film hakkında yazacağım. İlk önce uyanık davranıp bileti kapmak lazım. Zaten gösterim saatlerinden de anladığım kadarıyla pek popüler olmayan bir hikaye.
Ben filmi bulunca Aslu, böyle hemen programı tekrar açtı.. Ve saatlerine baktık. Vee saatlerin mantıksızlığı üzerine surat astıktan sonra, yine de direniş göstermeye karar verdik. Gidiyoruz.
Kaldı diğer film.
100 film arasından seçilecek ve bir de kimsenin duymadığı, bilmediği bir yapım olacak..
Bakalım.
Ben yine buradan size bir kaç film tanıtmaya devam ederim arkadaşlar. Gitmesem de görmesem de, üç beş öneri yaparım.
Festival katılımcıları için diyorum tabii..
Şimdilik benden bu kadar. İyi haftasonları

13 Mart 2013 Çarşamba

nihat-özdemir

Kavram karmaşısından bahsediyor. Peh.  Türkiye solcularıyla Venezuela solcularını karşılaştırıyor. Orada diyor, elitistler/burjuvalar sağcı. Burada (Türkiye) ise tüm elitistler/burjuvalar solcu. Biz de kavramlar karıştı diyor, yine sevmediğim Cüneyt Özdemir kendince ona Akp geçmişini hatırlatınca. Araştırmacı gazeteci kimliğimle oradaydım diyor. C. Özdemir şaşkın. Hangi kimlikle? diye soruyor. Hayretler içinde. E, bilmez misiniz ki, elinize kamerayı aldığınız zaman, iki soru sorduğunuz zaman araştırmacı olursunuz diyor. Özdemir yine korunaklı, aslında yargılamadığını söylüyor, halk araştırmacılığı, halk gazeteciliği diye bir şey var, buna asla karşı değilim!..diyor. Peh. Arka fonda Venezuela'yı izliyorum. Enternasyonel çalıyor. Halk Chavez adına sloganlar falan atarken ekranda yine bizimkiler. Bizim elitist, her tarafçı Özdemir ile neidiği belirsiz Nihat Doğan. Kanal CNNTürk. Hepsi adlarına yakışır bir prog yapıyorlar. Mide bulantımın üstüne mis gibi gidiyor. En iyisi Ece Temelkuran'dan "biz burada devrim yaptıyoruz Sinyorita"... Eğer biraz ilginiz varsa bizim "elitist"leri boşvermeli bence, yine de siz bilirsiniz.
*Everest Yayınları.

12 Mart 2013 Salı

tombul tombul ....

Boyum tüm engellemelere ve karşı gelmelere rağmen 1,68 m. Yani hem annemden hem babamdan hem kardeşimden uzunum ve mutluyum. Babama sorarsanız beni küçükken ayaklarımdan kollarımdan çekiştirmiş, anneme sorarsanız, insanlar yaşlandıkça kısalıyor o yüzden aslında boyum ona çekmiş. Kardeşim hiç konuyla alakalı bile  değil ama en acısı bora beni bir metre sanıyor. Bir nevi cüceyim yani. Onu bu konularda kale almamayı öğrendim. Boyun kaç bakiim senin? sorusunun ardından gelen, cevabımı mötiş bir alaycılıkla dinleyip, yok canım benim en fazla 1,50'sindirlerle biten sohbetler yetti gari! Neyse asıl anlatacağım şey, martın gelmesiyle ilgili. Abuk abuk sırıttığınızı görür gibiyim. Hayır efendim, kedilerle ilgili değil. Kilolarla ilgili. Dün sevgili arkadaşım Yasemin'le beraber güya ki yeni başlayan Vikings dizisini izlemek için odama çıktık. Tüm kızlar aşağıda (İmge'nin arkadaşları) mutfakta toplanmış kendilerince kahve dedikodu olaylarındaydılar. Yaklaşık bir buçuk, iki saat sonra aşağı indik. Mutfağa. Dizinin nasıl olduğunu sordular bize.. Doğal olarak. Ve biz de doğal olarak izlemediğimiz dizinin nasıl olduğunu bilemedik. Ne mi yaptık onca saat. Tabii ki tüm detayları veremeyeceğim, biraz araştırma hatırlama seansları sonunda :) tişörtlerimizi bööyle göğsümüzün altına kadar kaldırdık, pofff, böyle her bir taraftan sırt, yan bağlar, üst karın, mide, alt karın vs. olmayan kaslarımı(zı) ve yüksek tonaj yağlarımızı avuçladık, çekiştirdik, elimizle böyle tutup tutup bıraktık tabii. Yasemin'in 'hadi sen sporu bıraktın, hayvan gibi de yiyorsun'ları, 'yok be güzel ayva göbek seninki, çok şirinler'e kaydı. Allahım, anlayacağınız üzere, 1,68 boyumu 1 metre gören ve bana pigme diyen bir sevgilim var, haydi oldu, bir kaç kilo aldığımı düşünüyordum ki dün incelikli araştırmam biraz yanıldığımı ortaya koydu. Yani boranın gözünden nasıl gözüktüğümü tahmin bile edemiyorum. Şimdi hem kısa hem kilolu bir afetim ve hiiiiç de artık dönyanın en gözel garısı falan değilim üstelik. Offf yaza da az kaldı ya. artık ne tek başına rejim ne tek başına spor beni keser. sabah işyerinde mutfakta hamide ablaya, liposakşın yaptıracağımı söyledim. o da anlamadı tabii, o ne ki? dedi. Sebila ise bana gülerek saçmaladığımı söylüyordu, ama üstüne üstlük o da fastfoodu bırak dedi. göz yaşlarım içeri akıyor, bu ne bedevilik be kardeşim, hem tombik hem sevimli kontenjanı da başkası yüzünden dolu, bana burada galiba küçük bir müdehale kaldı. haydi hayırlısı..

