31 Ocak 2012 Salı

Bir Kazan Dairesi Hikayesi

Sarı kısa parlak peruk, ince boynunu daha da fazla ortaya çıkartıyordu. Neredeyse kulak hizasında, dalgalı peruğuyla ellilerden fırlamış bir Marilyn Monroe taklidiydi. Dudak kalemini biraz taşırmıştı ama bu kusur bile güzelliğini bozmuyordu. Kırmızı parlak ruju, nemli gözleri ve takma kirpikleriyle büyüleyici görünüyordu. Elindeki siyah saten eldiven dirseklerine kadar uzanıyor, siyah dar uzun elbisesi ile bir matem fotoğrafı çiziyordu.

Tek ayağını merdivenin ikinci basamağına dayayıp, ayakkabısının tokasını düzeltti. Kristal toka biraz bozulmuştu. En az senede bir kere giyindiği bu ayakkabıyı yatak odasında tuttuğu sandığın içinde saklıyordu.
"Peki ya elinizdeki mektuplar?" dedi ses
Gözlerindeki sahte kirpikleri kırpıştırarak, kafasını yukarı ta basamakların en üst katına doğru kaldırdı.
"Mektuplar?"
"Onlarla ne yapmayı düşünüyorsunuz bayan?"
Aslında daha karar vermemiş gibi davranması gerekiyordu. Bunun üstüne kendini biraz zorlayarak da olsa durumu bozmamaya karar verdi. Alt dudağını üst dudağına doğru kaldırdı, omuzları da aynı haraketle yukarı çıktı, daha da incelttiği ses tonuyla
"Bilmem ki" dedi
Ses ellilerinin ortasındaki bir kadına ait olmaktan çok, genç bir kıza aitti.
"İsterseniz bana okuyabilirsiniz" dedi kız
Çocuk görüntüsünde bir genç kız basamakların en üstünde oturuyordu, dizlerini birbirine kenetlemiş, bir yandan meraklı gözlerle aşağıda duran yabancı kadını izliyordu, bir yandan da tırnaklarını kemiriyordu. Üstünde dizlerine kadar uzanan mavi bir elbise vardı, altındaki bilekli çoraplar ise dantelliydi. Eski moda bir film sahnesiydi sanki.
Okul musamerisine hazırlanmış bir öğrenci edasında giyindirilmiş bu çocuk genç biraz bıkkın, biraz meraklı ama daha çok mütereddit bir şekilde oturuyordu. Her an gidecekmiş gibi, birşeylerden kaçacakmış gibi. Karşısında dikilen kadın ayak ucundan tepesine kadar süzdü onu, bir hata aradı, bir bozukluk, bir hastalık, kısık gözlerle sanki o ağır kirpikleri taşıyamıyormuş gibi bir süre hiç konuşmadan izledi. Sonra da basamaklardan birine bıraktığı mektupları koruma duygusuyla hızla geri aldı kucağına. Ona hiç cevap vermedi, sırtını dönüp ileri doğru bir kaç adım attı ki ayakkabısının tokası hala canını acıtıyordu ve rahat yürüyemiyordu, boğazının kuruduğunu hissetti.
"Ailenden gizli gizli sigara içmek için mi geldin buraya?"diye sordu. Hala yüzü ona dönük değildi. Merdivenlerden bir kaç metre uzaklaşmıştı sadece ve kalorifer kazanına doğru yaklaştıkça yüzüne çarpan sıcaklık artıyor, kulaklarındaki uğultu yükseliyor ve bunlara rağmen kazanın ön cephesindeki küçük pencereden yayılan ışık etrafı biraz daha iyi görmesini sağlıyordu.
"Sigara içmiyorum" aksi aksi cevap vermişti
"O zaman yakışıklı bir gençle mi buluşacaktın?"biraz duraksadı, sanki bu kadar soru sorması gerekip gerekmediğinden emin değilmiş gibi, yine dayanamadı, küçük dünyasını bozmak istemiyor, bir yandan da kendine hakim olamıyordu.
"Yaşın kaç senin?"
"On altı" cevap çok hızlı gelmişti. O daha çok bir sanane, bir omuz silkme, bir seni hiç alakadar etmez bekliyordu.
