Avucunun içinden kayıp yere düştü fincan. Yüz küçük parçaya ayrıldı. Her bir parçada ayrı bir hüznü, umutsuzluğu, hayal kırıklığını mı süpürmesi gerekiyordu şimdi? Oysa ki o dim dik karşısında duruyor, ifadesiz suratıyla gözlerinin içine içine bakıyor, neredeyse en umursamaz haliyle gideceğini söylüyordu. Ne kadar da basitti bir insanın gitmesi. Veya yanlış mı hatırlıyordu o kadar basit değil miydi?
Yine de son zamanlarda yaşadıkları tüm o olumsuzlukları, birbirlerinden uzaklaşmalarını ve aslında o asla kopmaz dediği bağın koptuğunu hiçe sayarak, bir cesaret dudaklarını araladı
"Nereye?"
Kapı ağzında duran bavulu görmezden gelmişti, dolaptaki kendi bölmesinde önceden özenle katladığı kıyafetlerin yokluğunu da, banyo tezgahındaki fırçalığın içindeki tek diş fırçasını da ve tam üç gündür yatağın sol kısmındaki soğukluğu.
Cevap vermedi Özgür, acaba yalnızca adı gibi mi olmak istiyordu artık yoksa sorun yalnızca kendisinde miydi? Şimdi onca yaşanmışlığı bırakıp o kapıdan tek bavuluyla çıkıp gittiğinde arkasında ne bıraktığını sanacaktı ki?
Koca bir hiçlik.
Peki dedi, Münevver. Küçük yaşta ölen teyzesinin ismini ona koymuş olmaları bir tesadüf müydü?
Yirmi dört yaşında ne yapacağını bilemeden dım dızlak ortada kalmıştı işte. Onun için her şeyi terk ettiği Özgür, özgür olmak istiyordu şimdi.
Bir şeyleri yine atlamış olabilir miydi?
Kapının açılma sesini duydu. Göremediği koridorun sonundaki kapı açılmıştı evet. Gözlerini sımsıkı yumdu. Kapının çarpma sesini duyana kadar nefesini tutmaya karar verdi. Ve o sesi duyduktan sonra bileklerini kesmeye.
Sağ taraftan gelen kamyonun asıldığı korna sesi, tüm sokağı doldurmuştu. İnsanlar hayretler içinde ve başları ahenkle sağ tarafa doğru bakarken, o şaşkın şaşkın cep telefonuna bağladığı kulaklığı takmış, yeşile dönmek üzere olan trafik ışığına doğru bir adım atmak üzereydi. Özgür, elinde geçen ay boyunca biriktirdiği tüm parasıyla aldığı dvd arşivini yere bıraktı veya daha doğrusu fırlatmıştı ki, Münevverin ince kolundan sıkıca tutup onu öyle bir kaldırıma doğru savurmuştu ki, hiç de filmlerdeki gibi birbirlerinin üstüne düşmediler veya göz göze kenetlenmediler ve gülümsemediler. Daha çok Özgür ayağı takıldığı için sendeleyerek bileklerinin üstünde yere kapaklandı, Münevver ise arka taraftaki elektrik direğine çarpıp kaldırıma savruldu. Onları fark edenlerin yarısı endişeyle bakarken, evet yarısı gülüyordu ama Münevver daha çok acıyan alnını tutuyor, Özgür ise yırtılan kotuna bakıyordu.
O günden tam on gün sonra Münevver asla kabul etmeyeceğini bildiği halde annesine tek başına eve çıkmaya karar verdiğini anlatmaya çalışmıştı.
"Hayır"
Zaten annesinin başka bir şekilde karşılık vermesini beklemiyordu ama bir umut diyolog üç saniyeden fazla sürer diyordu.
Özgür birlikte yaşamaktan yedinci günlerinde bahsetmişti. Tanışmalarının, onu alıp o elektrik direğine çarptığının yedinci gününde yanıma taşınır mısın demişti.
Tam muhafazakar olmasa da, inancı yerinde, kendine has kuralları olan annesi, bunu tartışma konusu bile yapmamış, kati bir şekilde Hayır demişti işte.
