30 Kasım 2012 Cuma

Bilmiyorum, öyleyse yasaklıyorum. Tutun nefesinizi!

Benim gözlerim görmüyor, sizden farklıyım yani..
O zaman ne gerek var diyorum. Kapatın şu televizyonu, indirin şu sinema perdesini, yakın tabloları, heykelleri, görsel olan her şey yansın istiyorum. Kapatın ışıkları. Kapatın lütfen..

Benim kulaklarım duymuyor. Konuşmasınlar kürsülere çıkıp, anlatmasınlar bana bilimi, söylemesinler şarkılarını türkülerini ve piyano ve mızıka ve akordiyon belki, tempo tutmasınlar, ıslık çalmasınlar, herhangi bir ses çıkarmasınlar istiyorum.

Tat alamıyorum artık. Bütün baharatları atın çöpe, ve yağı ve limonu ve çilekleri atın, şarabı dökün. Kırın kadehleri, yemeğin buharında yüzümdeki gülümseme olmayacak artık. Kapatın ocakları. Yakmayın bir daha.

Ve herhangi bir koku alamıyorum artık. Yolun çiçekleri, biçmeyin tarlaları, savurmasınlar saçlarını. Koku gitti benim bedenimden, insanları tanıyamıyorum, koklayamıyorum toprağın nemini, bebeğin gıdısını, sevgilimin boynunu, şehirleri..

Ve hissedemiyorum hiçbir şey. Pürüzlü yüzeyler, kaygan ciltler, sivri uçlar, engebeli olan, olmayan, bütün düzlükler, tenime değecek her şey. Rüzgarın etkisi, suyun ıslaklığı, kumun pütürü, gazetenin boyası falan yani her şey silinsin.

Yani benim yapamadığım her şey, bilmediğim, yabancısı olduğum ve sevmediğim her şey kaybolsun. Veya kaybolmasını izleyebilirim. Tanımadığın birini yolculamak gibi, bilmediğin bir arabanın arkasından su dökmek veya her hangi bir uçağa el sallamak gibi. Hepsi beni terk edebilir sanıyorum. Yanılıyor muyum?

Ya her şey insan için veya her şey insanın aynı şeyse.
Ve ben yalnızca sevmediğim, bilmediğim, anlamadığım için bir şeylerin olmamasını diliyorum ya veya yalnızca göz yumuyorum ya mesela
Ve farz et ki gerçek kılıyorum.
Ya yarın öbür gün gözlerim görürse, yani sinema ya o kadar da kötü bir şey değilse ve asla denemem dediğim enginar aslında sağlığım için gerekliyse ve nefret ettiğim piyano, benim aşka ulaşmamda tek yolmuş mesela, mesala aşık olmuşum, hiç tanımadığım bir adama, böyle pürüzlü bir kalbi var onun da. Açtığımda gözlerimi ne olacak dersiniz?
Yok ettiğin her şey senden gittiği zaman, geride ne kalacak sanıyorsunuz...
Orayı yıkmışlar, olsun varsın. Tamam. Zaten gitmezdim mi diyeceksiniz?
Ya yarın yolunuz oraya çıkarsa ne yapacaksınız?
Bunu yasaklamışlar, yasaklasınlar, zaten pek bir cazipliği yok muydu  diye düşüneceksiniz?
Sizi yasaklayacaklar bir gün, bilginize.
Aynı sizin yaptığınız gibi biz de tepki vermeyeceğiz ya.
Yok ettiğniz her şey gibi bir gün siz de gideceksiniz.
Lazımsınız veya değil.
Ama gideceksiniz ben söyliyim size...