"Daha çok on iki, on üç gibi gösteriyorsun" dedi. Dilinin kemiği yoktu. Aynı annesinin kendisine yaptığı gibi, oldukça acımasızdı. O yaştaki bir genci kızdırmak için daha doğru bir söz bulamazdı. Kızın sinirli bakışlarını daha iyi görebilmek için ona doğru döndü, yüzünü hala çok net göremiyordu. O boyalı balçık kirpikleri de işini hiç kolaylaştırmıyordu doğrusu.
Kız oturduğu basamaklardan kalkıp merdivenin en alt katına kadar indi, neden böyle yaptığını merak etse de ona sormak istemiyordu, sonuç daha iyiydi, artık yüzünü daha iyi görüyordu. Kız da suskun suskun kendini izliyordu.
"Ailenle mi bu otelde kalıyorsunuz?"
Aslında bu sorusuna vereceği cevap hiç umrunda değildi. Bunu belli etmemeye de çalışmadı. Kızın yanıtını beklemeden
"Burası çok sıcak değil mi?" Farketmeden bir monolog kurmuştu.
Kız onu kafasıyla onayladı. Kadın ise bir öne bir arkaya yürümeye devam ediyordu.
"Hayır kalmıyoruz" dedi, o da aynı meraksız tonda devam etti
"Peki ya siz?"
"Yo hayır, kumarhanesi çok iyiymiş" bir kahkaha patlattı, "En azından bedava bir şeyler yemek içmek için" yüzünde hala anlamsız bir sırıtma vardı.
Omzunda asılı olan çantadan bir sigara çıkardı. Ateşi bulmak için biraz zorlandı ama sonunda başardı. Sigarasını derin derin içine çekti. Parlak dudaklarının arasından çıkan duman, kazan dairesinin karanlığına karışıyordu.
"Zaten ben bu otelde kalmıyorum" dedi ilgisizce, aslında daha çok ilgisiz görünmek için çabalayan bir hali vardı, göz ucuyla kızı süzüyordu. Acaba ondan daha fazla şey öğrenmeye çalışacak mıydı?
"Eşinizle mi?"
"Evet yıldönümümüzü kutluyoruz" Yine biraz duraksadı ve tüm yüzüne yayılan sahte gülümsemesiyle ki, böyle bile gülünce çok güzel görünüyordu
"Yirmi yedinci yılımız" dedi. Sesinde gurur, mutluluk ve dakikalar sonra ilk defa gerçek birşey vardı. Zorlukları aşmış olmanın, bir ilişkiyi yirmi yedi yıl ayakta tutmanın huzuru yayılmıştı tüm çehresine. Gözlerini kapattı, birşey beklermişcesine tekrar etti, sanki sesi duvarlara çarpıp yankılanacakmış gibi
"Yirmi yedi yıl" dedi.
Kız oturduğu en alt basamağın bir kat üstüne çıktı, ayaklarını dümdüz önüne doğru uzattı. Bir üst basamağa dirsekleriyle yaslandı, belli ki iyi bir pozisyon almak istiyordu. Uzun saçları basamaklara değip  kirleniyordu.
"Saçların" dedi kadın. Bu sefer kız onu umursamadı.
"Mutlu musunuz?" diye sordu
"Hem de çok" biraz korkarak titreyen sesiyle devam etti "Hayatta hiçbir şey seni bırakmaz merak etme" sigarasından bir nefes daha aldı
"İşte bu yüzden endişelenerek yaşamaya değmez. Değerli olan şeyler zaten hak ettikleri yerdedir" sigarasından bir nefes daha çekti
"Demek istediğim, ancak sen bıraktığında geride kalırlar" dedi. Parmakları ateşi hissedene kadar sigarasını körükledi sonra da zarif bir hareketle izmariti yere bıraktı. Yine ayağı acımıştı.
"Ah şu ayakkabı" söylendi
Tekrar mektuba baktı, zarfı açıktı, kimbilir kaç kere okunmuştu, kimbilir kaç kere....
Kazan dairesi çok sıcaktı, havasızlık ve yoğun toz belli bir süre sonra nefes almalarını zorlaştırıyordu.
"Okuyacak mısınız?"
Açık olan zarfın içindeki mektubu çıkardı. Buruş buruş kağıt parçasını göğsüne yaslayarak düzeltemeye çalıştı. Çok da başarılı olamadı ama yüzü gülüyordu.