10 Mart 2013 Pazar

cinayeti gördüm

1966 yapımı olan film ismini, ingilizce fotoğrafı büyütmek anlamında kullanılan blowup'tan alır. İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni'nin ilk ingilizce filmidir. Thomas adında bir fotoğraf sanatçısının, Londra'da bir parkta serbest çekim yaparken, bir çiftle rastlaşmasının üzerine gelişen olaylarda, bir cinayete tanık oluruz. Bu gizemli ve asla çözülmeyecek olan cinayetin farkındalığı için Thomas'ın durumdan şüphelenmesi üzerine kare kare tüm fotoları büyütmesini izleriz. Onunla beraber bekleriz. Sonunda nasıl bir işin içine karıştığını farkeden Thomas, buna aynı şekilde kendiyle birlikte birilerini tanık etmeye çalışılır. Yani cinayetin gerçek olduğunun ispati için uğraşır. Bir süre sonra kaybolan fotoğrafları, tek tanığı olan Jane'in telefon numarasının yanlış çıkması... Gerçeklikle ilgili karakterimizin aklını karıştırmaya başlar. Pandomim sanatçılarının gürültülü girişiyle başlayan film, cinayetin işlendiği parkta kaybolmuş bir cesedin peşinden koşan fotoğrafçının yine o pandomimcilerle karşılaşmasıyla sona erer. Kamare iki pandomim sanatçısının olmayan tenis topuyla olmayan maçını kaydederken, kamere yeşile  doğru uzandıkça artık yalnızca olmayan topun sesi kalır geride. Ve Thomas o yeşilin içinde, aynı kendisinin fotoğraflarla oynaması gibi, yönetmenin zoomout yapmasıyla kaybolur...

http://www.imdb.com/title/tt0060176/reference

Blow-Up (1966)

