30 Nisan 2013 Salı

bırakın bir hayal olmasın bu sefer, bırakın dağılsın her şey, yerli yerince..

bahar herkese yaramaz. çoğuna yarar. yaramazlara ise ne kış ne yaz ne de diğer bahar. onlar zaten yaramazlar.
ben de dün masamdaki solmuş çiçeğimin değişme vakti geldiğini gördüm. rica ettim bizim abladan. vazo bulamadığımız için bir tutam çiçeği bir fincanın içine yerleştirip masama koyduk.
elde var bir.
camı daha bir açtım, sonuna kadar.
sokaktaki çim kokusunun, böcek cıvıltısının, kuş sesinin ve baharın o canım serinliğinin içeri girmesine, masamdaki adını bilmediğim çiçeğin kokusuna karışmasına izin verdim.
elde var iki.
çalışma ortamım artık daha bir dağınık, tüm notlarım, postitlerim, ataçlarım, kartlarım ve dosyalarım birbirine girmiş durumda. önceden her gün düzenle bıraktığım masam şu an tam bir bahar alanı.
elde var üç.
bir de her sabah metrobüsten indiğimde daha bir seke seke yürüyorum. bunu nerden mi biliyorum. arada önüme düşen cam vitrinlerden. bak yeminle. saçımın topuzundan, omzumun şemalinden anlıyorum.
hafif yaylı durumları.
elde var dört.
ve o benim kış nefretim. sıkılmalarım vs. onlara da bir süreliğine ara verdim. hasretinden prangalar eskittiğim güneşin ve kısa kollu tişörtümün güvenirliğine bıraktım kendimi.
hadi hayırlısı.
hafifletici sepetleri bol, nefsi müdafaa sayılacak piknik resimleri falan koyun masa üstünüze.
bir tutam çiçek, bir bardak su alın ve bırakın dağınık kalsın düzene ihtiyacı olan herşeyler.
titremeyin, omuz silkin, göz kırpın, yan yan gülümseyin bence bu mevsim.
o size yüz vermiyor mu, eh deyin, sıradaki
o sizi sevmiyor mu, peki deyin, yolunuza gidin
o sizi üzüyor mu, bir şans daha verin, son olduğunu bilsin gari,
bir de 'o' yok diyorsanız, cebiniz delik misali, uçuşan etekler, kısa tişörtler, espadriller giyin. boynunuzu daha dik tutun ya yürürken, saçlarınızı savurun falan işte bulabildiğiniz rüzgara.
o da bulur sizi bir ara. hiiiç merak etmeyin.
sevdiğiniz kitaplara, sevdiğiniz filmlere, sevdiğiniz yollara yazılın bu bahar.
en sevdiğiniz anlardan kesitler taşıyın güne ve 'sizi hiçbir şeyin üzmesine izin vermeyin' yalanlarına da inanmayın.
üzülün, bir miktar.. sevinin kendinizi kandırmadan...her şeyi ayarında ama biraz da parmak uçlarında yaşayın. ömür boyu yaralanmış gibi, hiç geçmeyecek gibi acılarınıza sarılmayın. sen iyileştiremezsen o, o iyileştiremezse bir başkası yoksa yara bu, zaten iyileşecektir sonunda.
ayaklarınızı bir banka uzattığınızı, bankın çimlerin üzerinde olduğunu ve tepenizde bir koca çınar olduğunu hayal edin. ister nazım'dan okuyun ister austen'den fark etmez. veya yalnızca kulağınızda pembe kulaklığınız tepedeki güneşe inat aint no sunshine'ı dinleyin, aşkınızı falan düşünün.
hatırası güzel kalsın ama.
gülümseyerek hatırlayacağınız bir şeyler yapın demek istiyorum.
önümüzdeki kışa inat değil üstelik. kışın geleceğini bilin.
parmak uçlarınızda tutacağınız şeylerle, sımsıkı avucunuzun içine almanız gereken şeylerin ayırdına varın demek istiyorum.
hayallerinizin sizi umutlu, gerçeklerinizin güçlü kılacağını da unutmayın.
kavruk simitler, uçuşan martılar, bir vapur sefası, bir üsküdar selamı, bir avuç denizle yıkayın yüzünüzü.
baharın adına yakışır şekilde.
hoşgeldin.

25 Nisan 2013 Perşembe

çöpçüler kralı

Bolu'da akilleri sevgiyle karşılamışlar. böyle tüm tarikat cemaat liderleri de oradaymış. canlı yayından taraf gazetesi yazarı bildiriyor. bizim özdemir de kendinden geçmek üzere. o protestolar falan hepsi abartı. rasyonel olmak lazım diyor. rasyonel, yeni meali akil bizim burada. şimdiye kadar savaşla çözemediğmizi artık barışla çözeceğiz diyor. mis. bu çözülecek ya,sonra ne olacak diye soruyor özdemir. yeni gazetecilik anlayışı işte. kendi kendine. turizme açılacak diyor. çok mutlu. dolu turist gelecek bu bölgeleri ziyaret edecek diyor. harika. böylece ekonomi de hareketlenecek. entresan tabii. kaç yıllık 'gazeteci' süreçlerden bi haber olması mümkün değil, o kadar gidip geldiği Bingöl Muş uçaklarında hayali seyahatlere kalkışmadıysa :) neyse. çok inanıyor. canı gönülden. akiller "bizi" kurtaracak diye (ne de olsa bugüne kadar katliam süreçleriyle, cezaevleriyle, kimliksizleştirmelerle canı gönülden savaş vermiş bir devrimci kendisi). çocuk yüzlü ya ondan kaynaklanıyor belki. bir teyze yalnızca şikayetlendi (küçük ve tutarlı bir protesto) ve kalktı olgunca kendini açıkladı. bu kadar. yoksa bu memleketin beslendiği ana damarları hiiiiiç kimse bilmiyor. kanal cnntürk. sahibi belli. gazetecisi de. kimin lafazanlığı kimlere kaldı diye şaşırarak bakıyorum. bu 'adam'lar daha önce ne derdi hatırlıyorum. şimdi bunlar ceylan gözlü nur yüzlü oldular, şaşırıyorum. öbürlerinin de kimden yardım medetlendiklerine, hesapsız kapatılacak defterlere, bir taraf tc derdinde, bir tarafı şu an ben bile  bilmiyorum. eskiden tc. diye devrimciler söylerdi. devletçiler eleştirirdi. tc. hakaret demekti. 'beton' gibi. şimdi bakıyorum hepsi birbirine girmiş. acayip bir ülke burası. herkes kürt türk kardeşliğinden bahseder olmuş. sanki akil adamlara kadar bu iş başkaymış gibi. o birbirine dolanmış, birbirinden beslenen mahalleler yokmuş gibi.sonra o mahallelere köylere hiç girilmemiş gibi. o düzen öyle orada kendi kendine bozulmuş gibi. tuhaf şey tarih. 4 sene okusan da akıl sır ermiyor tabii. bizim unuttuklarımızdan yazılsaydı belki başka olurdu. ama balık hafızalıların hatırladıklarından tarih yazarsanız, işte önünüzde. şimdi herkes kemalist olabilir, herkes kürt, artık takır tukur postal seslerinden gelmediği kabul edildi bir milletin. artık herkes okyanuslar ötesine selam gönderebilir. canlı yayınlarda cemaat liderleri anılabilir. tarikatlar övülebilir. barışın anlamı bu anlamsızlaşmaktan geçecekse, Ece'nin de dediği gibi biraz yutkunma tarihinden, onlar çoktan yutkunmayı kabul ettiyse, bize de ne söylemek düşer bilemedim. ne de olsa bugünün akillerine her gün bayram. unutmamak lazım. bundan sonra birine 'faşist' derken de 2 kere düşünmek lazım. yok artık!!ben yine demeden geçemeyeceğim, bunların hepsi olsa olsa en fazla çöpçüler kralı. inanın. hem de göbek adı rasyonel.