29 Kasım 2012 Perşembe

"Tevekkeli değil bu yüzden doğru dürüst ütü yapamıyordu"

Aslında bu bizim oralı sözü değil. Hatta baya bir uzaklardan alıntı.
19 yıllık karısının, iki çocuğunu büyüten hayat arkadaşının, o kadar zaman sonra erkek olduğunu öğrenen adamın bitiriş cümlesi bu.
Kadının kuzeninin itiraf: "Abi ya, senin hanım var ya, hani benim kuzen, o aslında erkek!"
Tepki: "Tevekkeli değil bu yüzden doğru dürüst ütü yapamıyordu"
Buna analitik düşünce kabiliyeti veya mantıksal tümevarım veya conta bozukluğu diyebilirsiniz.
Ben analitik düşünce kabiliyeti diyorum. Adam her bir başlığı ayrı ayrı değerlendirip, birbirleri arasındaki bağı gerçekçi bir şekilde ortaya koymuş.
Ütü. Cinsiyet belirlemedeki önemli mihenk taşlarından bir tanesi.
Siz neden erkekler ütüden bu kadar nefret eder sanıyordunuz. Veya kadınsal anketlerde en erinilen etkinliğin ütü olduğunu düşünmüştünüz.
Bugün dağarcığınıza bir şey daha ekleyin, bir de çeyizinize, erkeklere de diyorum ama, annenize söyleyin. Ütü mühim. Artık hamamlarda yaprak sarması yemek, tef çalmak yok.
İsteme seanslarında kahve testleri yok.
Oturuş kalkış falan da izlenmeyecek. Asla.
Ver eline bir ütü, tevekkeli değil hakikatten çok mühim. Savur yandan bir tişört, gömlek. Gömlek daha iyi!
Geç arkasından izle.
Yoksa sevişirken neyin içine girdiğin, tuvaletini nasıl yaptığı, göğüslerinin sertliği, elmacık kemiği/adem elması, ayakları, elleri değil.
Anlıyorsunuz değil mi, aslolan ütü.
Bir de baktın ütü yapamıyor. Erkek oğlu erkek bu
Bozacaksın ağzını, 19 yılın falan bir önemi yok, bir de olayın saçmalığı bir tek ütüde gibi bozacaksın. Yoksa sen müthişsin. Kendinden hem bilmem kaç yaş küçük hem uzakdoğudan kız almaya meraklı sen, sütten çıkmış ak kaşıksın. Bir de mağdur.
O kuzen gelseydi de, abi ya bu senin karı varya, insan değil deseydi ne diyecektin çok merak ediyorum.
Hak ettiğin oymuş ya, ben yine demiyorum ;)
Eşek bu eşek..
Tevekkeli değil bu yüzden pek bir tepkisizdi.
Öhöhhö, pardon ya. Orası burası.. Bizim yine hatlar karıştı.

**Neyse bugün gazete falan alamadım (benim büfe kapalı, öbür tarafa da gitmedim, onla pek sevişmiyoruz bilirsiniz), internet basınından haber okumayı da beceremediğim galiba ortada. Her hangi bir bilgiyi ekrandan alma kabiliyetim zaten biraz düşük benim. İnternetten okuduğumla ancak bu kadar.

**Anne blogumu okuduğun için çok mutluyum. Ama ekmekle ilgili gel ortada buluşalım. Seni çok seviyorum ama ekmek hala çok sert ya..Seviyoriii

28 Kasım 2012 Çarşamba

Benim Asabımı Bozmayın

Harem-Gebze minübüs hattı, 34 M5748, Allahın hayvanını oraya şöfor diye oturtmuşlar, öyle kelle koltukta bir sabah yolculuğu yaptık.
Şu metro kapımız bir açılsa, o minübüslerden ilelebet kurtulacağım ya neyse.
Sabah sabah daha gözümü açmadan üstüme gelen sinir krizini zor zapt ettim.
Bir de böyle adamın saçını başını yolmak, kafasını tekerleğin altında ezmek, lime lime etmek aklımdan hiç geçmedi desem, sakın bana inanmayın.
Neyse ki süper güçlerim yok, tarih hiç görmediği bir kıyıma şahit olabilirdi yoksa...
Geçelim.

