17 Şubat 2014 Pazartesi

küçük bir öngörü: azimle duvarı delmek; Leo

Haftanın filmi; The Wolf of Wall Street.
Martin Scorsese ve başrollerde Leonardo DiCaprio.

1974 doğrumlu başarılı oyuncunun 5. Oscar adaylığı.

Biz biliyoruz ki, 1993  yapımı What's Eating Gilbert Grape filmindeki ilk adaylığında özürlü Arnie Grape 'e hayat veren Leonardo, çok başarılı bir oyuncu olacağının erken sinyallerini vermişti bile. Ve bu adaylık ile Oscar ödülüne aday göseterilen en genç 7. kişi olmuştu. Bundan sonraki yıllarda, yine bir çok başarılı filme imza atan Leanordo'nun bu mutlu hikayesi sanırım James Cameron'lı Titanic'e kadar devam etti. Hollywood'un acımasız yaftalamasından kendince payını alan Leo da bundan sonraki bir kaç senelerini tüm çabalarına rağmen, temiz yüzlü, mavi gözlü, bebek ifadeli 'sarışın' erkeği olarak geçirecekti. 11 dalda oscar ödülü kazanan Titanic filminde adaylık bile alamayan Leonardo'nun belki de gerçek manada bu uğursuzluğu kırması Catch Me If You Can (2002)'ye ve onikiden vurması ise The Departed (2006) a denk gelmişti.
Sanırım belki de bu yüzden Martin Scorsese'nin hayatı üzerindeki etkisi tartışılmaz derecede büyüktü. The Departed ile birlikte önüne geçilemez bir yükselişe geçen filmografisinde yıllar sonra hala isminden söz ettireceği,
Blood Diamond
Revolutionary Road
Shutter Island
Inception
J. Edgar
Kısacık rolüyle Tarantino'lu Django Unchained
Fitzgerald'a saygı niteliğinde Baz Luhrmann'lı The Great Gatsby
Ve tabii ki son olarak 5. adaylığını sonunda ödüle dönüştürebileceği Scorsese'li The Wolf of Wall Street

Toplam 31 tane indevelopment'ıyla sanırım dünyanın en çok aranan ve rağbet gören oyuncusuna dönüşmek, böyle bir süreci gerektiriyor.
Zamanın jönlerinin bu başarıları ve fırsatları hiç iyi bir şekilde kullanamayıp, zaman karşısında kaybolmuşluklarını çok iyi biliriz. Çocukluğumuzda duvarlarımızın resimleriyle süslü olduğu ve en çok isimlerini duyduğumuz o aktörler, aktristler ortadan çok acıklı biçimlerde kayboldular. Şimdi yalnızca çocukluğumuzun taze bir hatırası gibi isimlerini andığımız o listenin içine eklenmemesine, kendini o bebeto yaftası içinde kaybetmemesine ve çıtayı her defasında biraz daha yükselteme azmine hayran olmamak tabii ki mümkün değil.

O yüzden çoktan beridir onun da aynı şekilde içine dert olduğunu tahmin ettiğim Akademi Ödülü gerçekte varolan göz doldurucu yeteneğine birşey katmayacak, ama belki de küçük bir ego tatmini veya benimde var sonunda rahatlığıyla kaldığı yerden çıtasını yükseltmeye devam edecek, işte buna eminim.

Şimdiden 02-03-2014 tarihinde alacağı Akademi Ödülü için kendisini tebrik ederim :)

Nominees:
Christian Bale for American Hustle (2013)
Bruce Dern for Nebraska (2013)
Matthew McConaughey for Dallas Buyers Club (2013)

Evet doğru, sevgilim Christian Bale yine aday. American Hustle hem film olarak, hem de Bale'in oyunculuğu olarak on numara bir film.
Aynı şekilde Dallas Buyers Club'da Matthew McConaughey'in uyuşturucu bağımlısı yitik karakteri de bir o kadar şenlendirici.
Ancak bu 5 performans içinde, açık ara öne çıkan kişi DiCaprio'dan başkası değil. Tüm film onun karakteri üzerine kurulu, ve insanın aklına Terence Winter (senarist) sanki bu film hikayesini onun üzerine yazmış gibi bir izlenim getiriyor. Sanki ilk önce Leonardo vardı da, elbiseyi direkt üzerine dikmişler gibi.
Elinizi çabuk tutun, güzel bir performans sizi bekliyor..

13 Şubat 2014 Perşembe

13 şubat, arife

'La' diye başlaşam, tamamen bir angara şivesi, hem istediğim vurgu da olmuyor!

Lan' diye başlaşam, vurgusu tam, ama az ayıp olur mu diye düşünmüyorum değil.