22 Nisan 2013 Pazartesi

rüzgarın sırrı

gitmiş olmak için değil, geride bırakmak için belki. bir adım daha attı. önündeki zifiri karanlık yol bir kıt aydınlanmadı. o karanlığın içine işledi. her zaman oraya aitmiş gibi. kollarını iki yana açtı. rüzgarın vücudunu delip geçmesine, karanlığın tüm sırlarını saklamasına, kirpiklerinin kırpışmasına izin verdi. uçabilir miydi? bir melek misali dünyanın en yüksek tepesinden, ismini kendi koyabilirdi, tapınaklar tepesinden süzülebilirdi. göğsünü boşluğa bırakarak, rüzgar boynunu yalayarak, avuçlarıyla havayı yakalayarak öylesine bırakabilirdi kendini. 
uyandı, terden ıslanmış yorganına, yastığına, çarşaflara değdi. 
uyandı, elleri yumruk yumruk, gözleri çapaklı, pijaması ter içindeydi.
eğer ölmeseydi, şu an beni sever gibi yanımda uzanabilir, eğer beni terk etmeseydi ezberlerini tekrar tekrar söylebilirdi dedi.
ihtimallere sarılmaktan, olmayacakları düşlemekten ve geçmişi geri getirme çabasından nefret ederdi.
bir demli çay, biraz koyun peyniri, bir kaç parça sele zeytini ve dilim domatesleri üzerine limon gerekliydi.
uyandı, bir kabusun sonunu bilmişliğiyle hayatın acımasızlığı arasında bir yerdeydi.
boşluktaki karnına dokundu.
bir insanın karnı en fazla ne kadar boş olabilirdi.
boş zihinleri, boş karakterleri, boş hayalleri hep görmüştü halbuki.
demlenen çayını ocaktan aldı.
kahvaltı tabağına hüzünle baktı.
bir damla göz yaşı süzüldü, tam çenesinin altında kaldı.
yarım.
yarım kalmış her şey gibi.
eliyle topladı her damlayı üstünden.
peki şimdi ne yapmalıydı. 
parmak uçlarında ilişti pencere kenarına. parmak uçlarında bir balerin gibi. çocukluk hayaliydi. dünyanın en narinleri kimse bilmese de belki en esnekleriydi.
kırılganlığını bırakabilmişti neyse ki. büklüm büklüm belini, boynu büküklüğünü, bir de ağır gelen yükünü. 
bir gecede.
bir gece, büyük bir karanlığa denkti. o gece yıldızların kaybolmasını izledi. birer birer. soluklaşmalarını ve sonra gözden kaybolmalarını. her bir sönüşte, tanıdığı birini kaybetmiş gibi. her bir karanlıkta karanlığın nasıl büyüdüğünü biraz da.
seni her zaman seveceğim sözleri
her zaman kelimesinin anlamını kimse bilmezdi
ve bir de asla
asla olmayacakların sözü 
hep yarım kalmış bir buse gibi
veya bir duvar kenarında saatlerce gelmesini bekleyip sonra geri dönmek gibi
veya hayatının en büyük riskini almışsın ve geri kalan tüm hayatını bir poker masasına yatırmışsın gibi
kelimeleri kimse bilmezdi.
şu hayatta kimin ayakta kalmak için, mücadele etmek için bu insafsızlığa ihtiyacı vardı.
vazgeçmemek olası mıydı.
parmak uçları birbirine değdi.
masanın iki ucunda oturmuş iki yabancı gibi konuşuyorlardı.
hayalleri herkesin ayrıydı da, yalnızca biri git gide başkasına benziyordu.
yalnızca biri, bence olabilir diyordu.
yalnızca biri hayallerini değiştiriyordu.
hayallerini değiştirmez insanlar.
hayalleriyle uğraşamazsın.
onlar aslında herkesin en büyük sırrı.
o ne diye hayallerini değiştirmişti.
bilmiyordu.
parmak uçları birbirine değdi.
iki yabancı, yabanıl, vahşi olmuşlardı.
birinin içinde uysal bir ev hayvanı, diğerinde bir beton yatmaktaydı.
biraz beklemeliyiz.
ne için peki.
büyümesini izlemek için mi?
biz hiçbir şeyin büyümesini sevmeyiz.
büyüyen dertler, klişeler, hayatın en renksiz anları gibi.
büyümesin.
böyle gitsin, böyleyken.
parmak uçları birbirine değdi.
ellerini avucunun içine almadı asla.
yüreğini masaya, yüreğini ağzına almadı asla.
kendince hayallerin kendince insanı olmayı seçmişti.
olduğu gibi kalmayı yani.
biraz sığ denizlerde yüzmeyi.
suçlu kimse değildi.
hayat ne olursa olsun özgür bir tercihti.
değil mi?
parmak uçları birbirine değdi.
ve o bir kaldırım kenarında kusuverdi.
içindeki tüm kötülüklerin anasını.
dertli yanını.
bir çocuk masalını.
bir kaldırım kenarına bıraktı bir gece vakti.
parmak uçları birbirine değdi.
yağmurla birlikte bir yol izledi.
bir mazgala kadar başarıyla gitti.
pisliğin kustu şehir, onu da yerin en altına gizledi.
artık yoluna devam edebilirdi.
bir arabanın ön koltuğunda oturmanın avantajları
rahatlamış midesi
sönmüş yıldızları çantasına gizledi.
ey dünyanın en güzel kadını
bana sırrını söyle
bu kadar şeffaf bu kadar dokunulmaz ve bu kadar naif olmanın altında yatan ne?
ben bir hiçim dedi.
boşluğa daldı eli.
çim kokusu
erik tatı
ekşimtrak bir keyifle
beni rüzgara bırakın
o size sırlarımı açıklayacak dedi.

mevsimin adı bahar

rüzgarın uğultusun bıraktığım kederimi biraz poyraz biraz da zaman aldı.
bir yağlı boya resmin önünde dikiliyorum artık.
ve yüreğim uzun zaman sonra ilk defa hiç de yangın yeri değil.
şiir aralarında, şarkı nakaratlarında, romanlarda, sinema salonlarında dolanmıyorum bu ara.
bu sefer gelecek bir günde çimlere artık sırt üstü yatabileceğimi, bıraktığı boşluğu tamir edebileceğini biliyorum.
güveniyorum anlayacağınız.
bu da önemli birşey.
yağlı boya resmin önünde saçlarımı derdimi götüren rüzgara bırakıyorum. ve gözlerimi yumuyorum.
bir daha karanlığı görmeyeceğimi umarak.
resimde bir kadın, sırtı çıplak, saçlarını yana salmış, aynı olmasını istediğim gibi, yeşilinden bir vadide, öylesine uzanıyor.
yüzünü görmesem de mutlu olduğunu biliyorum.
bu da hoş birşey.
bir de artık her şeyin düzelebilme ihtimali.
bir de onun komik hayalleri.
uzay mekiği.
gidemeyeceğini bildiği yerlere gitmek istemesi.
yaşamak istediğinin kanıtı.
bir de anlaması. empati kurması.
bir de sesindeki sevgi tonu.
benim mutluluğumla mutlu olması.
bahar geldi bizim buralara.