9 Mart 2013 Cumartesi

Brit Marling

'insanlar kolaylıkla kalp cerrahı olabilirler, gerekli disipline sahip olsunlar yeter. Ve benim oyuncu olmak istememin tek bir sebebi vardı: Dünyanın en zor işi olduğunu biliyordum. Oyuncu olmanın en iyi yönlerinden biri de kesinlikle her bir karakterde başka bir bakışaçısına geçiyorsunuz ve aklınıza hayalinize bile gelmeyecek başka bir karaktere dönüşüyorsunuz...'
1982 doğumlu Brit Marling, ender bulunan kadın yazar/oyuncu/yapımcılardan. Aslında Georgestown üniversitesinden Ekonomi diplomasını aldıktan sonra aklında yalnızca sinema varmış. Biraz da o yüzden hızlı bir şekilde LosAngeles'a taşınıp burada sinema endüstrisi üzerine araştırmalar yapmış. Kariyerine oyunculukla başlayan Brit Marling, korku filmlerinin aranan tatlı sarışın kızı olmaktan daha başka biri olmayı kafasına koymuş olmalı ki, yakın arkadaşları olan Mike Cahill ve Zal Batmanglij ile senaryo yazmaya başlamış. Günü iki parçaya bölerek iki senaryoda aynı anda çalışan Brit Marling, böylelikle Sundance film festivaline iki filmiyle birlikte katılma şansına da sahip olmuş. 
Another Earth ve Sound of My Voice filmlerinin ikisinde de post-bilimkurgu tarzlarında konular işleyen Marling aynı zamanda tematik olarak vicdan, pişmanlık, ahlak üzerinde durmayı tercih ediyor. Filmlerinin asıl kaynağı marjinal bilimkurgu hikayeleri gibi görünse de, daha çok üstünde durduğu şey dramatik yapısı oluyor. 
İki parelel dünyanın birbirine yaklaşmasını ve bununla birlikte düzenin bozulmasını ve dengenin bir süreliğine kaybolmasını anlattığı Another Earth, aslında diğer taraftan bize bir anlık dikkat dağınıklığı ile bir kazaya ve kazının sonucunda bir ailenin parçalanmasına sebebiyet vermiş olan ana karakterimizin hikayesini anlatırken
Sound of My Voice'da, 2054'ten yani gelecekten geldiğini iddia eden bir kadının, kurduğu tarikatın öyküsünü ve buna paralel olarak bu tarikatı ifşa etmek amaçlı mürit kılığında içeri sızmayı başaran bir çiftin zaman içinde yaşadıklarını anlatırken, bir yandan da karanlık gelecek tasviri, insanların bencilliklerinin sonucu, tamamen bozulmuş bir eko-sistem ve yine insanlığın ahlaksal olarak kurtuluşu konularını irdelemiş diyebilirim. 
İki farklı senaryosuyla adından söz ettirmeyi başaran Brit Marling yine benzer bir hikaye ile 2013 te bizimle olacak şanslıyız ki. 
The East filmi ile karşımıza çıkacak olan Marling, bu sefer yine ekosisteme zararı olan büyük kapitalist şirketler ile mücadele etmeye karar vermiş bir anarşist grubun hikayesini anlatacak. Ve ilk  defa bu filmde biraz daha popüler kişilerle çalışmış. Ellen Page, Alexandre Skarsgard, Patricia Clarkson, Julia Ormond vb. Sundance film festivalinde gösterimi yapılan bu son filmin ABD'deki vizyon tarihi ise Mayıs 2013. 
Şahsına münhasır film hikayeleriyle dikkat çekmeyi başarmış ve belirli bir izleyici kitlesi edinmiş olan Brit Marling'i umarım gelecekte yine aynı şekilde enteresan projelerin içinde görmeye devam ederiz. Çünkü gerçekten kadın sinemacı adına çok büyük bir açığı olan sektörün böyle işlere ve böyle işler yapan kadınlara ihtiyacı var. 
Sinemaseverlerin tüm filmografisine bir göz atmasını öneririm.

*Sound of My Voice filmindeki başrollerden biri olan Christopher Denham'ın The Following dizisinin gelecek bölümlerinde karşımıza çıkacağını söylemeden geçmeyeceğim.






8 Mart 2013 Cuma

danke schön !


kahramanlık filmlerinden pek haz etmez görünenlerdenim. çoğu zaman. yani kahramanlara çok inanmıyorum. beynimle düşünebildiğim reel anlarda. ama için için ben de küçük birer kahramanlık hikayelerinde salınıp gitmeye, batman'nin gerçek olduğunu düşünmeye, vampirlere vs inanmaya bayılıyorum (evet  doğru anladınız vampirlere!). bunu da yalnızca ciddiyetsiz hoşbeşlerde arkadaşlarımla, bir de burada bu tuhaf anlamsız yazılarımı okuyan sizlerle paylaşıyorum. anlayacağınız yazının ilk cümlesi tamamen bir palavra. kahramanlar iyidir. kahramanlar iyidir çünkü sizi hiç olmayacak anlarda sıkıştığınız yerlerden gelip çıkartabilirler. en umutsuz zamanlarda size ışık tutabilirler. herşeyi kaybettiğinizi sandığınızda size bir neden verebilirler. kahramanlar yaptıklarının bile farkında olmadıkları kahramanlıklarıyla sizin kendinizi iyi hissetmenizi sağlayabilirler tabii. bunu illa ki yıkılmak üzere olan köprüleri birbirine bağlayarak, denizin içinden elini yumruk yapıp gökyüzüne fırlayarak, bir örümcekle dünyanın gücüne sahip olarak, mekanik bir ölümsüze dönüşerek de yapmak zorunda değiller ayrıca. kahramanlar daha çok hayatın küçük detaylarında omzunuzun üstündeki iyi kalpli peri gibi (biraz romantik oldu idare edin), sabırla sizi dinleyebilir, çıldırmaya en yakın olduğunuz anda telefonun diğer ucunda belirebilir veya bugün yaptığı gibi sizin için çok kıymetli olduğunu bildiği birşey için saatlerce hem de hiç sıkılmadan, bıkmadan, ve sizin bütün o dırdırınıza, beğenmez hallerinize, memnuniyetsizliğinize rağmen çok güzel şeyler yaratabilirler.
aslında bu bir nevi kahramanlığa methiyeden çok, teşekkür yazısı. şimdi anlamsız anlamsız yine noldu, kim ne yaptı ki  diye  düşünebilirsiniz. ne yazık ki kim olduğunu söyleyemeyeceğim bir arkadaşımdan bahsediyorum. bir de o yaratıcı zekası tonla yükle dolu değilmiş gibi benim için saatlerce uğraş vermesinden. e tabii bugün dünya emekçi kadınlar günü :) günün anlamına tersten baktık biraz ama olsun. o bugün için bana en güzel hediyeyi verdi. teşekkür ederim.
blogumun yeni tasarımını tamamen ona borçluyum.
umarım benim kadar keyif alırsınız arkadaşlar, şimdilik herkese iyi haftasonları, en çok da sana tabii :)