Herhangi bir ihtimale açık kapı bırakmadan ona odadan çıkmasını da eklemişti. Çocukluğundan beri her şeyini rahatlıkla anlattığı annesi onu tek başına büyütmüştü. Yani annesi biraz da erkekti. İşte belki o yüzden, çocukluğundan beri ona en çok güven duymamasını tembihlerdi. Erkeklerin çekip gidebileceklerinden, kendi başına ayakta durmayı öğrenmesinden bahsederdi. İyi de ederdi.
Bugün tam bir yıllık bir ilişkinin, bir yıl dediğime bakmayın, bu belki başka ilişkilerde daha çok yıllara, başka hayatlarda daha derin manalara gelecek olan bir yılın ardından gerçekten Özgür az önce o kapının ağzına kadar gelmemiş miydi?
Oraya sonra dönelim.
"Deli misin ya?"
"Ya çok pardon.." Özgür konuşurken bile hala gözü yırtılmış olan kotundaydı. Münevver'e yardım etmek için elini uzattığında onu elinin tersiyle itmiş, açıklamak için bir şeyler söylemeye çalıştığında dinlemezlikten gelmişti, o da en sonunda dayanamayıp
"Ne hadsiz kızsın sen diye" sokağın ortasında durup avazı çıktığı kadar bağırmıştı Münevvere.
İşe de yaramıştı hani, o dalgalı saçlarını hınçla arkasına savurarak, bir hışımla öyle bir geri dönüp, hızlı adımlarla yürüyüp burnunun dibine kadar gelmişti ki, Özgür nefesini tutup, yan taraftaki taksi durağına dönüp,
onu eczaneye gitmeye davet etmişti.
"Sonra da istersen en yakındaki kotçuya uğrayıp sana bir kot alalım" dedi Münevver, yani daha çok hönkürmüştü suratına.
Gözleri siyaha en yakın kahverengi, kirpikleri ok gibi, varlığı belirsiz çok sıkça değil ama biçimli gözleri, kahkülü kaşının biraz üstünde bitiyordu, burnunun üstünde biraz vakti olsa sayabileceği kadar güneş lekesi, Münevver sürekli çil olduğunu iddia ederdi olsun, ve dudağının kıvrımında her şeyle her an dalga geçebileceğinin bir işareti, bir güç simgesi vardı. Güzel miydi? Evet kendice bir havası vardı, kırmızı ipekten bir şal dolamıştı boynuna, yine ilk çektirdikleri fotoğrafta o şal vardı, ama bu sefer saçına dolamıştı.
"Eczane benden, kot senden" demişti Özgür ve işte orada ilk defa gülümsediğini görmüştü. Sonra ne eczaneye gitmişlerdi ne de kotçuya, ikisin de belki teyet geçip, önlerine gelen ilk banka oturmuşlardı. Kadıköy sahilinde. Denize karşı. Martıları falan da beslememişlerdi üstelik, simit de yememişlerdi, hatta Münevver en yakın arkadaşı olan Elvan'a anlatırken denizi bile görmemiş olabilirim derdi. Kadıköy sahilinde, iskeleye en yakın üçüncü banka oturduklarında, denizle aralarında en fazla üç metre olsa da, o denizi gerçekten görmemişti.
Ve annesini gerçek manada asla ikna etmemişti. Üçüncü haftalarında haftada üç gün ve zaman ilerledikçe gün sayısını arttırarak üçüncü aylarında tamamen yanına taşınmıştı ve annesini hala ikna edememişti Münevver. Ve bugün o kapıdan çıkıp giderken yaklaşık dokuz aydır birlikte mi yaşıyorlardı?
Bir insan ömrü etmezdi, olsun. Ama Münevver o salon kapısının yan tarafında dikilmiş, bir kaç metre ötesinden gelecek olan sesi büyük bir korkuyla dinlerken veya beklerken, başkasının koyacağı kuralların hepsi geçersizdi. Çünkü Münevver çok iyi biliyordu ki, acının tarifi de diğer her şey de olduğu gibi insana göre değişirdi.