çiçeklerden taç, çimlerden sepet, topraktan tümsekler yapma zamanı.
ışığın değdiği her yere, bir sıcaklık bırakması
yükselici hava hareketleri, benim yansımalarla çözülmem.
denizin rengi mavileşir, kuşların kanatları gerilir, çocukların parklara doluşma zamanı.

21 Nisan 2013 Pazar

su tedavisi

'Dünyanın tüm sularını bile getirsen, hiçbir şey değiştiremezsin' dedi. Hastalığı onunla tedavi edebilirdi, bir tas su daha döküldü kafasının üzerinden.
O, su tedavisine inanmıyordu.
Onu suya yolla, suda iyileşecek dedi.
İnce sazdan yapılmış bir salın üstünde. Sırt üstü uzandı. Suda ilerledikçe, ne ses kaldı, ne renk vardı.
Kulağını verdi. Kaybolmuşluğunu bozacak bir ses aradı. Su sesini. Hayat onu oraya çağırıyordu.

Yağmur yağıyor. Hiçbir damlası birbirine değmeden. Şimdi yağmur yıkıyor sokakları. Üzerlerinde düne ait eskimiş, karanlık ne varsa.. ızgaralardan aşağıya, belki bir daha yukarı çıkmamaları koşuluyla, ta en aşağılara taşıyacak onları, yağmur suyu.

Bugün pazar. Bundan mütevellit kararlardayım.
Ve ben bugüne, eskide ruhumu marazlayan, ve canımı yakan ne varsa geride bırakma sözüyle başlıyorum.
Şansıma yağmur yağıyor.
Eski bir filmin bir sahnesinde, tozlanmış bir kitap sayfasında gördüklerimi hatırlıyorum.
Suya git.
O seni tedavi eder diye fısıldıyor ses..




18 Nisan 2013 Perşembe

öküz öldü ortaklık bozuldu

Giriş

Sancılardan sonraki ilk sabah:
O gün hava aslında pek güneşli değildi. Olsun varsın. Sancılardan sonra iyi birşeyleri hak ediyordu kendince yalan mı? Benimle bugün Mars'a gelir misin? Gelirim. Belki alabildiğince uçarız ha yıldızların arasında? Tabiiki. Sevgi buydu. Sağolsun...

Öküz öldü ortaklık bozuldu. Part 1

Satılık tabelasını kaldırdık evin önünden. O koca bahçe de artık tartışma konusu olmayacaktı. Adım adım yaptığımız dönüm hesaplamaları, nöbet turları falan derken, senin alanın benim alanım, bizim alanımız sonlandı. Ben hafifçe başımdaki kasketi çıkardım koydum sol yanıma. Kafada kellik yok çok şükür. Ama hayat bu, saçlar biraz sık döküldü bu ara. O da kasketi aldı ters çevirdi. Amerikalı genç asi çocuklar gibi. Bizim buralarda zenci olmaya meraklı pek çok kişi bulabilirsiniz.
Tokalaştık, biraz mesafeli. O uzunca kolunu uzatabildiğinden de uzattı, benim dirsek hafif kırık, tabii biraz daha bükük bir biçimde hiç de avuçlamadım elini. Elim yorgun, biraz boşlukta, onun sımsıkı avucunun içinde ufalandı. Sonra ben oturduğum bankın üstünden yere dökülen ekmek parçalarına baktım. Kör de olmamışım şükür. Şükür etmeyi bileceksin bu hayatta.
Öküzü arka bahçeye gömdük. 
Üstüne eskimiş gazete kağıtları, pet şişeler, bir de tenekeden koka kolaları attık. 
Ertesi güne yesyeni gazetemiz, bir şaşal suyumuz ve akşamında bir kutu kolamız olacaktı.
Masamızda öküz etiyle beraber. 
Dönüştürülebiliriz biz bizim oralarda.
Ortak diye seslendim, bu herhangi bir şişede balık olmadan önce. 
Bu gömdüğümüz bilmem kaçıncı öküz, dedim. E dedi. 
Biz bundan başka bir Stephan King romanı çıkartırız dedim, He dedi.
E biz hep yanlış tarafı gömdüysek ne olacak dedim. Anlamadı.
Bir trenmişim gibi suratıma baktı. 
Ben de, eh dedim. 
İyi dedim.
Ortaklık bitti çok şükür. 
Bir bardak buz gibi kola içtim.
Ulan dedim sonra kendi kendime, ulan senin neyine. Başından büyük, aklından dev, cüssenin mislince işe kalkışmaya.
Cürümü küçük dedim.
Bir de tahta kaşıklara kendi ismimi yazdım bu sefer.
Bir dahakine bu kadar mal olmayayım diye.
Boş bir mezarlık buldum.
İnsan dolusundan.
Toprağı kazdım, kaşıkları gömdüm.
Portakala can, toğrağa vitamin, bir arının vücudunda hayat bulma duasını ettim. Süpanekenin yarısının yanında.
Anlayana.

Roma rakamıyla 0 yokmuş meğer. O da öyle bilsin istedim. 
Gönül hoş etmek, mühimdir bizim oralarda.



Öküz öldü ortaklık bozuldu çok şükür. Part 2

Bir elinde rakı şişesi, bir elinde şarabı, umurunda mı dünya? 
Veya bir yanında Candan Erçetin çalsın, hafif fransız ezgileri, yamuk bir ağız, kırmızı, bal gibi damlasın nameler, kan gibi toprağa.
Bostancı'dan çıktık yola. Kısa ama uzun bir yola. Fenerin yoluna kadar gittik anlayacağınız. Sabahın bir köründe. Gönlümün bir tarafı Silivri'de salınıyor tabii. Dostlar nezdinde.
Kapıyı açtılar bana. Narin bir gülümsemeyle. Birazdan ak sakallı dedeyle tanışıp, o nur ışığı görecekmişim gibi. Hoytt dedim. Aslında her şey ne kadar da güzel dedim. Yemişim hayatı. Beni prensesmişim gibi buyur ettiler. Bazen bana erguvan derler. Narinliğimi ağacın isminden aldım sanmayın. Onun espirisi başka yerde gizli. Parmak uçlarımda salınarak süzüldüm içeriye. Sakinliklerden sakinlik beğendim, önümdeki cam kavanozların içinde çekirdekli krakerleri izledim, bir de burnumda hijyen kokusu. Gören o ki, ben dünyanın en temiz yerine gelmişim. Ne baht ama? En iyisinden. 
Zamanı geldi dediler. Omzumu sıvazladı şükür. İnsan sevgiyi her yerde tanıyor. Oyy dedim, cano dedim, öldüm de cennete mi geldim dedim. Birazdan büyük bir derbiye çıkacakmışım da haberim yok. Bazen bir yerlerde akan kan, başka yere hayat verir derler. gülümsedim. İyiyimin sessiz hali.
Çok kısa dediler. 
Bizim buradan trafiksiz yolda bostancıdan kadıköye gitmek on beş dakika. bizim evden spor salonuna oradan soyunma odasına da. İş yerinden ortaköye yürüyerek onbeş dakikada indik, film araları resmi olmasa da  çoğu zaman onbeş dakika. Reklamlar da öyle. Öğle tatili dışındaki sigara molaları, kahve molaları da.
On beş dakika mola dediler.
Koca insan hayatında, ayaklarını şöyle bir uzat, gözlerini yum, sen en iyisimi bir onbeş dakika dinlen dediler.
Canlarım benim.
Sonra deniz kenarında açtım gözümü. Önümde hafifinden lezzetli kahvaltı tabağım. Mis kokulu limonlar, demli bir çay, yanında tek şekerim. 
Şekerim dedim.
Ben hep böyle dinlensem dedim.
Beni hep böyle sever misin?
He dedi. 
İliklerinde kan, canında hayat kalmayıncaya kadar. 
Oy dedim.
Yedim yedim.
Tüm söylediklerini yedim.
Yalandan ama.