7 Mart 2013 Perşembe

obsesifmakinist: küçük lokma ye ama ;)

obsesifmakinist: küçük lokma ye ama ;): Bazı insanlar bazı şeyler olmak için yaratılmaktan çok, bazı şeyler olmamak için yaratılmışlardır. Yani olmayacakları şeylerin tanımı, onlar...

küçük lokma ye ama ;)

Bazı insanlar bazı şeyler olmak için yaratılmaktan çok, bazı şeyler olmamak için yaratılmışlardır. Yani olmayacakları şeylerin tanımı, onlar hakkında daha samimi bir fikir edinmenizi sağlar. Yaptıklarıyla değil, asla yapmayacaklarıyla bildikleriniz gibi, olduklarıyla değil asla olmayacaklarını bildikleriniz. Ben kendim hakkında konuşurken öyle biriyim işte. Aslalarım, her zamanlardan daha çoktur. Belkilerden nefret edip, griyi asla tercih etmeyenlerdenim. Koyu bir taraftar olamasam da, beşiktaşın renklerini en çok severim, veya çok renkli olan gazetelerden nefret ederim.
Misal..
Dün kumaş pantolonum, ipek gömleğim, ceketim ve topuklu ayakkabılarımla, hiç olmayacak birşeye doğru yola çıktım. Uzaklara. Eskiden asla dediğim birşeyin içine yeni yeni dahil oluyordum. veya aslında belki hiçbiri daha o kadar belli değildi.
Çorlu'ya.
Bir iş toplantısı için oradaki bir fabrikaya yol aldık. Arabada patronum, yurtdışından gelen teknik misafirimiz ve ben.
Sarı bloknotum, keçeli mavi kalemim, föylerim ve içinde kendimce çıktısını aldığım belgelerimle birlikte. Bir de alakasız olacak ama arabanın arka konsolunde sabahtan aldığım ve bir türlü yemesi nasip olmayan simitim. Kahvaltı yapmadan başladığım nadir günlerden bir tanesiydi. Arabanın içinde almanca, ingilizce ve türkçe olmak üzere, çoklu bir sohbet sürüyordu, ben ara ara camdan  dışarı dalıyor, önüme çıkabilecek zorlukları düşünüyordum. Kimya formülleri, hammadde bilgileri, piyasa araştırmaları, muadil ürünler falan filan derken, hangi dilde olacağı belirsiz bir toplantıya doğru sürükleniyordum. Henüz yapım aşamasında olan geleceğe doğru belki. Heyecanımı belli etmemek için sapını sıkıca kavradığım çantam, avucumda ufalanıyor, havanın tüm ayazına inat yüzüme vuran güneş, gözlerimi kamaştırıyor ve sevgili Schulze acaba üşüyor mu, o zaman cam açmamak en iyisi gibilerinden bir hava hakim. 2 saatlik bir yol hikayesinin içindeydim.
Toplantı beklediğimin aksine daha sakin geçti. Ben sayfalarca notumu alıp, tüm söylenenleri kaçırmama çabasında, aslına bakarsanız masanın da en rahat tarafındaydım. Toplam 1 saatlik bir sohbetin ardından ise geriye önümüzdeki hafta tekrarlanmak üzere sözleşme ve iyi sonuç getirebilecek bir güler yüz ile döndük. Tabii bunun üzerine toplam 5 saatimi alan bir yol/toplantı hikayesi, toplam 5 saatlik birikmiş bir açlığa dönüştü.
Eskiden bana sorsalar asla içine  dahil olmayacağım, itinayla uzak durmayı tercih edeceğim bir sektörde yeni işe başlamış olmam yetmemiş gibi, bir de herşeyin yine hiç aklımda olmayan yönde gelişmeye başlaması tuhaf tabii.
İşte insan hayatı burada devreye giriyor. O yüzden büyük konuşmamak lazım diyorum. Sonra söylenenleri böyle takur tukur yememek için :)
Bir yandan da kitap yazmak istiyorum ya, istedikleriyle başarı sağlayamayan ama hayatın süprizleriyle idare eden çoğunluğa dahil olmamak için biraz daha çabalamam lazım galiba. Aslında bunun herhangi bir tarafında sürpriz veya benzerleri mümkün olmayadabilir.
Neyse blog okurlarıma, sevgili arkadaşlarıma verecek haberlerimi özetlersek
evet iş hayatı (resmi) gerçekten iyileşiyor, karışıyor ve büyüyerek üstüme geliyor ama hoş, kabul edilebilir.
kitap/senaryo çalışmaları yarım yamalak bekliyor ve daha bir süre daha beklemede duracak gibi görünüyor, kabul edilemez tabii.
ama bu hafta sonu blogla ilgili yeni birşeyler denemeye kararlıyım. şimdilik gaza geldim yani, blogla uğraşırken tüm yazdıklarımı bloklamam umarım ;) sakarlığımı bilen bilir, neyse şimdilik sevgiler arkadaşlar..