"Filmlerimin hiçbiri almadım o gün" demişti, bir akşam yemeğinde Elvan'a Özgür kendince tanışmalarını yorumlarken.
"Ben sana bana ne kadar aşıksın diyorum, sen ne?" diye diklenmişti Münevver de.
"Hiçbirini Elvan, sen anlıyorsun değil mi?"
Tabii ki anlıyordu Elvan ve hatta biraz Münevver de, o yüzden Elvan munzurca gülüyor, Münevver ise bir şeyleri direkt duymak için mücadele ediyordu.
"Dvd'lerden bahseden kim, bu hep böyle işte" elinin tersiyle omzuna vurup, kendine bir kadeh daha şarap doldurmaya gitmişti. Buzdolabının üstündeki magnetlerin hepsinin altında çeşitli yerlerde çektirdikleri fotoğraflar vardı.
Az zamanda çok yer gezmek, ölmeden önce yapılacaklar listesinde ikisi için de üstlerdeydi. Şimdiden İskoçya, İrlanda, Fransa, Yunanistan ve Beyrut'a gitmişlerdi. Ve ikisi de az parayla yaşamanın yollarını bulmuşlardı ve ikisinin önündeki koca hayat, onlara yeni maceralar sunacaktı. Çünkü kollarını kaptırmadan dönecekleri Afrika safarisine, veya çantalarını kaptırmadan Fas'a veya hastalanmadan her hangi bir Arap, Afrika ülkesini gezeceklerdi, sonra Empire State ve Central Park, evet bu daha çok Münevverin filmiydi ve Orta Amerika'nın el değmemiş ormanları, bu da Özgür için ve İskandinav ülkeleri, kuzey ışıkları, fiyordlar, Alaska'ya gidip, göl kenarında konyak içeceklerdi. Münevver konyak içmekten nefret ederdi. Ve rafting yapacaklardı. yanlarında kimse olmadan ve balık tutacaklardı, kendilerinin pişirip yiyebileceği kadar. Münevver ısrar etmişti, gerisi israf demişti. Tabii Özgür gitmeseydi.
Telefonun zırr zırr sesi doldu salona. Münevver sanki zamkla zemine yapışmış gibi dikildiği yerden hareket edemiyordu. Ortada duran sehpanın üstüne baktı. Çalan kendi cep telefonu değildi. Sonra cam kenarında televizyonun yanında duran telsiz telefona. Evet o çalıyor olmalıydı. Cam kenarına doğru ilerledi, ilerleğinin farkında olmadan ama o telefon da çalmıyordu. Kolları bitkince iki yana düştü ve yüzü sanki bir ölü görmüş gibi bedbaht ve hüzünlü perdeyi araladı. En iyisi mi onun gidişin oradan izlemekti. Alnını dayadığı camdan gelen soğuk, onu bir anlığına da olsa Ankara'ya götürdü.
Aile işlerinden aslında ne kadar hoşlanmadığımı biliyorsun ya" dedi, kendini zorla ailesiyle tanıştırmak isteyen Özgür'e.
"Ve gerçekten kediler damdan atlarken, insanın sümüğü de burnunda donuyormuş, doğru mu?" Özgür hala cevap vermiyordu sorularına.
"Bir çok ünlü grubun buradan çıktığını iddia ediyorlar ama ben Ankara'yı soğuk ve yoz buluyorum", Özgür şaşkın şaşkın suratına baktı ve az ileriden otobüse bineceklerini söyledi.
"Ki otobüsleriniz de, taksileriniz kadar tuhaf, başbakan haklı galiba, buraya vize uygulanabilir" dedi. Özgür cüzdanına koyduğu akbili çıkartırken, son bir cesaret ekledi
"Peki ya beni sevmezlerse?" Ona bakan gözleri gülümsüyordu.
Ne annesiyle tanışması umduğu gibi kötü geçmişti, ne onu annesiyle tanıştırma merasimi. Sanki tesadüf eseri karşılaşmış gibi, alışveriş merkezinin en üst katında, elleri poşetlerle doluyken bir anda çıktmıştı sanki karşılarına.