"Hadi biraz yana kay" dedi kadın. Kız oturduğu yerde toparlandı. Dizlerini yine kendine doğru çekti, üst basamağa değen saçlarını toparlayıp omzunun üstünden önüne doğru çekti. Kadın ona doğru yaklaşıp yanına çökmüştü bile.
Açık olan mektubu dizlerinin üstünde tutuyordu, gözünden akan bir damla yaş yanağından çenesine süzüldü, kim bilir kaçıncı defa mektubun üstüne düştü.
Sözcükler mırıltı halinde çıkıyordu dudaklarının arasından, hiçbir şey anlaşılmıyordu ama kız da sanki mektubun söyleyeceği her kelimeyi biliyormuş gibiydi. Derin bir nefes aldı kız.
Kadın sustu, tedirgin bir bakış attı kıza ve içinden "İyi misin?" diye sormak geçiyordu, sormadı. Eliyle omzuna dokundu, bu kadar anlaması için yeterliydi. İyiydi o.
Biraz sonra aynı ciddiyetle mektubuna geri döndü, bir arka sayfaya geçmişti ve yine yalnızca mırıldanıyordu. Satır sonlarındaki kelimeler sanki kızın dudaklarından dökülüyordu. Son satırları birlikte okudular , okudular ve sonra sustular.
Kadın ani bir hareketle ayağa fırladı
"Hepsi bu kadar" dedi
Kafasını yukarı kaldırdı, sanki nefes almak için bir boşluk arıyordu.
"Ben asla onu bırakmayacaktım" dedi, sesi titriyordu
"Asla ondan vazgeçmedim" diye üsteliyordu
"Tam olarak neredeydi?" Aslında kendi kendine soruyordu, sanki birşeyleri hatırlamaya çalışır gibi bir yandan da etrafına bakınıyordu.
"KAHRETSİN" sesi yükselmişti, sesi tüm  duvarlarda çınladı. Kız artık ona korkan gözlerle bakıyordu. Gözlerindeki birşey ona yalvarıyordu ama kadın aynı kararlılıkla
"Henüz değil" dedi, sesi hala kızgındı.
"Hatırlamıyorum, hatırlayamıyorum, neredeydi? Yardım et bana" bir krizin eşiğinde gibi öne arkaya savruluyor, yerlere kadar eğiliyor sonra tekrar dikleşiyordu. Kız oturduğu yerden kalktı. Ne de olsa bu kısa ve tekrarlanan hafıza kayıplarına alışıktı. Kendinden emin adımlarla yürüdü. Kadın onu arkasından izliyordu.
Bir malzeme çantası duvar dibine bırakılmıştı. Çantanın tam önünden sola döndüler. İsli, karanlık duvarlar yürümesini engellemiyordu, dar bir koridoru andıran bölüme geldiler. Arkası dönük dikildi. Kadın hala onu izliyordu. Eliyle işaret etti.
"İşte burası" dedi. Arkasındaki kadın dizlerinin üstüne çökmüştü bile.
"Canım acıyor" diye inliyordu.
"Biliyorum" dedi kız, "Hadi artık" dedi
Kadın yine çantasına tıktığı mektubu çıkardı, diğer elinde de bir çakmak vardı. Onun orada yere düşüp öldüğünü hatırlıyordu. Hatırlamaktan nefret ediyordu. O halde onu oraya getirmemesi mi gerekiyordu? Bu kabusla daha uzun yaşayamazdı. Bir geleneği yerine getirir gibi onu ilk tanıştıkları (sigara kaçamağı için indikleri otelin kazan dairesinde tanışmışlardı) bu yere o haldeyken bile bile getirmemeliydi. Yüreğine bir bıçağın saplandığını hissetti. Kağıdı ucundan tutuşturdu, alevler eline değene kadar dayandı, en sonunda yanan kağıdı yere bıraktı. Tüm mektup kül olmuştu.
"Ben ondan vazgeçmemiştim"
"Ama o hastaydı" dedi kız
"Babam hastaydı anne"
"Öyle miydi gerçekten?"
Annesini kaldırmak için elini uzattı. Elleri sıcacıktı. İkisinin de kafası allak bullak, binbir anı birbirine girmiş, acı ve hüzün birbirine karışmış merdivenlere doğru yürüdüler. Daha fazla söylenecek birşey kalmamıştı ve o kazan dairesinin çelikten kapısı bir yıl sonra aynı gün açılmak üzere tekrar kapanmıştı...