5 Mart 2013 Salı

çirkinim, ama güç bende

Dün yatakta sağa sola debelenirken national geographic'te bir program dikkatimi çekti. Güzellik ve estetik hakkında çok yönlü bir programdı. Dünyaca ünlü psikologlar, psikiyatristler, sosyologlar, genetik uzmanları, nörologlar ve diğer bilimadamları güzellikle ilgili konuşuyorlardı. Güzelliğin nasıl yaşam lehine bir koz haline geldiğinden, çirkin insanların ise bu konuda çok fazla ön yargı ile karşılaştıklarını anlatıyorlardı. Bilimsel araştırmaların sonucunda güzel insanların, çirkin insanlara göre %15 daha hızlı bir şekilde işe kabul edildiklerinden, yine ortalama aynı civarda daha fazla para kazandıklarından ve kariyer olarak daha hızlı ilerlediklerinden (tanınan şansla doğru orantılı) bahsettiler. Ve çirkin bir insan ile karşılaştığımızda, ön yargımızla o kişinin kişiliğiyle ilgili olumsuz yorum geliştirme ihtimalimiz çok daha yüksekmiş. Hiçbir eskiği olmamasına rağmen aynı kapasitede güzel ve çirkin iki insanın rekabetinden kesinlikle güzel olan galip çıkıyor anlayacağınız. Ancak kime göre güzel?
Yapılan araştırmalar tartışmasız her kültürden insan ile yapılan anket vb. çalışmalar sonrasında ortaya koymuştur ki, en ilkel kabileden, en gelişmiş kültürlere güzelliğin bir nolu maddesi: Simetri'imiş. Çok önceden izlediğim yine buna benzer bir programda, bilgisayar ortamında, dünyanın en güzel uzuvlarını bir araya getirerek bir canavar yaratabiliyorlardı (orantısızlık). Ve dün insanlara ekranda kendi resimleri gösterildiğinde, yine beğendikleri, photoshop ile düzeltilmiş simetrik halleri oldu. Bir de 0-12 aylık bebekleri bir odada yere oturttuklarını ve önlerinde iki kişinin resmini sabitlediklerini hatırlıyorum. Biri çok güzel bir kadın fotoğrafı,biri de daha çirkin bir kadın. Hemen hemen bebeklerin büyük çoğunluğu, emekleyerek gidip güzel olan fotoğrafın karşısında oturuyor ve ona bakma eğiliminde bulunuyor. Bu tabii gözün ilk tepkisi, ancak biriyle ilgili mantıklı bir çıkarıma varmak için bir kaç saniyeden daha fazlasına ihtiyacı olduğunu yaşla birlikte öğrenen biz olgunların da aynı ön yargı içinde olması biraz komik, biraz da ne kadar gelişmemiş organizmalar olduğumuzun ispatı değil mi dersiniz? Mankenlik ajanslarının belli kriterlerin dogmatik uygulayıcısı olması, güzellikle ilgili belirli kalıpların dışına çıkılmaması, çıkıldığı takdirde dışlanılması, güzellik algısının bile bir nevi tektipleştirilmesi anlamına gelmiyor mu sizce de? Estetik cerrahideki bu devrimsel yükseliş, kozmatik ürünlerinin tüm bilinen zararlarına rağmen vazgeçilmez hale gelmesi, zayıflama merkezleri, diyetisyenler.. derken herkesin birbirine benzemek istediği, herkesin ötekileşmediği(çirkin) ve belirli standartlara (simetriye) uymaya çalıştığı bir zamandan bahsediyoruz. Asıl acıklı olan ise bu, tamamen demografik olarak asıl azınlıkların hakimiyetiyle ilgili. Yani azınlıklara dönüşmeye, benzemeye çalışan yığınların hikayesi olmuş durumda.
Buna karşıt olarak İngiltere'de emsali bulunmayan bir ajanstan bahsetmeden geçemeyeceğim. 'Ugly Models Agency' . Dikkat çekecek kadar çirkin ve tuhaf görünen herkes bu ajansa kaydolabiliyor. Vücudunuzdaki yüzlerce piercing, tüm vücudunuzu kaplayan dövmeleriniz, yüzlerce kilonuz, dişsiz ağzınız, kel kafanız, kanca burun, kepçe kulak, benli suratınız, aşırı uzun veya kısa olmanız...hepsi bir avantaja dönüşüyor bu ajansta. Dünyanın en büyük karakter oyuncularının da bu ajanstan çıkabildiğini düşündüğünüzde gerçekten "çirkinlik" biraz da olsa anlam değiştiriyor, ne dersiniz? Ancak yine de yaklaşık 15 yıldır ajansa bağlı modellik yapan yaklaşık 200 kiloluk bir kadın, kendine sorulduğu zaman modellik yaptığını söyleyemiyor, veya ağzının içinde az sayıda dişi olan, çirkin kral da aynı şekilde, bir temizlikçi olduğumu söylediğimde daha kolay inanıyorlar bana diyor. Acıklı.
Ki toplum iyi insan olma sınırlarını çizerken iki yüzlü biçimde insanın yüreğine bakmamız gerektiğini öğretiyor bize. Yalan mı? Ancak yine de öğrenilmiş görgüsüzlük ve gaddarlık ve farklıdan kaçma/korkma/dışlama/beğenmeme durumu bize bu sahte bilgiyi yalanlama şansını da sunuyor. Böylelikle toplumun öğretisinin karşısında durarak, toplumun azınlığı olan güzele benzeme çabamız ile ironik bir biçimde çoğunluklaşıyoruz.