İş yerinden Nermin Hanım ile konuşuyoruz, kendinin birinci sınıf öğrencisi bir çocuğu var. Millet ekmek derdiyle boğuşurken, şimdi bizimkiler kıyafet manyaklığına başlayacaklar, birbirleriyle yarışacaklar, ne yapacağız hiç bilmiyorum diyor. Ve umutsuzca ekliyor kötüye gidiyor diye. O bir anne.
Canım sıkılıyor, hava pek iyi değil bugün belli.
Bu bir sınama mı diye yukarı bakıyorum
Sonra hatırlıyorum ya pardon, ben yukarıya inanmıyorum
Küççük mollalar ülkesine doğru gidiş buradan başlamıyor ama, ben biliyorum. Sevgili köy enstitülerine ve mezunlarına uzaktan bir selam çakıyorum ve
Geçiyorum

Böyle gazetemi başka bir yerden aldım bu sabah ve büfeci çocuk suratıma öyle ters, öyle aksi bir bakış attı orada politik bir mücadele veriyormuşum gibi hissettim. Ulan denyo, üç kuruş para kazanıyorsun zaten bir de ayak üstü kralcı kesiliyor haylaz haylaz, benim tartışma üsturupsuzluğuma şahit olmamış ya, ben de bir şey demedim. Sustum yine.
Geçtim.

Sonra annemin bana akşamdan hazır ettiği sandviçi çıkardım, kapkalın ve sert ekmek. Pöff dedim, kendi kendime söylendim, benim küçücük ağzım var ya, onu nasıl tek hamlede ısırabilirdim. Çenem ağrıdı valla kahvaltı yapacağım diye, bazıları benim prenses olduğumu düşünüyor, doğru. Ama bu genetik be dostlarım, yani tedavisi yok, ne yapalım. 

Bir de iğrenç metrobüs girişinde, önümdeki cinsiyetsiz arkadaşın ters tekmesiyle alt bacağımı kaybetmiştim, şimdi iyi tabii, adamın tüm ayak izi ama siyah pantalonumun üstünde, bir durum olursa direkt tanımlama için pantalonu merkeze götüreceğim.
Bunu da geçtim.

Bir de Almanya bizleri pardon yani sizleri mantıklı olmaya çağırmış.
Ben de sabahçıları.
Veya olmadı ben de Batman olmak istiyorum.
Oy anam babam küçük bir etnik-teknik temizlik, miss, herkes birer adet şampuan kutucuklarında, otellerde kullanılanlardan. Sabun yapmam ben kimseyi merak etmeyin. Şampuan. Benim uyarlamam da bu kadar işte.
Beni sinirlendirmeyin.

27 Kasım 2012 Salı

Muhteşem Mal

Sanırım bugünün ortalama başlıklarında en popüler sıfat Muhteşem. Ben de biraz sizin rüzgarınıza kapılayım dedim, biraz da sizi uyarayım.
Sevimli başbakanımızın sanat düşmanlığı, aslında bunu şöyle ifade etmek daha doğru, official (resmi) faşist diktatörlükler haricinde bu ülkede pratik yaşamda böyle mallıklar ardarda görülmedi.
Doğru.
İnsanın yaşama alanına, her sınıftan insanın hissedeceği üzere etkin müdehale edilmedi
Doğru.
Şimdi bu adamın, bale süreciyle başlayan 1994 açıklamaları gündemde, aklımızda tabii heykel yıktırmaları, müzik düşmanlığı, şimdi televizyon dizisi, hali hatırda Fazıl Say sevgisi falan derken...
Sorun saldırdığı alan değil. Yıllar önce dersaneye giderken psikoloji bölüm hocama dünya görüşünün ne olduğunu sormuştum. O da bana, gerçek mana da hiçbir edebiyatçı, sanatçı, bilim adamı sağcı olamaz diye cevap vermişti. Bu üretimle ilgili demişti, üretimden yana olmak...
O gün bugündür bunu hiç unutmadım, o yüzden bu zihniyetin doğurdukları karşısında donup kalmıyorum.  Nazım'ın mezarını buraya taşıması, Dersim katliamını gündeme getirmesi, 12 Eylül'ü yargılımaya kalkması, yok anadilde eğitim hakkı, ifade verme hakkı falan tanıması karşısında da kanmıyorum ama.
Çünkü zihniyetin temeli belli, yalnızca okyanuslar ötesine çakılan selamdan değil, bunu 79'da dünya yaşadı, mollalar ilk kimi boğazladılar bilen bilir, uzakta değil hemen yanıbaşımızda.
Benim söylemlerimi bana satacak, klasik söylemlerle bana saldıracak, ben de bu sırada onun haince gündem değiştirme yetisi altında ezileceğim.
Pışıkk
Yok öyle bir dünya.
12 ay içinde, üstü ince pikeyle örtülen ekonomik krizin Türkiye ekonomisinin %60'ını vurması bekleniyor.
THY,tekstil, tersane çalışanlarının durumu...vs.
Belediyeler için il sınırlarına kadar yapılan genişletme çalışmaları
Temel ihtiyaçlar üzerine yapılan zamlar
Eğitim sistemindeki çöküş
Sistemin kendisindeki çöküş tabii.
Alt yapı ve üst yapı arasındaki ilişkiyi zamanında birinde biri tanımlamış, belki birilerinin aklında kalmıştır.
Alt yapı üst yapıyı etkiler'di hani?
Alt yapı: Ekonomi
Egede köylünün göz nuru yetiştirdiği zeytinin kilosuna yalnızca 70 kuruş gidiyor. Siz düşünün.
Ve Amerika 2014'te Afganistan'dan birliklerini çekiyor. 10.000 tanesini bırakma koşuluyla.
Ve Irak'a demokrasi, Libya'ya özgürlük götürdü. Mısır'da Mursi'nin durumu vahim. Aynı zamanda kendisi Mübarek'e kıyasla ABD karşıtlığı ile biliniyor. Ve Suriye ve İran. Çin ekonomisi falan derken...
Acaba gerçekten kim Muhteşem mal merak ediyorum.
Acaba herkes biraz aynaya mı baksa?