22 Ocak 2012 Pazar

The Artist, Bir Yönetmen Filmi Kesinlikle

Altın Küre'nin üstüne kısa bir not olarak geçmek istiyordum, vazgeçtim. Daha sonra onlarca sayfa yazmak istedim, vazgeçtim. Sessiz filme olan özlem değil bu, yok yok imkansız.. Başka bir şey vardı, sinemaya ait daha gerçek birşey, sessizliğin mimiklerinden, müziklerinden, bakışlarından mı kaynaklanıyor? Mümkün değil hayır, filmin içinde başka bir filme kayıyorum. Bir sahneyle açılan film başka bir sahneyle sonlanıyor, sessizlikle başlayan film, zaman akışına uygun sesle bitiyor, iniyor perde...Etkilenmenin ötesindeyim. Jean Dujardin'in oyunculuğu şahane, Berenice Bejo keza öyle, dansları, el hareketleri, göz kırpışları... James Cromwell'in sadakati, üstüne bir de keşke köpek konuşabilse! George Valentin elinde kalan son film makarasına sarılır, yeni yetme bir oyuncunun kulağına fısıldar, 'fark yaratmak zorundasın'... Dudağın kenarına çizilen bir ben, eskiye olan tutum, ihanet, gurur ve düşüş....Bir silah sahnesi, bir araba kazası....Belki yeni bir umut...
2011 için en iyileri seçmem gerekirse diye not almıştım daha önceki yazımda, zaten üstüne basa basa söylemiştim, iki üç filmin adını tekar edip durmuştum. Vazgeçtim. Bir Akademi ödülünün sahibini ben seçtim. The Artist, izlediklerimin en iyisi, tüm abartmalardan uzak, gerçekten film tadında, siyah beyaz, sessiz...Boşlukları doldurmak biraz da size kalıyor.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Golden Globes fasa fiso