Öküz Öldü Ortaklık Bozuldu. Part 3


Kelimenin sözlük anlamı:

"iki ortak veya taraf arasındaki yakınlığın dayandığı sebep yok olduğunda bu yakınlık da çözülür" anlamında kullanılan bir söz. (vikipedia)

 SON. Part 4. Diyalog

Arkadaş Canlısı iyiMAN: bugün arkadaşımın derdi var ben gidiyorum
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: bugün arkadaşın canı sıkkın gidiyorum ben
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: ya başına dolu bela almış benim arkadaş, gitmem lazım
Beyin Hücresi GElişmemiş olan: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: şimdi de öbürü geldi denizleri aşıp, çok yalnız
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: bence öküzü öldürelim
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: ...istemiyorum, ......istemiyorum, .......istemiyorum
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: yelkenliyle açılmak istiyorum
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: tamam

öküz öldükten sonra:
Beyin Hücresi Gelişmemiş olan: Bugün kendimi ilk defa iyi hissediyorum. Hava da pek güneşli değil ama, yıldızların ortasında dolansak mı biraz?
Arkadaş Canlısı iyiMAN: tamam
Arkadaş Canlısı iyiMAN: bugün bir arkadaşımın mutluluğu var ben gidiyorum.

TAMAM.

dünden bugüne...

Aslında sürekli izlemekte olduğum dizilerin çoğu gösterimden kalktığı veya final yaptığı için elimde kalan pek birşey yok diyebilirim.
Yıllarca 2005'ten itirabaren izlediğim Lost (bir yıl gecikmeyle), bunların tabii ki tartışmasız en iyisiydi. UK uzantılı sitelere üye olup, bu işin sırrını çözmeye çalıştığımı inkar etmeyeceğim, veya yayım gününde heyecanla kuzeni arkadaşı eve toplayıp, göz kırpmadan trans seanslarını da, ertesinde iş yerine koşturarak gidip, yahu yine bir poh anlamadım sohbetlerini de, valla uykusuz geçen günleri, çıldırdığım sahneleri tekrar tekrar izlemelerimi ve aslında daha tramvatik dolu hikaye var burada ama tüm sırlarımı sizinle paylaşmayacağım. Bir tek koyu bir taraftarı olduğumu bilin yeter. (ahahaha evet dizi taraftarı, biraz değişik)
Lost ile birlikte yine tek solukta oturup izleyip bitirdiğimiz Alias dizisi de yine ilk dizilerimden. (tutkun olduklarımdan bahsediyorum). Kardeşimle, sanırım 3. sezon araba çarpma sahnesinde yaşadığımız şoku.... vazgeçtim. Lost'un 3. sezon final şoku aklıma geldikçe, hala nasıl ayağa kalktığımı (evet oturduğum yerden) tv ye yaklaştığımı, arkamda izleyenlerin bir süreliğine diziyi değil de beni izlediklerini, sonra nasıl çöktüğümü. Oha laaaa, 3 sezondur bütün diziyi flashback yaptılar!!! bizi nasıl da keklediler... durumlarımı hatırlıyorum da...
Tabii Supernatural ile hikayemiz de o dönemde başlıyor. Sam ve Dean arasında Dean'ci olan ben. Biraz Bon Jovi halleri, biraz bıçkın delikanlı ayakları, biraz Amerikan kırolarını ve onun o agresif dallamalığını çok sevdim :) Ve 2005'ten beri bugün hala hiç ara vermeden, bıkmadan izlediğim ve sona ermeyen, eremeyen tek dizi Supernatural. Bu saatten sonra kimseye önerecek değilim. Zaten bilen bilyordur diye düşünüyorum. 10 yıl olmuş neredeyse...
Ve How I Met Your Mother ile Cnbc-e' de başlayan maceralarım (ki 3 sezon falan sürmüştür bu şekilde) son iki sezondur yine inirilenler arasına girmeye hak kazanan dizilerdendir. Neyseki önümüzdeki sezonun final olacağının haberleri geldi bize, ve artık o annenin kim olduğu, Barney ve Robin'in merakla beklenen sonu ve bir de en yerinde hamburger muhabbetleri falan sona erecek. . Ve Manhattan dışındakilere uzaylı (turist) gözüyle bakmaları, Barney'nin tavlama taktikleri, Marshall'ın en iyi hamburger arayışları, Robin'in cinsiyet çelişkisi, Lilly'nin ve Marshall'ın o sümüklü ilişkisi... Starwars'lar, Godfather'lar, Kanadalı Müzik Grupları, Esrar'lı sandviçler :))) falan derken.. tabi ki bir dönemin daha sonu.
Dexter ise tek sezonu bir günde izleyip bitirme, anneme de izletme, kadının (deyim yerindeyse) beynini ... me günlerim aslında çoktan bitti. Koyu bir Jennifer Carpenter taraftarı olan ben!! Michael C Hall'un kanser haberinden sonra, topladığı ödüllerin akabinde, karısını aldatmasıyla dizi serüvenim de sona erdi. Evet yanlış duymadınız. En son izlediğim, Rita'nın küvette kanlar içinde ölüsünün bulunduğu bölüm üzerine, öyle bir küstüm ki diziye, tek bir bölüm dahi izlemedim. Hayatta da izlemem anlayacağınız.
Aynı şeyi Niptuck'da da yaşamıştım. Sean ve Christian'ın o çarpık, birbirine aşırı düşkün ve benim hastası olduğum ilişkilerinin içine o Julia McNamara'nın iyice dolanmasıyla, sıktım sıyrıldı ve bir daha izlemem dedim. Sanırım 4 tam sezon izledikten sonra final dahil tek bir bölüm hala izlemedim. İzlemem de :)) (I Hate Julia!!!!) One Tree Hill ve harika soundtrackleri... OC aslında o dizinin hepsini izlemedim ama son bölümlerde Ryan ve Tylor'ın ilişkisi bence çok eğlenceliydi.
Ama hala One Tree Hill ve müzikleri, on numero diyebilirim. Ve Benim şuh sesli Brooke'um, güzel saçlı Peyton ve kabiliyetsiz Lucas ve en güzel aşk hikayelerinden biri olan (diziler için diyorum) Haley ve Nathan aşkı, onların herkes tarafından sevilen oğlu James....Mouth vs..
İzlediğim tek dönem dizisi The Tudors, ve bundaki Jonathen Rhys Meyers ve Henry Cavill etkisi. Hala Henry'nin nasıl Superman olduğuna şaşırıyorum, bana Superman hikayesi biraz genç hikayesi gibi geliyor, kusura kalmayın, bilen bilir, burası Batman'ci :))...dizi fena değildi. Ama  dönem  dizileri beni geriyor.
Six Feet Under, hala son iki sezonunu izleyemediğim efsane dizi. Ve hala dünyanın en iyi finallerinden biri olduğu söylenen diziyi unutmak olmaz  tabii. Ayrıca gey bir karakteri canlandıran Michael C.Hall'u sonra yine son hızla bir seri katil olarak kabul etmemiz...
Durmadan kadın karakterlerin değiştiği ve yüzyıl süren Cheers, bir barın içinde geçen en iyi sitcomlardan birtanesiydi.
Ve yaratılmış en iyi erkek karakterlerden bir olan Al Bundy'li Married with Children, seksi kızı Kelly, gerizekalı oğlu Bud ve her kadına örnek teşkil eden Peggy'si.. Ben de büyüyünce bir ayakkabıcıyla evlenebilirdim o zamanlar.
Ve yine en iyi kadın karakterlerden biri olan Christine ile New Adventures of Old Christine, ve onun aksak halleri, potları, durmadan çıkardığı rezillikleri ve en sevdiğim kardeşi Matthew.
Coupling'in Jeff'i, o gittikten sonra izlenir bir hal kalmasa da, İngilizlerin bu işin üstadı olduğunu gösterdi bizi sanırım.