Kasımpaşadan dönüyorum, devam ediyorum şu an, affınıza sığınarak.

Lan, herkes bazı konularda mütehassıs, bazılarında vasat, bazılarının yanından bile geçmiyor.
Ama bir konuda sahabe veya ashab. Ve tabii ki bunlar çoğu zaman biraz muallak, çoğu zaman biraz dikte bazen de öylesine iplemiyor gibi  vs.
Bazen yalnızca taklit ederiz. Bazen yalnızca hayal ettiğimizi gerçek ilan ederiz, bazen de boş verip kanaat ederiz.

En çok özgür olmakla ilgili hassasiyetlerimiz var. En çok özgür olmak nedir, diye sormuş feylesoflar. Kimse hemfikir değil.
Uçurtmayı özgürlükle bağdaştırmamız da ondandır. Ne istiyorsun? Başkasının eline tutuşturduğu uçurtmayı uçurmaya çalışıp, becerememek mi, yoksa uçurtmayı uçuranları izlemek mi, yoksa uçurmayı öğrenmek mi olduğuna karar vermemiz gerekir. Bunun karşılığı bir başıboşluk, klasik anlamda bir özgürlük algısı değil. Ne yazık ki..

Onu düşürmemekle sorumlusun. İpini ne kadar gergin tutacağını, ne kadar boş bırakacağını, ne kadar hızlı adım atacağını bilmek zorundasın. Bunun anlayacağınız dildeki karşılığı da, sorumluluk. Ne yazık ki..

Muhtevası boşalmış bir yaşam, üç beş cümleyle sınırlanmış diyaloglar, ezberlenmiş otomatik davranışlar, hangi filme gideceğimizi bile etrafımızın seçtiği, çünkü uyum sağlamak gibi bir kaygımızın olduğu, hangi rengi hangi renk pantolonla eşleştireceğimizin 'bilirkişiler' tarafından söylendiği, eşlik etmek, teşrif etmekle ilgili kaygıların yükseldiği, beğenilme çağındayız. Beğenilme çağında ise hayatına birini alma, hayatını onla paylaşma değil, yakışanı taşıma çağındayız. Ne çirkin.

Sonra matematiksel hesaplara geçilir. Kısaslara.
Sonra hayalleriniz ufalır da ufalır. Yok olana kadar anlamazsınız. Gidemediğiniz yerleri, suya düşen planlarınızı tekrar edersiniz, bir tekerrürün içinde yitine kadar.

Herkes gibi olması gerekir yaşamınızın. Herkes gibi davranmalısınız. Oraları ziyaret etmelisiniz, şuralarda yemek yemeli, bıçağı sağ elinizde tutmalısınız, peçete ise hep dizinizde durmalı. Sanki bir martı havalanıp her an kucağınıza... gibi bir durum.
Sonra sırayla birbirinizi arayacaksınız, sürpriz mesajları anlamayacaksınız. Mesela biri size 'kaç' diye sorduğunda, saati söyleceksiniz. Veya ne zaman eve döneceğinizi. Halbuki o kendince bir dil yaratmış olamaz di mi, 'beni ne kadar seviyorsun' gibi. Cevabını bilmediğin bir soru da değerli değildir.

Bazen sokağın ortasında öpüşmek isteyebilirsin. Bazen oturduğun masada dizini kendine doğru çekmek. Bazen yürüyen merdivenlerde ona sarılmak. Yolun ortasında öylesine durup abuk subuk hareketler yapmak. Bazen kimsenin duymadığı sevmeyeceği bir filme gidebilirsin. Bazen o derece salaş bir balıkçıda oturabilirsin veya bir öğle yemeğini bir simitle geçiştirebilirsin. Veya hiç konuşmadan yanında uzanmasına izin verirsin. Ame temas halindesindir. Ayağın ayağına değer, veya elin elinin hemen yanındadır. Bazen onun nefes alışını dinlersin ve kendini iyi hissedersin. Bazen kucağında bir kitap okumayı hayal edersin ama ona sarılmak istersin. Bazen o sana bakmazken onu izlersin ve gülümsersin. Bazen tüm saçmalıklarına dayanamayacağını sanırsın ama yine de bir bakarsın ki tahammül etmişsin. Bazen onun senle vakit geçirmemesi kesinlikle bir güven sorunu değildir. Bazen senle vakit geçirmemesi yalnızca vakit geçirmemesidir. Onu özlediğin için kızarsın. Bazen yalnızca onu göremediğin için onu artık sevmediğini hatta ondan nefret ettiğini söylersin, kavga çıkarırsın. Sonra da bunu belki yıllarca açıklayamazsın. Bazen bir masal olsun, bir gerçek olsun, öylesine romantik bir insansındır ki, hayallere dalarsın. Senin için bazı kavramların hepsinin birleştiği bir yer olur. Benim için bir cümle gereklidir dersin. Onun yanında ölmek ister misin? O mudur gerçek olan hani..
Kaybolmak istemezsin. Zaten kaybettiğin dolu şeyin yanında bu duyguyu sıradanlaştırmak istemezsin. Zamanı harcamak ne kadar acıklıdır bilirsin. Zamanı yaşamak istersin. Yoksa zaten öleceksin. Herkes gibi..