Aslında yıl sonuna doğru şöyle ortalama bir 2011 filmleri listesi çıkardım. Imdb ve çeşitli sinema dergileri ve çeşitli olmayan sinema yazarları bkz.Fırat Yücel de sağolsun bana yardımcı oldu:) Neyse tamamlamam gereken filmleri öncelik sırasına koyup ödül törenlerinden önce yetiştirmeye çalıştım. Her bir film bittikten sonra biraz şaşkınlık biraz yarım kalmışlık biraz da yok artıklarla elimdeki kumandadan seçiniz- diğerine doğru geçtim... geçtim... geçtim. Az önce bitirmiş olduğum War Horse filmine dayanarak yazmıyorum yalnızca, unutmadan eklemek istiyorum filmin 2 saat 26 dakika sürmesiyle yakışıklı bir pazar günü aile filmi özelliği doğru orantılıdır, hiçbir şey bulamadım. İşte Ides of March'ı izledikten sonra tamam evet bir adalet, sadakat falan çıkarımına gidiyor insan da, bir film için yeterli mi bilemedim. Bu sene adaylığı kesin olarak bakılan filmler arasında işte olmuş, evet budur! dediğim tek film yabancı filmler arasındaki A Separation'dır. Hem konusu, hem kurgusu hem yapımı açısından izlenmeye ve ileride anımsanmaya değerdir. Bunun dışında vizyon filmi olmanın ( bu da en iyi ihtimalle) ve seyirlik keyif vermenin dışına çıkamayan uzuuuuun bir adaylıklar (ödüllerin verildiğini düşünürsek kazanımlar) sonrasında elimde var koca bir sıfır diyebilirim. Beğenerek izlediğim Tree of Life ve Melancholia'yı hariç tutarsak ve tabii ki unutmadan eklemem gereken Another Earth bu senenin en iyileri arasında bence. Bu insanların, sinema izleyicisinin (Türkiye'de bu tanıma uyan bir kalabalık yok) beklentisiyle ilgili değil yalnızca. Bu sinemanın size neyi sattığı ile ilgili. Genel anlayışa göre entertainmant olarak (James Cameron'ın kendi tanımını olduğu gibi yazmak istedim) kabul edilirse eğer bu Altın Küre ödüllürenin çok daha hazmı kolay olacağını söyleyebilirim. Ama biraz daha derinlere inmek istiyorsanız, biraz daha sinema izlemek istiyorsanız bu ödül töreni ve adaylıklarını çöpe atıp kendi listenizi oluşturmanızı öneririm. İşte benden bir kaç iyi 2011 ler gelsin size (daha popüler olanlar arasından)
*Tinker Tailor Soldier Spy
*Tree of Life
*Melancholia
*A Separation
*Bir Zamanlar Anadolu'da
*Beginners
*Margin Call
*The Kid with A Bike
*The Debt
*Another Earth
*Jane Eyre
Henüz izleyemediğim A Dangerous Method, J Edgar, Martha Marcy May Marlene ve en çok merak ettiğim en yakın zamanda izleyeceğim We need to Talk About Kevin, Gus Van Sant'ın son eseri Restless (utanarak onu da hala izlemedim) Artık performansıyla göz doldurmasından bıktığım Merly Streep'in The Iron Lady, kitabını bir solukta okuduğun için merakla beklediğim Extremly Loud Incerdibly Close, yanlızca onun da performansına güvendiğim ve Blue Valentine daki oyunculuğunu müthiş bulduğum (vazgeçtim film daha harikaydı, onun da performansı her yerde kayda değer) Michelle Williams'ın My Week with Marilyn ve tabii ki unutmamak gereken Midnight In Paris ve ve ve yine son ana sığdırdığım ama ondan daha çok merak ettiğim Hugo izleneceklerim arasında...
Kimse Clooney'e kıyak geçmesin bu açık alanlarda konuşma yapmaya benzemiyor demek istiyorum. Bana kızan çok kişi olacağına eminim tabii ki Descendants'ı yalnızca fragmanıyla yargılamak istemiyorum. Ama bu yalnızca belki bir ihtimal iyi anlatılmış bir ev aile filmi gibi geldi bana. Umarım yanılıyorumdur. Ödüller kaldı gelecek baharlara, biz film izlemeye devam edelim....