Yine yakın dönemde en zeki karakterlerden biri olan Dr. House. Bir çok extrem hastalıkla ilgili fikir sahibi olmamıza neden olan, doktorlara inanmamıza ve biraz da onlardaki tanrı kompleksini anlamamıza neden olan dizi. Bir de Türkiye'de diziyi izlemeye devam ederken,  doktora gitmek zorunda olduğunuz düşünün. Sonra da yaşayacağınız hayal kırıklığını. Bkz. Her doktoru, House sanma yanılgısı :))

Yarım kalan Flash Forward dizisi, en enteresan girişlerden birini yapmasına rağmen, bu kadar sığ kalmamalıydı. Haklısınız. Ve ilk sezonu heyecanla izlememe rağmen Fringe, yine bir arkadaşımın bana dediği gibi, bir adamın tüm bilim  dallarında uzman olmasıyla inandırıcılığını yitirmişti.
Geçen sene başladığım Vampire Diaries'de, Lost'un Boone'un rolu paha biçilemez. Ancak Nina Dobrev'in mimiksiz suratını çekemesem de Tyler ve Damon ile her şey yolunda diyebilirim.

Daha önceden çok yazdığım için üzerinde durmak istemiyorum ama yine de en kaliteli dizilerden biri olan Homeland ve Carrie'si ve Brody'si ile harika.

Şimdi sıra yenilerden bahsetmekte. 2013-
The Americans, ilk 2 bölümünü izlediğim dizi, Amerika'da yaşayan KGB ajanı olan bir ailenin hikayesi. FBI ajanının kapı komşusu olarak mahallelerine taşınması ile hayatları daha da zorlaşan Jennings çiftini Keri Russell ve Brothers and Sisters'dan hatırlayacağınız Matthew Rhys canlandırıyor. Bence bir şans verilebilir.
Bates Motel, bildiğiniz üzere 1960 yapımı Alfred Hickock'un ünlü Sapık filminin sapığı Norman'ın çocukluğunun hikayesi. Annesini de Vera Farmiga canlandırıyor. Esas sürpriz ise Norman'ı, Yapay Zeka filmindeki Freddie Highmore'un canlandırması. 1.bölümünü izlediğim dizi, çok umut vaadetmese de, son üç saniye ile, ikinci bölümü izlenebilir kılmıştır diyebilirim.
Da Vinci's Demons, aslında dönem dizilerine meraklı olanlar ve Spartacus furyasına kendini kaptıranlar seveceklerdir. Ben yalnızca ilk 20 dakikasına dayanabildim ve abartı gösterişi ve çıplaklıktan sakınmamaları ve kilise içindeki çarpık ilişkileri olduğu gibi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serme çabası sanırım amaçladığı reytingi, kazandıracaktır. Ben sevmedim..
Rogue, Thandie Newton'un başrolu oynadığı yeni draması. Dizinin pilot bölümü yaklaşık 88 dakika sürdüğü için, hepsini izleyemedim. Ancak gizli dedektif Grace'in oğlunun öldürülmesi üzerine şekillenecek ve bunun sır perdesi üzerine devam edecek gibi görünüyor. Meraklıları bir şans verebilir.
Defiance, dün ilk bölümü yayımlanan dizi, bilimkurgu tarzında. Bence iyi de sayılabilir. Oyunculukları tamam kabul ediyorum şahane değil ama, uzaylıların istila ettiği bir dünyada, ayakta kalmayı ve barışı sağlamayı başarmış bir yerleşimde geçiyor hikaye. Bir baba ve kızının merkezinde dönen hikayede, diğer başrol ile Julie Benz ( Dexter-Rita). Uzaylılar ve insanlar bir arada barış içinde yaşıyorlar ancak dışarıdan bilinmeyen bir düşman, bilinmeyen bir nedenle, büyük bir saldırı planı..
Orphan Black, 3bölümdür heyecanla izlemeye devam ediyorum. Tren istasyonunda bir intihara tanık olan Sarah, ölen kadının kendine ne kadar benzediğini görünce, altüst olmuş hayatını onunkiyle  değiştirmeye karar veriyor. Ancak işler hiç umduğu şekilde ilerlemiyor. Beth'in yerine geçen Sarah, kaçak hayatının aksine ilk önce bir polis memuru gibi yaşamayı öğreniyor, ve Beth'in silahsız bir sivili öldürmekten dolayı açığa alındığı mesleğini geri kazanması gerekiyor. Bunun altındaki sır perdesi, Beth'in intiharının altındaki sır perdesi ve zaman ilerledikçe kendine tek benzeyen (ikizi gibi) kişinin Beth olmadığını öğreniyor. Başka ülkelerde başka şehirlerde kendisinin tıpkısı gibi olan başka Sarah'lar başka kimliklerle yaşıyorlar. Biri bir genetik mühendisi, biri bir ev kadını, biri bir katil, biri dedektif, biri ... bilmedikleri arasındaki önemli bağlantı ise.... sürpriz olsun. Bence izleyin...
The Following, artık biraz eskidi bile ama izlemeyi bırakmayı düşünüyorum. Bir seri katilin hikayesi olmaktan çok absurd atlatmaların ve inandırıcılıktan uzak karakterlerin dizisi olup iç sıkmaya başladı bile, dikkatinize...
Vikings, yine birinci bölümünü izlediğim dizi de, birşeyler eksik gibi geldi bana. The Tudors'ın yazarı olan Michael Hirst'ün yazdığı dizi. Bildiğniz Viking'lerin kahramanlık hikayesi. Ünlü Viking kahramanlarından Ragnar Lothbrok'un Vikinglerin üzerindeki gittikçe büyüyen etkisi ve yükselme hikayesi de diyebiliriz. Gabriel Byrn'ı kral rolünde ve her zaman doğuya yolculuk yapma peşinde sırlarla dolu, otoritesini korumak için gaddarlıktan geri kalmayacak biri olarak izleyeceksiniz. Ancak burada asıl eğlenceli olan kısım İsveç'ten tek çıkan aile olan Skarsgard:)) ailesinin diğer oğlu Gustaf Skarsgard'ı da görecek olmanız. Bu aile olmasaydı, İsveç sineması ne halde olurdu diye sorası geliyor insanın :)))
Hannibal, bildiğiniz hannibal'ın hikayesi. Ama zorlu tarafı ne diye sorarsanız, Antony Hopkins'den sonra Hannibal'a inanmak biraz zor olacak sanırım. Henüz pilot bölümünü izleyemedim ama en yakın zamanda izlemeyi planlıyorum. Claire Danes'i Carrie rolünde izlerken bir yandan kocası Hugh Dancy'i Hannibal'ın peşinde izlemek keyifli olabilir.  Benden söylemesi. Yalnızca A.Hopkins'i biraz aklımızdan çıkarmamız gerekecek. Evet biraz zor !!