*Bu arada dün Cabbar, onu tüm sevme çabalarımı boşa çıkardı. Zaten biliyordum bir gün böyle yapacağını, ama ben inatla hadi hadi diye üstüne gittim. İlle öpeceğim, ille seveceğim falan derken burnumu ısırdı. İki yanından küçük delikler açtı ve kanattı da. O kadar vahim görünmüyor merak etmeyin.
He bu arada bilmeyenler için Cabbar, bizim papağan:)
O bile kendini daha iyi koruyor:)

26 Kasım 2012 Pazartesi

Bu neyin kafası!

Uzun bir haftasonu ardından yine pazartesi..İki günlük blog molasından sonra yazmaya en zorlandığım gün olur kendisi. Bir türlü karar veremem. Böyle ekranın önünde on on beş dakika hareketsizce bekleyip, ilk cümleyi yazmaya bakarım. Mesela bugün gibi, yine aynı şey oldu. Kafamda en az 3 farklı konu, oturdum masaya, gazete, kahvaltı, çay derken kafam iyice karıştı.
Neyse haftasonu diyordum pek hareketli geçmedi. Spor katılımları falan derken
Aaaa bir dakika, nasıl unuturum ya, haftasonu yağ/kas ölçümü yaptırdım. 1,5 aydır spora gidiyorum, bir türlü yaptıramamıştım. Neyse yağ/kas ölçümü için ayaklarınız çıplak halde böyle kantar gibi bir şeyin üstüne çıkıyorsunuz, mümkün olduğunca hafif giyinmeniz lazım, metalik çerçevelere ayaklarınız yerleştirip, ellerinizi de aynı şekilde metalik tutaçlara koyuyorsunuz. Toptan bir beş ile on saniye arası sürmüyor desem yalan olmaz. Sonra böyle fiş gibi bir şey çıkartıyor, biraz daha uzun olanlarından. İçinde tüm kas yüzdeleriniz, yağ oranınız, vücudunuzdaki su miktarı falan yazıyor. Neyse işte ben de sonucu hocalarla birlikte aldım. Şimdi sonucundan bahsedip kimseyi germek istemiyorum ama, yeni bir programa başlayacağım ve biraz protein ağırlıklı besleneceğim. Pek sevimli değildi sonuç, ama konuşmamak üzere birilerine sözüm var, o yüzden bir şey demiyorum, şimdilik.
Neyse cuma günü kızlar gecesi yaptık, Suadiye'de toplandık. Kimsenin aslında pek vakti yok, bir kaçımız sabaha erken kalkacak ama muhabbet açıldıkça unutuyoruz. Herkes herkesin komikliklerine, aksaklıklarına şaşırıyor. Bir de aramızda böyle kendimizi daha iyi gösterme çabası falan yok ya. Hani biraz erkekvari hava atma, artizlik yapma durumları falan:) Böyle tüm aptallıklarımız, yanlış tercihlerimiz, hatalarımız hakkında konuşuyoruz. Birbirimize nasıl rezil olduğumuzu veya olmak üzere olduğumuzu anlatıyoruz. Tadından yenmez yani, tabii en çok ben etkileniyorum. Kesin içmem lazım. Zavallı toy garsondan bilmem kaçıncı kere menuyü istiyorum. Hmmm denemediğim bir şeyler denemem lazım. İlk önce Sangria Margarita sonra Aslu'mun içtiği Satsuma Big'e sarkıyorum. Mötiş tatlar bu arada, acilen öneririm. Bir de menuden fotolarını çekiyorum, tarif fotolarını. Sanki eve gidip yapacakmışım gibi:D
Yahu bana bir fırsat verselerdi barmen mi olurdum dersiniz??