Ben ajansın kendi sloganıyla bitirmek istiyorum:
We like our women fat and our men geeky, we like the extremely tall and the shockingly small. No one is too abstract for our books! We are Ugly. And we are the leaders in character modelling.

Ayrıca merak edenler için:

http://www.ugly.org/UGLY-MODELS/

News Photo: Unattractive models for Ugly model agency in London

4 Mart 2013 Pazartesi

küçük buhran

tamam belki kırka yaklaşmış olabilirim.. benim ortalama en sevmediğim yaş olan kırklara. bir erkeğe genel olarak çok yakışan ama bir kadına asla oturmayan kırklara. otuzlarla sorunu olmayanlardanım ben. hatta ilk aşamada yirmi sekiz/dokuzlarda dolanmaktansa otuzları tercih edenlerden, yaşlanmayı sevenlerden, kırışıklıklarla(bkz.tuncel kurtiz), beyazlarla(saçlarım), yer çekimiyle(göz kenarı)barışık olanlardanım ben (tabii bir yere kadar). bu bir tarafa tabii. ama diğer tarafta sanki iki dönemin arasına sıkışmışlık hissi veren kırklar var(kadın için), zaman mı daha eğreti kadın mı daha eğreti anlayamazsınız. Mesela daha çok spor yapmaya çalışan kırklar, daha çok saç boyayan kırklar,  googleda en çok botoksu araştıranlar, elleriyle durmadan ayna karşısında yüzünü yoklayanlar, biraz sağlık düşkünlüğü, yok magnezyum  desteği, sigarayı bırakma çabaları, yok yalnızca bir kaç kadeh şaraplar, uzun yürüyüşler, yüzde yüz organik besinler, tuhaf makyaj yöntemleri, hep bir olmamışlık hissi veren kıyafetler, yoga, fenkşu falan derken işte çıldırmak üzere bir x kromozomu... ben de o yaşa yaklaşmış olabilirim, böyle atlatacaksam, kendimi bir süre eve de kapatabilirim. 80lerle 2000lerin arasında kalıp abuk ve absurd dans karoegrafisi çizen kırklar..
Ve ben de oraya doğru usul usul ilerliyorum. ilerliyorum da yirmilerden beri peşimi bırakmayan bu beyazlarımın git gide artması(tamam zamanın akışıyla doğru orantılı) fakat kafamda teyzeminkinden bile daha çok beyaz olması, böyle artık ha o taraftan ha bu taraftan ayırmak lazım derken, bugün artık saçı ayıracak bir taraf kalmaması, minübuste teyze denmesiyle burun buruna gelmeler, hatta bir keresinde yer vermeler.. biraz erken değil mi yahu?
evet saçımı boyatmak istemiyorum, böyle on yedilerden beri saçını renklerin her tonuna boyayan benim sıtkım bir kere sıyrıldı, bir de tabii yüz yıldır görmediğim saçımın asıl rengine olan bir hasret söz konusu. kış bittiği üzere artık bereyle de dolaşılmayacak, oturduğum zaman tepemden bakan herkesin koyu bir beşiktaşlı olduğumu anlamasından da...
şansıma tüküriiim yahu. biraz doğal takılalım dedik ama bir taraftan şeytan dürter oldu. platin sarısı  diye. gösterişli kürtler gibi olacağım yani. karakaşlı, kara gözlü, kara kirpikli "doğal" sarılardan.
şaka şaka korkmayın.
yol ayrımındayım.