Veya hiç olmadı, açın en baştan Lost'u izleyin. Eğer benim gibi, her bir dizide yahu bu da olmuyor tadı kalıyorsa ağzınızda. İzlediğiniz hiçbir bölümün içine öyle giremiyorsanız, ama yine de dizi izlemeyi seviyorsanız... Dizi bitince etkisi de hemen bitsin istemiyorsanız, üzerine biraz konuşmak ve tartışmak istiyorsanız, veya hiçbir şey anlamamak, tam çözdüm diye inanmışken, ters köşeye yatıp, ağzınızı açık bırakacak bir son on saniye yapan bir dizi. Yahu artık izlemeyeceğim diye her bölümde isyan etme nedeni bir dizi. Yüzyıl geçince de hala en iyisinin olacağını bildiğiniz ve başka diziler bugün daha büyük bir izlenme rekoru kırsa da, bunun yalnızca dizi izleyen sayısındaki artıştan kaynaklandığını bilmeniz ve ... neyse bu yazım eğer abartı gelmiyorsa size. Demek istediğimi anlıyorsanız. belk tekrar lostu izleyebilirsiniz. Veya izlemeyip, aynı benim yaptığım gibi, arada bir lostu anıp, izlediğniz hiçbir  diziyi tam anlamıyla beğenmeyebilirsiniz. Seçim sizin.
Abrams'dan nefret etmemin on nedeni :)))

*3.sezon birinci bölüm, Juliet'in Stephan King okuma günü düzenlemesi, arka fonda çalan Downtown şarkısı ve uçağın  düşme sahnesi, kamera geri çekildikçe, amerika'da bir kasaba sahnesi sandığınız yerin aslında adada olmasıyla yüzleşmeniz ve açık ağzınız..
*3.sezon son bölüm. Looking Glass. Havaalanın dibinde, bilmem ne model arabanın kapısı açılır. Jack saç sakıl birbirine karışmış bir şekilde kimin peşinde koşuyordur dersiniz. Arabadan Kate'in inmesiyle, ayağa kalkmanız. Nasıl flashback bu, hani burası L.A'di demeniz. Bir de bakmışsınız ki tüm dizi flashback olmuş. Peh... Ve Jack'in Actually... konuşması (evet zamanında ezberlemiştim :))
*Alice göndermesi. White Rabbit. Orman içinde yolunu kaybeden Jack'in ölmüş olan babasıyla karşılaşması. Tabutun boş çıktığını da unutmamak lazım. Uçurumdan düşmek üzere olduğu sahne
*Kate'in tutuklu olduğunu öğrendiğiniz sahne, elindeki kelepçelerin gözükmesi.
*Lock'un sakat olduğunu öğrenmemiz ve aslında Lock'un hikayesinin hepsi. Anthony Cooper (yanlış hatırlamıyorsam-evet otistik olabilirim :))
*Bilardo masası sahnesi, Jack ve Kate'in konuşması, Jack'in Kate'e git demesi.
*Jack'in Sawyer ve Kate'i izlemesi
*Benjamin'in iskelede yürüyüş sahnesi. Kopuş sahnesidir aynı zamanda. Çünkü Benjamin o kadar işkenceye göğüs germiştir. Tam onun bir turist olduğuna inandığımız anda....
*Lock'un ilk hatch'i bulması. Ve sayılarla karşılaşmamız.
*Boone'un ölmesi veya üvey kardeşine karşı olan obsesif aşkı.
*Charlie'nin 'Not Penny's Boat' çıkarması
*Hugo'nun bir alışveriş merkezinde çalışması, ve uğursuzluk hikayesi
*Michael'in oğlundan da köpeğinden de sıtkımızın sıyrılması
*Beyaz duman siyah duman.
*The others, diye bir kelime öğrenmemiz :))
*Desmond'ın Penny aşkı, onun için denizleri aşması
*Sawyer'ın iyi kötü karakterinin gidip gelmesi
*Cumhuriyet Muhafızı Sayid'e olan sempatimiz
*Sun'ın aslında ingilizce bilmesi
*Paula ve Nikki'nin canlı canlı gömülmesi
.....
bunun sonu gelmez.

16 Nisan 2013 Salı

...hali

Bir nevi zühd hayatı ve inziva da diyebilirsiniz. Bir süreliğine.
Kısa bir süre-liğine.
Ondan bundan dönüyor dünyanın etrafında ve dünya dönüyor etrafında ve yalnızca dönüyorlar.
Her zaman yaptıkları gibi.
Siz ise sabit, kıpırdamadan, olduğunuz gibi, biraz da  dımdızlak kalıyorsunuz.
İyi değil bu.
Biraz yansıtma mekanizmasını kullanıyorsunuz. Biraz 'saldırma' mekanizmasını. Buna da toptan savunma diyorsunuz.
Kelimelere takılmamak lazım.
Çılgın birşeyler oluyor etrafınızda. Her zaman sözünüzün olacağı, yüreğinizi sıkan, gözünüzün değeceği... göze geliyorsunuz sonuçta.
Komik bir şekilde.
İnzivanız büyüyor mu peki?
Yok.
Hayat büyütmek için çoğu zaman aceleci ve cömert davransa da
Bazen o de içeri çekilyor
Medcezir'de çekilme hali

Saylarda ceza, bostonda patlama, yıkım projelere, isveçte çöplük hadisesi derken.. aslında tam ağzıma layık. güzelden yazacak tonla konu birikiyor.
karnımda.
öyle çok birikiyor ki
sen de kol, ben diyim serçe parmak, oynamıyor yerinden.
sancı büyük.
hasta değil
ismin tekil, fiilin geçmiş hali gibiyim.
ızdıraplı oluyor tabii.
muz yemediğin zaman ayağına kramp girer gibilerinden.
şakaklarından bir titreme
ellerinde hafif ter
biraz göz seğirmesi
biraz bel ağrısı
biraz bacaklarda halsizlik
ve içinizde içinizi parçalayan bir robot var sanki.
veya bir virüs
ve bir de kimse aslında sizinle değil halindesiniz
bazen de kinli ve nefteli
bazen de saf görünüp kanıyor gibisiniz
o zaman hangisi işinize gelirse

en çok üçbeş başlığı kaçırdığınıza mı üzülürdünüz
yoksa yeterince magnezyum almadığınıza mı bilmiyorum

bana darallar geldi

bir kaç adım geri gitmek lazım.
cezir hali

bir arabanın camına yumruk attım bu sabah
seferi hali

dünyaya da biraz uzak ve yabancı bakıyorum bu ara
seyir hali

sktredin bence hepsini, montmartre'e gitmek istiyorum...

11 Nisan 2013 Perşembe

....

Hatıralar çimlere uzansın, kayık bir sandalın üstünde... Akıp gitsin yol ver, vermediğin her yolun vebali boynuna, neyle kalacağını da sen seç, seçemediğin hiçbir şey için ah yakma, boşuna. Bir rakı kadehi, bir dost sobeti, biraz nasip, insanlıktan, en zorunun bu olduğunu bilsen de; bir de hep doğru bildiklerinin aslında, doğru olma ihtimali... Bohçan olur, kar olarak yanında... Sevgiyle..