Cumartesi günü spor kahvaltı ölçüm falan derken öyle yorgun düşmüşüm ki, eve girdiğimde kendimi yatağa attım. Mıhlandım zaten iki üç saat kıpırtısız işte dizilerimin yeni bölümlerini izledim. Homeland falan derken zaten saat beşe doğru Bora aradı. Akşama onlarda balık, Olma mı, benim zaten protein almam lazım ve iki saat önce ton balığı yemiş olmam beni hiç etkilemiyor. Yine beni bilen bilir, bir şey yapmam geriyorsa eğer boku çıkana kadar giderim üstüne.(biraz küfürlü oldu ama gerçek). Aynen öyle yaptım ben de, yeriz tabii, bu arada son zamanlarda defalarca balıktan nefret etmeye başladığımı söyleyen ben değilmişim gibi ( size önerim büyük konuşmayın, biraz tuhaf bir şekilde de olsa ilahi adalet olabilir:)) ve sizi bulabilir. Bkz. ben) tabii canım yeriz, balık da yeriz, balık salatası da gibilerinden. Kusmaya ramak kala durdum. YAnında rakım ve şalgamım. Biraz kıroyum doğru ama hala rakıyı şalgam olmadan içemiyorum ve yanında balık olması da bunu engellemiyor. Neyse bana tek tek ayıkladığı balıkları güzelce mideme indirdikten sonra, yalancı çiğ köfte ve limon şoklaması yapıp, en sonunda durdum. Güzel bir geceydi. İşte bir arkadaşımız da bizimle, Hülya avşarın programı izliyorum bu arada gerçekten ilk defa. Yetenek sizsiniz. Neyse eğlenceli ve bolca konuşup gülüyoruz. Yok onun kalçası büyük, yok bu nasıl dans ediyor, yok işte bunun sesi iğrenç, yok abi bu da gösterimi derken, biz resmi olmayan katılımcılar kimseyi beğenmiyoruz ama eğleniyoruz. Neyse o gün de öyle geçer. Sonra pazar kahvaltı seromonisi ve koşarak zumba dersi ve biraz ağırlık çalışması ve sonra tekrar yatak modu, yatalak halim,ardarda izlenen filmler, bu arada Red Lights hiç de fena değilmiş. Küçük bir kavga krizinin başarıyla aşılması, ağırlaşan vücudum ve sonra uyku modum.
İşte tüm haftasonu böyle geçti. Güzeldi anlayacağınız, haftasonunun en kötü tarafı bugüne geliyor olması da olabilir, onu bu kadar keyifli yapan, bugün de olabilir. Fark etmez ama sonuçta bugün pazartesi ve benim bolca su içmem lazım. Bir de problemli müşterilerimi  sakinleştirmem, yöneticimle görüşmem..... lazım.
Bir de  demeden geçemeyeceğim ya.
Bu Tayip yine hürrem falan ayağına dizilere laf atmış ve yetkilileri doğru davranmaya çağırmış.
Yahu  neyle besliyorlar seni kuzum, bu neyin kafası diye sormak lazım.
Bu adam kesin alkol alıyor, kimbilir belki aynı benim gibi gizli gizli aşırdığı formülleri uyguladığı bir laboratuvarı vardır. Ahahaha dünyanın tüm alkolleri karışsa bu kafayı yapar mı bilmem ama, biz de at üstünde atalarımızın gittiği yerlere gidecekmişiz. Öyle açıklıyor Suriye, Gazze, Mısır politikasını ve biraz da o yüzden kızmış Hürrem'e. Sabah sabah koparak diyorum.
Ve ben de o formülü istiyorum be abi.