Onunla birlikte olmanın özel nedenleri olmalı. Ayırtedici. Sana iyi gelen, seni iyileştiren. Sana birşeyler katmalı mesela. Bir mimik, bir hatıra, minik bir bilgi, kimsenin bilmediği sırlarınız olmalı, komik hikayeleriniz, bu aşkın nasıl başladığını asla unutmamanız gerekir, tabii gerçekten aşıksanız..

Yoksa
"Uçurtma, uçurmayı bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez" demiş yazar*. Yaşlı bir kadının ağzından.

Harcarsınız... Harcanırsınız... Yazık olur...



*Ferzan Özpetek, İstanbul Kırmızısı


6 Şubat 2014 Perşembe

yağmurdan kaçarken rimeli akanlar ve diğerleri

Yağmurdan kaçarken salaklaşan insanlar tanırsınız hani.
Her zaman salaklaşmanın bin bir türlü haline şahit olmuşsunuzdur ama yine de şaşırırsınız.
Münferit bir durum bahsettiğim. Münferit bir cinsin robotik refleksi.
Çağımızın tuhaf bir fobik durumunun dışavurumu belki.
Veya genel kaidelere göre şekillenmiş estetik-duruş kaygısının hayat buluşu.
Veya en iyisi mi tüm bu seçenekleri boşverin.
Düpedüz salaklık diyelim. Düpedüz traji-komiklik.
Düpedüz ingiliz yapımı bir kara mizah, dünyanın sonu alameti, bir felaket filmi.
Kaçışan, koşuşan, sığınan, panikleyen, kızgın ifadeli, şaşkın, hay allahım napacağızlılar. Nereden çıktı bu yağmurlar?
Gökten taş yağıyormuşcasına şemsiyelerinin altına saklanan, köhne boşluklar arayan, büfelere sığınan insanlar ve özellikle kadınlar.
Yani bırakın kasırga coğrafyalarını, belki yalnızca hafif bir meltem haline bile abartılı tepkilerle girişen, tragedyalılar. Kendince küçük çaplı aktristler bunlar. Fabrika çıkışlılar, fabrika ayarlarına dönmekten o derece korkanlar.
Fönlü saçlarının bozulmasından, kirpiklerindeki balçık kıvamındaki rimellerin akmasından, veya bilinmez bir su temasından maskelerinin bozulacağından tırsan kadınlar.

Sonra türlü insanlar tanırsınız. Türlü cesurlar. Aslında bilirsiniz ki onlar, hayatın gerçek sorunlara karşı bile şemsiye kaldırmazlar. Başlarını dik tutanlar onlar. Yağmurdan erimeyeceklerini bilen, kendilerine şeker havası vermeyen veya en sevdiği renk pembe olmayan kadınlar. Gurur duyarsınız.
Kar yağdığı zaman bir camın arkasından bakmakla yetinmeyenlere, sağanakta, hem de fırtınaya inat bedenini öne itenlere, mesela tazyikli suya bedenini siper edenlere, elinizde değildir hani hayran olursunuz.

Bu kış kuraklık kışı. Belki de mayıs haziran olaylarına inat, tomalardan sıkılan suya inat, yağmur yağmadı. Belki de yağmuru birileri ayakkabı kutularında evlerine sakladılar. Kim bilir?
Yani bir tarafta şekilleri bozulmayacak ve kendilerini daha güvende hisseden kızcağızlar var. Onlar için ne mutlu!
Bir tarafta da kadınlar.. isimleri yazmakla bitmeyen yağmur insanlar. Yağmuru bekliyorlar.
Adliye önlerinde, meydanlarda, sabah işe giderken, gece sokakta yürürken, gerdek odalarında, parmaklık arkalarında, cenaze evlerinde yılmadan tükenmeden yağmuru bekliyorlar.
Kuraklığı da kendilerine dert ediniyorlar onlar, bu koca pisliğin ancak böyle akıp gideceğine de inanıyorlar tabii. Rüzgara karşı yürümekten korkmayan, ıslanmakla çirkinleşmeyen, güzel kadınlar... anısına olsun bu yazı.