ya toplu taşıma araçlarında keyfime göre takılacağım ya da biraz babaannelikten çıkacağım. düşününce ben zaten yaşlanınca dede olmak istiyorum, düz mantık: babaannelik bana göre değil, söz konusu bir oğlum da yok zaar, yani olmayan tek şey bir oğul mu diye sorabilir okur?? bir de dede olmak nasıl olacak diye düşünebilir.. çok kafa yormayalım, dedeyle büyüyen nesildenim ben. Bir de yaşlı kadın, yok olmadı, genç kadın, kadın, kız, kız çocuğu falan filan dırdırı, dırdır :) karşısındayım.
karı kız !!muhabbetindense erkeklere mal olmuş muhabbetleri daha çok seven kadınlardan biriyim yani.
Vavv böyle diyince kötü mü oldu bilmiyorum ama, topuklu ayakkabı, taşlı toka, pullu bluz giyinmektense... kot tişörtüm mutluyum ;)
o yüzden şu saçlarımı boyatmak istemiyorum ve kırka gelmektense, zıplayarak elliye geçmek falan tercih edilebilir benim için. Yoksa numarası kolay: nambır bir. Kendisi salt siyah. Hiçbir şey eklenmemiş, katıksız, simsiyah. Kafana kömür çalmak gibi. baştan sona tüm işlem boyunca senden çalacağı zaman toplasan yarım saat. şurada oturup yazdığım zamana denk neredeyse. yani kolaya kaçmıyorum.
biraz karar verdim aslında. büyüyünce dede olamayacağıma göre, en azından yaza kadar teyze teyze dolanabilirim. yazında saçıma karayı çalarım, mis. sonra da minüste denk geldiğim  dedelere yine yer veren gençlere dönerim :)
öptüm kızlar ;)

3 Mart 2013 Pazar

adı bile meymenetsiz 'pazar'

ikili diyalog kurduğunuzu sanırsınız, sohbet ilerler. bir süre sonra ne siz onu, ne o sizi dinliyor durumdadır. dinlemediğiniz sorulara soru ile karşılık verir veya en iyi ihtimal boş bir hı! çekersiniz, masanın tam ortasına. acaba dışarı çıksak mı? kafada olan onlarca başka düşüncenin tam ortasına düşer, ve siz bu soruyu sondan yakalayıp başını kendinize göre oluşturursunuz.. hı?
dışarı diyordum...
evet hava güzel!!
gibi..
farklı dilleri konuşuyorsunuz, sorun değil.
bugün pazar, aslında pek birşey yapmak gelmiyor içimden, karın ağrıma, yarım sarhoşluk ve pazar mayhoşluğu da eklenince daha çok yatalak bir gün daha eklendi, zaten klasik anlamda alışılmış pazarlarıma. birşey değil. dolu film/dizi beni bekliyor zaar. ben yalnızca bugün bir fincan kahveyi bir arkadaşla paylaşmak veya tek başıma mutfakta bir sigara tüttürmek arasında dolanıyorum. zaten saat daha erken, ve yine erken olduğu için edilmemiş milyonlarca kelimeler birikti bazı köşe kıyılarda. o da dert değil ya, ertesi gün işe gideceğini bilmek, bazı zaman ne zaman öleceğini bilmeye dönüşüyor ya, bugün biraz da öyle bir gün mü? yoksa beni sıkıntılar mı bastı acaba... 
en iyisimi şimdiden akşama ne yemek yapacağımı, yarına ne giyineceğimi, onun kaçta gelebileceğini falan düşünmeden öyle biraz uzanmak, boylu boyunca.. bir de galiba marifetmiş gibi bir apranax daha atıp ağıza ağrının kimyasal destek ile geçmesini beklemek. kadere bırakmamak yani durumu. peh bugün öylesine bir gün ve ben daha günün başından yorgunum..
pazarlardan nefret eden herkese sevgilerle

2 Mart 2013 Cumartesi

black mirror ve benzerleri

Bir başka dizi haberi daha..
Geçen sene izleme şansım olan Black Mirror (2011) ikinci sezon ile izlenmeyi bekliyor (henüz ben de 2.sezonu izlemedim).