23 Kasım 2012 Cuma

Coğrafya İnsanların Kaderidir

Cumhuriyet Gazetesinde Ahmet Tan'ın köşesinden alıntıladığı bu Napolyon'un sözü beni biraz etkiledi.
Tabii ki ülkeme Hollanda'dan gelen patriot füzeleriyle ilgili
Rusya'nın uyarısını dikkate almamamızla ilgili
Bağcılar'da tüm okullara türbanlı hocaların girmesine karşın, alevilerin din dersine tabii tutulmasıyla
Kadına yönelik cinsel şiddetin artmasıyla
Suriye sınırının savaş alanına dönüştürülmesiyle
İşsizlik oranın artmasıyla
Kitapların sakıncalı bulunmasıyla
Sanıklara verilen 15 dakikalık savunma hakkıyla
Evren'in açıklanamaz suskunluğuyla, açıklanabilir soğukkanlılığıyla
AKP ve BDP arasındaki olası yakınlaşmayla
Eğitim Sen'in ikinci raporuyla
İLGİLİ DEĞİL, etkim
Ben zaten hiçbir zaman stratejik olamadım, en azından başarılı olanlardan değilim.

Benimki başka hikaye
Doğru, coğrafya insanların kaderidir. Çünkü dün giyindiğim sezonluk süet ayakkabılarım, evin camından bakarak sokağa çıkmama rağmen çoraplarıma kadar ıslanmama engel olamadı
Ve evet bugün bunun üstüne kışlık, yağmurluk çizmelerimi giyindim, günün tüm güneşine rağmen!
Yani sonuç olarak bir şeyi doğru zamanlayamadıysam bu benim stratejik eksikliğim olur, doğru
Ben de kendi coğrafyamı yaratmayı deneyebilirim, bugün yaptığım gibi.
Yolda önüme gelen tüm su birikintilerine basabilirim. Hem de yalnızca giyindiğim çizmemin hakkını vermek için ve sonra yalnızca yağmur yağmadığı için sizden nefret edebilirim
veya yalnızca nefret edebilirim ki örnekleri var
Metrobüste, sokakta, kafede, gittiğim her yerde karşıma çıkan sizi öteki gibi görebilirim.
Benim coğrafyama ait değil gibi, coğrafyayı bozan, bozguncular gibi görebilirim
İşte mesele de bu, sizin olmamanız benim olmam veya tam tersi değil
Yaşam alanı bırakmadığınız her birimiz için geçerli, hayatta kalmak için başka bir duruma adapte olmayız yalnızca, biraz da coğrafyayı değiştirmeye çalışırız, başkaca yorumlarız, baskıya karşı gizlenerek güçlenebiliriz, kinimizi içimizde büyütebiliriz ve sorna ilk fırsatta hiç ummadığınız yerlerde patlatabiliriz ve saygınlığınızı kaybedebilirsiniz. Biz ve siz olmaya başladıktan sonra zaten hiç önemi olmaya da bilir, ben de kendi kaderimi kendim tayin edebilirim veya bunun için mücadele edebilirim
Unuttuğunuz bir şeyler vardır muhakkak mesela biz yalnızca Napalyon'un torunları olmayabiliriz.
Daha çok kortuğunuz başkalarıyla olan sarsılmaz bağlarımız olabilir
Ve o inandığınız tanrınız hiç olmayabilir
O zaman ne yapacaksınız
??
Fanatikleştirmeyin bizi
Coğrafyaya aitsek, biraz da kaderiniz biziz, sevgili ötekiler

22 Kasım 2012 Perşembe

Bileydim büyüyünce olmamak isterdim:)

Ağaç yaşken eğilirmiş!
Size şöyle bir açıklama yapayım o zaman, siz karar verin.