9 Nisan 2013 Salı

biraz iyi vakit geçirelim dedim, geçirdiler :)

Dün Bora'yla oynadığım bilgi yarışmasında aşağıdaki cümlelerin hangisi dirayet kelimesinin karşılığı değildir diye soruyordu. Biz içini  dolu dolu doldurabildiğimiz kelimeleri de daha çok seven bir milletiz. Kulağa tınısı hoş gelen, aslında biraz muğlak görünen kelimeleri. Dirayet göstermek gibi. Çünkü biz dirayetli milletizdir. Her millet gibi, en çok kendimize bahşedildiğinden eminizdir. Bizim hamurumuz sonsuz bir sabır, yetenek, zeka ve dayanıklıkla bezenmişmiş. Olabilir.
Derdim de bu değil açıkcası. Yoksa herkes kendini kandırabilir. Bugün bunlara girmek istemiyorum.
Çin işkencelerinden biri, insan vücudunu bir noktada sabitlemek ve kıpırdamaması koşuluyla, kafasının hep aynı noktasına bir damla su düşmesi. Bir süre sonra betonu bile delebileceği söylenir.
Ölüm oruçları / açlık grevleri var (söz verdim tabii ki bu politik bir yazı değil). İnsanlar kendi bedenlerini, çaresizlik sonucunda ve tabii ki son çare olarak ölüme / açlığa yatırıyorlar.
Canlı bomba / feda eylemcileri var. Bu insanlar bir miktar patlaycı maddeyle, eşit koşullarda savaşamadıklarına inandıkları düşmana karşı bir direniş gösteriyorlar.
Ceza evlerinde sosyal etkinliklere katılmama protestoları.
Bunlar tarihin en eski zamanlarından gelen alışkanlıklar tabii ki.
Bir çocuk annesine küstümü masadaki yemek dolu tabağını iter. Babasından izin alamadı mı gerekirse susar, konuşmaz. Hadi arkadaşlarınla oynaların karşılığı iki kolun önde kavuşması ve sarkık bir alt dudak. IRA militanlarının da nasıl açlığa yattığını hatırlıyoruz, kendi çocukluğumuzu da. Filistin'de intifadayı da, buradaki kürt çocukları da.
Yani direniş ve dirayet, genelde doğru orantılıdır. Haklısınız. Ve biz hangi tarafta olursak olalım, tereddütsüz dirayetli olanızdır. E bunda da haklısınız. Direnişçiler. Bazıları fark ettiğiniz üzere hiç de pasif değiller. Zaten direniş dediğin şey, yalnızca kendini ve küçük egonu beslemekle ilgili değildir herhal. Bugün kavramlardan konuşma günü de değil, merak etmeyin.Yalnızca insanlar zamanında fidanları toprağa o kadar da boşuna dikmiş olamazlar, değil mi?
Hadi merak etmeyin bugünün konusu bu da değil.
Çin Seddine tırmanıp, aşağı atlayabiliriz.
Vücudumuzu aylarca açlığa yatırabiliriz.
Her uzvumuzu bombayla donatabiliriz.
Susabiliriz, sessizliğimiz gökyüzünü yırtana kadar.
Damarımızı boydan kesebiliriz.
Bir binanın en üstüne çıkabiliriz.
Uçaklar kaçırabiliriz.
Durmadan ve durmadan kendimize zarar verebiliriz, başka bir yerde daha iyi bir hayat filizlensin diye.
Olası.
Dün yeni bir direniş daha keşfettim arkadaşlar. İşte bugünün esas konusu bu :)
Bir de sinemayı deneyebilirsiniz. Evet biraz marjinal olacak, ama doğru.
Mesela iki gün üst üste, ilk önce Host'a sonra GI. Joe'ya gidebilirsiniz. Küçük kusmuk reflekslerinizin hepsi boğazınızın en üst katmanında takılabilir. Yanındaki adam yok artık diye boynunu eğebilir. Diyaloglar karşısında göz devirebilirsiniz. Hayattan soğuyabilirsiniz. Işıkların açılmasını beklemeden hem de koşarak o sinemadan çıkma hissiyle dolabilirsiniz. Bir ara gözünüz kapanır. Gözünüzü açtığınızda hiçbir şey kaçırmamışsınızdır.
Sonra dönüş yolunda arabada, yan koltukta bir yandan araba kullanmaya çalışan, bir yandan da onca uykusuzluğu yüzünden somurtan adama bakarsınız. Haklıdır.
Bunu niçin yaptık? sorusunun altı bomboştur. Bu kadar acıya ne gerek vardı?
Ne kadar dirayetli olduğumuzu mu ölçük :)) dersiniz.
Hala bilmiyorum. Ama üniversite döneminde üç jandarma bana mukavemetten dava açıp, aleyhimde tanıklık yapmışlardı. Bir tanesinin kolunu bir tanesinin bileğini kırmışım. Kırmışım tabii. Kırarım. Benim bilekleri bilirler. O zamanlar Amerika Irak'a giriyordu. Askerlerde üniversitelere ve yani bize. Biz de gözaltında, bizi satan arkadşaların getirdiği yemekleri reddetmiştik.
Bu aslında saatlerce kalınacak bir gözaltından ve yediğimiz onca dayaktan ve insanları bir araya toplama uğraşından bazı açılardan daha zor olabiliyordu. O çünkü son halkaydı. O dirayetin kırılmaya en yakın olduğu yer. Düşmana karşı değil, içeriden gelen birşey. Beklemediğin yerden gelen birşey. Duruşla ilgili bir savunma. Refleks. İrademizi güçlendiyorduk.
Sinema da biraz öyleydi işte. Belirli bir düşmana karşı girişilmemiş bir deneyim. Umulmadık bir yerden gelen bir darbe. Ne kadar kötü olabilir ki sorusunun muğlak cevabı, hatta cevapsızlığı, bir de vücudun her bakımdan direnmesi. Hem uykuya, hem mantık hatalarına hem zamana. Pehh
Nefret ettiğniiz birileri varsa, en iyisi mi siz onları bu filmlere gönderin. Kendinize o kadar da kıymayın derim :D
Çünkü sonuçta ya küçük bir böcek olup, bal dudak birinin içine konacaksınız ya da ... allahım hala bilmiyorum, yüz milyorunca kez amerikayı kurtaracaksınız falan işte. Sonuç bir. Kusacaksınız.

7 Nisan 2013 Pazar

Venuto Al Mondo

Sergio Castello'nun hem yazıp hem yönetip ve hem de oynadığı film Venuto Al Mondo (Sen Doğmadan Önce) Bosna Hersek savaşına, tecavüze, kısırlığa, aşka ve insanlara yüzünü çeviren güzel bir film.
Margaret Mazzantini'nin aynı adlı romanından olan uyarlamada, savaşın binaların ve sokakların yani şehrin ve ülkenin üzerindeki yıkımını görmekten çok, farklı milletlerden insanların üzerindeki yıkımını izleyeceksiniz.
Hayatta her şeyden çok anne olmak isteyen genç bir kadının (Penelope Cruz) merkezinde başlar hikaye. Tezi için Bosna Hersek'e giden İtalyan öğrenci Gemma'nın  orada tanıştığı bir Amerikalı fotoğraf sanatçısına aşık olmasıyla hayatı değişmek üzeredir.
Zaten evlenmek üzere olan Gemma için önünde zor bir seçim vardır. Ya uzun zamandır birlikte olduğu sevgilisiyle evlenecektir, ya da aşık olduğu bir hayalperestin peşinden gidecektir...
Masalların başlangıcına çok uygun olan bu ilk metne sakın ha kanmayın.
Hikayenin içinde sizi bambaşka hikayeler bekleyecek, emin olabilirsiniz.