4 Ocak 2012 Çarşamba

Benim Adım Oskar Schell Tamamen Babamın Oğluyum:)

Ardı sıra 6 tane kitabı yarım bırakmışlığın verdiği burukluğu unutmayı tercih edip, vicdan muhasebesi altında ezilmemeye çalışarak, unutarak, yok sayarak, başka şeylere (ki onlar da baya kısıtlı ve sığ) konsantre olarak, işte öyle böyle bir şekilde geçen zamanın üstüne, nihayetinde, mutlulukla bir kitabı bitirmiş bulunmaktayım:))
Şimdi burada tekrar tekrar yazmam gereken yazıları, atladığım haberleri ve okumam gereken kitapları falan bir kenara bırakıyorum. Biraz heyecanlıyım, neden mi bahsediyorum?
Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'dan

'Bir saniyenin on yıldan hızlı geçtiğine inananlar daha benim hayatımı yaşamadı' diyor Oskar. Ben hayal bile edemiyorum. Saniye arıyor gözlerim, bir zamandır unuttuğum kol saatim olması gereken yerde değil. Telefonumun saatine bakıyorum, saniyeyi görmek imkansız. Ayarlarla uğraşmak istemiyorum. İçimden saymaya başlıyorum. Ağırdan alıyorum. Neredeyse olmuyor. En kötü anımı düşünüyorum, hani hep derler ya 'zaman durmuş gibi olmuştu' diye. Öyle bir acı, öyle bir korku hatırlamaya çalışıyorum. Pek büyük birşey yaşamadığımı farkediyorum. Sonra deprem geliyor aklıma. O 40 küsür saniye sanki saatler gibi gelmişti bir çok insana. Hatırlıyorum, ucundan yakalıyorum Oskar'ın anlatmaya çalıştığını, yatarak kitabımı okuduğum yerde huzursuzca kıpırdanıyorum.
T. Schell'in bir elinde Evet yazıyor, diğerinde Hayır. Aslında hiç sorgulamadan tüm soruların gerçek cevapları bu iki kelimeden mi geçiyor dersiniz? Kitap buna tam olarak cevap vermiyor tabii ki ama başka bir şeyleri besliyor. Umut gibi, en umutsuz olduğu anda; inanç gibi en dibe vurduğunda çıkıyor karşısına dokuz yaşında ufacık bir çocuğun. Çoğunluk gibi karşılamıyor o kara kuyuyu, kara bulutu ve karanlığın ta kendisini. Hayatta hem yeni bir şeyler yaratmış olmanın verdiği yorgunlukla en çıkmaza düştüğü anda icatlar yapıyor, kendini durduramadan, tekrar tekrar. Ya hep böyle icatlar yapmak durumunda olursam? diyor. Ya kendimi hiçbir zaman durduramazsam? diyor, aslında kendini ağır ağır götürdüğü yeni bir başlangıca yaklaşırken.
*Üzüntünün ölçümünü yapabilmek için tüm insanların göz yaşlarının biriktiği bir tesisat
*İnsanların duygularının renklere göre ayrıldığı bir sistem
*Gökdelenlere fırlatma sistemleri
*Herkesin birbirlerinin kalp seslerini duymasına yarayan küçük hoparlörler
*Büyük cepler, taşınabilir cepler, daha büyük objeleri taşıyabilecek
*Tanınan herkesi tanıyan bir alet böylelikle ambulans geçerken üstünde meraklanmayın yazacak....

Bunlara benzer onlarca icat yapıyor Oskar, kendi hikayesi babaannesinin ve dedesinin hikayesiyle karışırken... hem acılarını dindiriyor hem büyüyor bir şekilde. Suskunluğunun ardındaki çığlığı yavaş yavaş ses buluyor hikayesinde, o yalnızca babasına yaklaşmaya çalışırken. Oldukça samimi ve içten. Oldukça hayali ve gerçekçi. Oldukça kendimden birşeyler buluyorum ve kaybediyorum. Ne kadar düşünüyorum emin olamıyorum ben bu romanı okurken....