Üç değişik hikayeden oluşan, 3 bölümlük mini seri, bilimkurgu/fantastik/drama/gerilim tarzlarını ustalıkla harmanlamış, enterasan olay örgüsü ve senaryosuyla ilgi uyandırmıştı. Distopik gelecek tasarımlarının örneklendiği hikayeler gerçekten 3 extremes tarzında kurgulanmıştı.
Ülkesinde, prenses kaçırıldığı için bir domuzla ilişkiye girmeye zorlanan bir başbakanın hikayesi ve medya
İnsanların çalışma gücünün bisiklet üzerindeki eforlarına bağlı olduğu ve buna göre sınıflara ayrıldığı, illüstratif bir başka dünya
Gözetleminin bir sonraki adımı, tüm anılarınızı gözden geçirebildiğiniz bir gelecekte, aynı zamanda her şeyi kayıt aldına alabilip aynı anda hiçbir şeyi saklayamayacağınız bir zaman..

Bu üç muhteşem hikaye ile sona eren Black Mirror'ın 1. sezonundan sonra sıra 2. sezonda.
Henüz izlemedim, ama haberi olmayanlar için buradan sesleniyorum. Kesinlikle izleyin..






 **Bu arada Güney Kore yapımı olan ve tabii ki yönetmen/senaryo koltuğunda daha önce muhteşem hikayeleriyle tanıdığımız Jee Woon Kim ile, Doomsday Book (daha önceki bir yazımda bahsetmiştim), benzer bir yapıya sahip, üç farklı hikayeden ve üç farklı gelecekten bahseden kurgusal, fantastik, bilimkurgu sinemasının iyi örneklerinden. Ona da bir göz atabilirsiniz.




Bunların hepsini bitirdikten sonra hızla, Jee Woon Kim'in önceki filmlerinden Tale of Two Sisters ve Three, sizi bekliyor olacak. Söylemesi benden :) Siz zaten izlemeden duramayacaksınız..













**** Bu arada bugün az önce Black Mirror 2.sezon 3.bölümü izleyip bitirdim. İnanılmaz güzel ve güçlü bir hikaye. Tüm ingiltere seçim öncesinde, bir çizgi karakter olan Waldo'yu diğer 'gerçek' politikacılardan daha inandırıcı ve dürüst bulabilir mi? Seçimleri yalnızca televizyona çıkmanın bir yolu olarak gören bir aday, kendini halkın üstüne gören bir aday, ve herşeye karşı çıkan tavrıyla waldo.. Peki herşeye karşı çıkan Waldo aslen herhangi bir şeyi savunuyor mu? Ya halk?

Ripper Street - 2012



Londra'nın arka sokaklarını seviyorsanız ve 1880'leri ve aynı zamanda biraz karındeşen Jack, biraz faili meçhul cinayetler, biraz ingiliz aksanı, biraz ihanet, aldatma, tutku ve takıntılar, iyi oyunculuklar, su gibi akan bir ilk bölüm... Ve Matthew McFadyen'in, Mr. Darcy'nin biraz yakınından geçen bir karakteri canlandırdığını görmek istiyorsanız.




İki usta oyuncunun eşliğinde Jerome Flynn ve Adam Rothenberg ile 8 bölümlük bir mini seri, Ripper Street'ten bahsediyorum. 
Akıllıca kurgulanmış hikayesi ile, şu sırada izleyiciyi aptal yerine koymayı tercih eden polisiyelere bir alternatif sunuyor. 
Bir göz atın bence..

Adam Rothenberg, Kaptan Homer Jackson'ı canlandırıyor. Sherlock'un vazgeçilmezi Dr. Watson'ın aksine, Dr. Jackson tutkulu, kadınları seven, dalgacı bir dahiyi oynuyor. Yer yer akıllara Holmes'ü getirse de, özgünlüğünü korumuş ve karakteri sevmenize neden olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.



Dedektir Edmund Reid'ı canlandıran Matthew Mc Fadyen ise o donuk aksanıyla ve muhteşem oyunculuğuyla yine göz dolduruyor. Sherlock'un aksine işini daha ciddiye alan, tutuk ama hırslı, inatçı ve deyim yerindeyse tam bir bilirkişi, izleyiciyi kendine inandırıyor.



                                                                                          
                                                               
Dedektif Bennet Drake'i ise, yine usta oyunculardan biri olan, Jerome Flynn canlandırıyor. Kavga düşkünü, acımasız, kaba, ahlakçı Drake ve belki bildiği ve inandığı herşey kısa bir süre sonra değişmek üzere...