Aa, Özgür ne yapıyorsun burada?
Annesi de sanki bu tesadüfi karşılaşmaya inanmış gibi davranmıştı. Birer fincan kahve içerlerken ilk ve son görüşmeleri olan o yarım saat içinde her şey gayet olumlu geçmişti. Özgür, kendi ailesinden, babasının çiftlik hayatına olan tutkusundan ve annesinin buna nasıl karşı çıktığından bahsederken bir yandan da küçük espirilerle annesinin kalbini çalmayı başarmıştı tabii. Ve annesi her zamanki gibi tek başına bir kız çocuğu büyütmenin zorluklarından bahsetmeyip, onu gülümseyerek dinleyebilmişti. Ve Özgür masadan kibarca özür dileyip kalktığında, koşarak eve geleceğim diye mesaj atmıştı Münevver ve koşarak eve gitmişti
Şimdi o salon penceresinin önünde dikildiği ve gidişinin sesini korkuyla beklediği o eve o gün koşarak gitmiş ve her şeyin nasıl zamanla yola girdiğine beraberce hayret etmişlerdi.
Dışarıda usul usul yağmur yağıyordu. Kasım ayının biri, kışı getirmişti kapıya. Kış aylarından nefret eden haziran çocuğu Münevver, hiç üşümediği kadar üşüyordu.
Peki bütün o sorunlar ne zaman baş göstermişti? Gerçekten görmezden geldiği bir şeyler olmuş muydu da, şimdi yığınla üstüne geliyordu, anlam veremiyordu. Her sorunu kendilerince çözdüklerine inanıyordu Münevver. O küçük çekişmeleri ara ara kişilik çatışmasına dönse de, iki taraf da uzatmıyor, mümkün olduğunca alttan almıyor muydu? Bugün o kadar birikmişlikten dürüstçe bahsedebilir miydi? Yoksa her şey yalnızca geçiştirilmiş miydi? Bardaki o kavga, Atina dönüşünde yaşadıkları iki günlük küslük, Özgür'ün yakın arkadaşı olan Sevgi hakkındaki tartışmaları, tuttukları futbol takımları, veya Özgür'ün bazı vurdumduymazlıkları, Münevver'in kaprisleri, bunların hepsi küçücük şeyler değil miydi? Hani iki insan yalnızca birbirlerini seviyorlarsa, bir ilişki mümkün değil bitmezdi! Annesinin dediği gibi acaba o varolandan daha çok şey mi görmüştü yoksa şu anki duyguları artık geçmişi başka türlü mü değerlendirmesini sağlıyordu, hepsinin cevabı tek yerdeydi. Bir kaç saniye daha beklemesi yeterliydi. Yoksa gerçekten üç gecedir yalnız yatıyordu. İnsan yalnızlığa çok kolay alışamıyormuş ama yalnızlık başka türlü bir şeye de dönüşebiliyormuş hayatta. Mesela kolunu attığı yatağın soğuk tarafı onun biraz daha kuvvetle yorganına sarılmasına neden olduğu gibi, salonda yatan adam da daha sert bir koltuk da mı uyumaya alışıyordu acaba? Ve yalnız. Kendi gibi yalnız hissetmemiş miydi o üç gece boyunca Özgür? Aynı evin içinde birer yabancıya dönüştükleri o tartışmanın gecesinde ilk defa bazanın altındaki yastığı alıp salona geçtiğinde ve orada uyumaya karar verdiğini söylediğinde bunların hepsini hesaplamış mıydı Özgür? Kimbilir?
Sahi ne yüzünden tartıştıklarını düşündükçe de daha bir sıkışıyordu kalbi. Bir sene sonra çıkmayı planladıkları yaz tatili tartışması gibi, Özgür'ün işi bırakmaya karar vermesi de yalnızca tek kişilik bir karardı tabii. Münevver ona her böyle davrandığında hayati kararları ayrı ayrı almadıklarını tembihlememiş miydi? Evet ve belki defalarca, ama o yine de kendine sormadan, iki yıldır çalıştığı iş yerinden istifa etmemiş miydi?