Yine geçtiğimiz senenin filmi olan Angelina Jolie'nin yazıp / yönettiği, In The Land Of Blood And Honey'nin gibi tüm çekimlerinin neredeyse Bosna Hersek'te gerçekleştirildi.
Yalnızca yıllarca sansüre uğramış olan bir tarihe göz atmak bile keyif verici.
Bir de Saadet Aksoy'u izlemek tabii.







5 Nisan 2013 Cuma

kangren

İnsanlar kangren olmaz ilişkiler kangren olur, kesip atarsınız.. diyenler halt etmişler.
İnsanlar kangren olur ve sizin sevilme şartınız her bir uzvunuzun kesilip atılmasıdır.
Sonunda sevecek hiçbir şey kalmayana kadar hem de. Sonrasında arkasına dönüp gittiğinde içi rahat
edecektir. Çünkü zaten istediği olmuştur.
Peki ya siz artık yeter diye isyan etseniz ve moraran kolunuza bakıp, acaba bunu da kesmesek mi, kurtarılabilir mi diye, sorduğunuzda ne mi olacak??
Çişi gelecek. Tuvalete gidecek.
Budur.


*küçük bir anekdot, başkalarının hayatları :)

4 Nisan 2013 Perşembe

babalarının kızları

Şimdi farzet ki sana sevmek öğretilmiş ve farzet ki, sen hep sevilmişsin ve dolayısıyla da sevmişsin. Elini başına değdirmekten, sana sarılmaktan, senle boğuşmaktan sakınmamış. Kelimeleri de pinti değilmiş üstelik ve, seviyorum, canım kızım, oyy ölerimlerle büyümüşsün. Yani sen her kızdığında, ergenlik yaptığında, yersiz çıkıştığında da senden hiiiç vazgeçmemiş. Sen her senden nefret ediyorum diye bağırdığında, bu evi terkedeceğim tehditlerinde vs. o hiç vazgeçmemiş. Sen onun hep en sevdiği, canı, kanı, biricik kızı, gurur kaynağı olmuşsun. Yani tam bir babasının kızı.
Sana hep biraz saftirik demiş o da. Benim kız biraz safın sevimli, komik hali. Herkese çok güvenme, biraz göz aç falan da demiş. Demiş de, armut dibine düşermiş be paşam. Şimdi bunca zaman hep tersini gör, yaşa.. sonra da tedbirli olacaksın hayatta. Olmaz.
Noluyor tabii böyle olunca.. Elde bir tutamdan biraz fazla hayalkırıklığı, asla sevmenin gerçek anlamını bilmeyen üçbeş kişi, bir de derinin altında ince bir sızı kalıyor. Tabii bunlar kar olarak. Bir de sen her hayal kırıklığı yaşadığında yine de inanmayı, güvenmeyi seçiyorsun. Yani akıllı başkları gibi, hayatta hiçbir şeyi tecrübeyle sabitlemiyorsun. Yani o hani tarihin bir köşesinde, tarihlerinde yani, senden daha çok acı çektiklerine inananlar var ya, o anılarıyla bu hallerini, tedbirlerini, umutsuzluklarını, sakınmalarını, çekip gitmelerini açıklayanlar... onların tırnağı gibi davranamıyorsun işte. O tecrübeyle yaklaşırken sana, sen yine saftirikçe açılıyorsun. Yüzme bilmediğin halde, okyanusa hem de. E hayat bu, masal falan değil, en sevdiğin filmden kesit değil, başkasının anlattığı bir öykü falan da... Boğuluyorsun.
Hayırlı olsun.
İyi ki babasının kızısın.

1 Nisan 2013 Pazartesi

şaka gibi

Politakacılar ve hükümet artık yalnızca halk için çalışmaya ve onları anlamaya karar verdi.
Tüm hırsızlıklarını, riyalarını, ve bugüne kadar yaptıkları yanlış uygulamaları itiraf edip, haklarında gerekli hukuki işlemin başlatılmasına olanak sağlandı.
Zenginlerin elindeki arazilerin (haksızlıkla zaptedilen) büyük bölümüne el konulup, halka dağıtıldı.
İşverenler sömürü ödentilerinin tez zamanda iadesi için ellerinden geleni yapabileceklerini söylediler.
Küçük yaşta evlendirilen bütün kız çocuklarının medeni hallerinin devamı, özgür iradelerine bırakıldı.
Töre/kan davalarında topluca affa gidildi ve bu durumlar için çözüm konseyleri kuruldu.
Açlık sınırının altında yaşayan ve işsiz olan aileler için kooparatifler kuruldu ve insanlar buraya yerleştirilmeye başlandı.
Okuma yazma seferberliği ilan edildi ve bilmeyen yüzdesi neredeyse sıfıra indirildi.
Herkese kendi kararına göre mesleki eğitim hakkı tanındı ve bu alanlarda yeni iş imkanları sağlandı.
Basın tamamen özgürleştirilerek, şirketlerin elinden alındı. İçerideki tüm basın mensupları serbest bırakıldı.
İşkence görenlerin hepsine tazminat ödendi ve işkenceciler ömürboyu ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptılırdı.
Düşüncesinden dolayı tutuklanan herkes serbest bırakıldı.
Hırsızlığı önlemek için yardım kuruluşları kuruldu.
Üretim desteklendi ve köylüye kredi hakkı tanındı. Bu kredi geri ödemesiz olarak verildi ve birer yıllık kalkınma planı açıklandı.
Sakıncalı olarak kabul edilen tüm kitapların ve yazarların ve  diğer tüm sanatçıların eserlerinin üzerindeki yasak kaldırıldı.
Öğrencilere özgür, parasız, anadilde eğitim hakkı tanındı.
YÖK kaldırıldı ve tüm yetkilerini öğrenci konseylerine devretti.
Sendikalar yaygınlaştırıldı ancak belli bir süre sonra ihtiyaç olmaktan çıktı.
Sağlık kurumlarının hepsi millileştirildi ve halkın hepsine eşit imkan tanındı.
İnsanların çalıştıklarının karşılığını alabilecekleri bir ekonomi temeli atıldı ve özelleştirmeye son verildi.
Böylelikle ücret emek çelişkisi son buldu.
Sanat desteklendi ve sanatçılara teşvik verildi.
Emek sineması yıkım projesi iptal edildi.
Tüm anadolu köylerine kadar sinema salonları, sosyal aktivite kompleksleri açıldı.
Yollar yapıldı, öğretmenlerin ve doktorların anadolunun ücra köşelerine kadar gitmek istememelerinin tüm ana nedenleri ortadan kaldırıldı.
Kadına tecavüz, şiddet, taciz gibi uygulamalarda esneklik yaratacak her türlü hukuki uygulamaya son verildi.
Kadınlar iş hayatına girmeye ve eğitim almaya teşvik edildi.
Kadınların aktif politikadaki rolleri genişletildi.
Halkların arasındaki düşmanlık tamamen yok oldu ve sanal dış düşmanlar yaratma gereksinimin altındaki gerçek nedenler açıklandı.
Ordu, aktif siyasette aktif rol oynamamaya karar verdi ve militarizmin sonunun temeli atıldı.
Sivil toplum örgütleri desteklendi ve her insanın kendi kaderini tayin etme hakkı tanındı.
Bu anayasal bir hak olarak yürürlüğe girdi.
Değiştirilemez olduğu kabul edildi..

Ve evet bugün 1 nisan :)
Ve bunlar bize ne kadar şaka gibi, masal gibi gelse de, kendi özel şartlarına uygun, bir başka kıtanın gerçekleri.
Hatırlatmak istedim..
Saygılar..