Belki biraz saygısızca ama gerekli tonda ona kararının yanlış olduğunu, onu anlaması gerektiğini, artık tek başına yaşamadığını söylemişti. Bir insan bu kadar bencil olamaz demişti, biraz bağırarak. Ne çıkar ki? Sadece bunun üstüne o yastığını alıp salona gitmiş, üç gece boyunca orada uyumuş ve sonunda gitmeye karar verdiğini söylemişti.
"Nereye?"
Ne kadar süreliğine, Münevver bilmiyordu.
Belki yalnızca her şey monotonlaştığı için demişti oysa ki Özgür, Sevgi'ye. Sevgi ona neden uzaklaştığını sorduğunda. Hayatındaki her şeyin artık gözüne ne kadar sıradan geldiğini ve bir insanla aynı şeyleri hayal etmenin bile zamanla cazibesini nasıl yitirdiğine tanık olduğunu söylemişti. Sanki o bana, ben ona dönüşüyorum"demişti Özgür, insan kendi gibi olan şeye zamanla hayranlığını da yitirir, benimki de öyle bir şey herhalde demişti. Ne zamandır, konuşamadıklarını ve her şeyi nasıl geçiştirdiklerini anlatmıştı Sevgi'ye veya nelerden tartıştıklarını. Münevver'in çoğu zaman onu anlamadığını söylemişti. Bir kaç zamandır gözüne batan bu duruma artık devam edemeyeceğini de eklemişti. Dürüstçe hiç zaman kaybetmeden ondan ayrılması mı doğruydu, yoksa biraz daha zaman verip bir şeyleri düzeltmeye çalışmak mı? İşte bütün mesele burada tıkanıyordu. Hayatına kimseyi sokmayı düşünmüyordu ve onu asla aldatmamıştı, sorun aklının başka birine kayması değildi, yalnızca ilk anki hayranlığı bitmişti. Yani ona hayran olmasına neden olan her şey ortadan kalkmıştı. Münevver bunları tabii ki bilerek yapmamıştı, ama onu uyarmaya çalıştığı her zaman bir karakter çatışması yaşamışlardı ve evet bazen hayati kararları ayrı ayrı alabilirlerdi, çünkü bunu fark etmese de Münevver de defalarca aynısını yapmıştı.
"O zaman dürst olmalısın" diye tembihlemişti Sevgi.
Sevgi en yakın arkadaşı, onun kendinden ne kadar nefret ettiğinden habersiz, Münevver için en uygun olanını istiyordu. Münevver ise bir daha Sevgi'yle görüşmemesini.
"Nereye" Bir de suratına bakıp nereye demişti. Onu o gün o kaldırım kenarından can havliyle kurtardığı ve biraz ilk görüşte biraz tanıdıkça aşık olduğu kadına gidiyorum dediğinde..
Arkasını dönüp koridor boyunca yürüdü ve kapıyı açtı. Bavulu hemen yan tarafındaki nefret ettiği paspasın üstünde duruyordu. O evi belki ilk başta kendisi tutmuştu ama o ev aylardır ikisinin eviydi ve evet o evden ayrılan giden kendisi olacaktı. Bunda bir mantık hatası olamazdı. Telefonu çaldı. Cebinden çıkardığı telefonun ekranında Münevverin annesinin ismi yazıyordu. Ne tuhaf, kadını yalnızca bir kere görmüştü ve şimdi kendini arıyordu. Sohbetlerinde bile bir kere adı geçmemişti, Münevver ona birşeylerden bahsetmiş olabilir miydi? Meraklandı, telefonu sessize aldı ve araladığı kapıdan çıkap loş koridorda telefonu açtı.
"Özgür, sen misin? " dedi kadın.
Evet oydu.
"Seninle birşeyler konuşmak istiyorum, görüşebilir miyiz?" dedi.
Onunla ne konuşabilirdi ki, acaba gitmemesi için ikna etmeye mi çalışacaktı, acaba salondan Münevver ona mesaj atmış olabilir miydi? Tabii ki hayır bu asla ona göre bir hareket değildi.
Neyle ilgili diye sordu hiç çekinmeden, birşey üzerinde çalıştığı için pek boş vaktinin olmadığını da ekledi. Ayrıca meraklandığını da, telefonda söylemesini rica etti, o apartman boşluğunda.
"Sizi neden onaylamadığımı biliyorsun değil mi oğlum?" diye sordu kadın. Onaylamadığının farkında bile değildi Özgür. Münevver bunca zaman her şey çok yolunda dememiş miydi? Yoksa yalnızca öyle gibi mi davranmıştı bu kız? Özgür cevap vermedi. Hızlı koşan atın bokunun seyrek düşmesinden mi bahsedecekti diye meraklandı yalnızca.
"Çünkü Münevver öyledir, dedi" Münevver bağlanmayı sever dedi, babasız büyümüş her kız çocuğu gibi, seni hayatı, hayatını sen yapmak için uğraşır, seni ve kendini tüketene kadar ve en sonunda da başarır, her zamanki hayal kırıklığıyla gelir yanıma ve her zaman o da geçer dedi. Bu kadar basit.
Bunun aşkla bir alakası yokmuş demek ki, yani Münevver hayatındaki her şeye karşı mı böyle bir bağlılık yaşıyordu. Evet dedi kadın. Onu bırakmasını tembihledi.
Kapının önünde bavuluyla dikilen bir adama, terk etmesini tembihlemek biraz komik kaçıyordu.
"Bu benim kendi kararım" dedi Özgür, sanki içeride Münevver'in kucağında yatıyor da, hiç sorun yaşamıyorlarmış gibi. Ve izin isteyip telefonu kapattı. Aslında kadın daha başka şeyler de söylemişti, çoğunu dinleyemediği, tekrar içeri girdi. Kapıyı kapattı. Biraz hızla çarpan kapının önünde dikildi bir süre.
Sesle sıçramıştı yerinden, şimdi o camı açıp kendini camdan atabilir miydi? Koşarak gidip, banyoya ondan kalmış jiletlerden birini alıp, bileğini kesebilir miydi? Ölmek ne anlama geliyordu bilmiyordu. Ama yaşamaktan daha basit bir şey olmalıydı. Ve annesi zaten ona defalarca gideceğini tembihlemişti. Dikkatli ol demişti. Kocaman kadın olmuştu artık, hayati kararlarını kendi alabilecek yaşta, yalnızca bir adama bel bağlayarak yaşamayacak yaştaydı. Ve tüm sevgisine rağmen onu terk etmişti Özgür. Şimdi kesmesi gereken şey bileği miydi? Camı araladı, biraz nefes almaya ihtiyacı vardı. Varsın gitsin diye fısıldadı soğuk havaya. Bir şeyleri değiştirmek zorunda hissediyordu. Bu sefer tek başıma yaşamaya karar vermeliyim dedi. O vazgeçebilmişti. Demek ki sevgi güçsüzdü onun sandığının aksine. Demek ki altında derin felsefi anlamlar, kurtarma planları veya telafi yolları falan aramanın hiçbir manası yoktu. Çünkü o o kapıdan hiç tereddüt etmeden çıkıp gidebilimişti ve yaklaşık bir üç dakikadır yaşıyordu, ölmemişti. Koca ömür bu böyle üç dakika gibi yaşabilirdi, aslında karar vermesi gereken şey tek başına da yaşabileceğiydi, anlıyordu artık.
Biraz da o yüzden, arkasına döndüğünde, Özgür'le göz göze geldiğinde sanki o yokmuş ve gitmiş gibi davranabildi. Portmantodan ceketini alırken, döndüğü zaman onu evde görmek istemediğini söyleyebildi Münevver.
Küçük kara balık okyanusa mı gidiyordu yoksa, Özgür kim bu yabancı kadın diye arkasından bakarken, o kendi duvarların çoktan çatlatmıştı galiba, içeri oluk oluk su sızıyordu..
SON