Yetişkin: Uyy cancağızım söyle bakalım teyzenlere/amcanlara büyüyünce ne olmak istiyorsun???



Çocuk: --(afallama) bir süre sessizlik üstüne makinalı tüfek, saçma ve tutarsız açıklamalar:)

Benim hikayem:
Anaokul döneminde, okul arkadaşım Antony ile evlenmeyi istememim dışında pek bir mesleki seçimim yoktu, çok net hatırlıyorum, bir gece annemle babamın yatak odasındayım, ikisinin arasında yatıyorum, annem öylesine herhalde kadıncağız bana büyüyünce ne olmak istediğimi sordu, ben tüm heyecanımı gizlemeden, büyük açıklamayı yaptım, Antony ile evleneceğiz. Babam lal, öyle bir sessizlik sonra annem beni sakinleştirmeye çalışarak, artık neye heyecanlandıysam, biraz erken değilmi konuşmaları ve ben son derece kendimden emin, evleneceğiz! Peki..
İlkokul döneminde ise Bilim/Teknik dergisiyle tanıştım. Çalışma masamın alt rafında babamın biriktirdiği dergilerle tanışıklağım ilk önce resimleriyle başlasa da, uzay benim için en büyük yaldızlı resme dönüşmeyi başarmıştı. Hem de yine çarçabuk. Okumayı söküp kurdelamı kaptığımın akabinde, başladım işte uzay yazıları okumaya ve kararım yine katiydi, astronot olacaktım. Aya gidecektim ve kesinlikle bir de uzaylılar vardı, iyi uzaylılar, onlarla tanışacaktım ve ortak bir anlaşma sağlayabilecektim. Yani onlar da kendilerini daha fazla gizlemek zorunda kalmayacaklardı. Babam tabii çok sevindi bu işe. Bir öncekine göre daha mantıklı bir seçim olduğunu düşünmüş olmalı?
Ortaokul, benim isyanımın başlangıç noktası. Süresiz tartışmalar ve her şeye bir karşı çıkış formum. Camlardan beline kadar sarkıp mahalleyle bile kavga eden ben, nefret dolu ve hep bir mücadele içindeydim. Herkesin bir yanlışı vardı işte, ben de onları düzeltmeliydim. Demoklesin kılıcı tepemdeydi! Avukat olmaya karar vermiştim. Hukukla ilgili izlediğim her film beni bu konuda biraz daha sabitliyordu. Hukuk okuyacaktım, bu arada enteresan biçimde juri sistemine inanıyordum, hem de İstanbul'da, ters köşe oyunlarımla herkesi allak bullak edecektim ve hiçbir davayı kaybetmeyecektim. Bu konuda da nettim.
Sonra ben liseye geçtiğimde işler değişmeye başladı tabii, üniversite seçimleri, bölüm tercihleri falan derken, ben hayatım boyunca tek istikrar gösterdiğim alan, matematikteki başarısızlığımla tanıştım. Aslında matematik ve benim hikayem çok daha eskilere dayanır(bunu başka yazımda anlatacağım). Neyse kredili sistem, yok hukukun eşit ağırlıkta olması, beni keskin bir tercih yapmaya itti. Ya avukat olacaktım, ya da olmayacaktım:) Matematikle savaşmam imkansızdı. Vaçgeçtim ben de, onların kaybı.
Lise iki gibi yeni bir ideal, büyük ideal peşine takıldım. Bu sefer çok emindim ama. Gazeteci olacaktım. Evet bir yazar olarak hayatımı tamamlayacaktım. Yeni misyonuma göre, yine millete doğruları göstermenin, bir amacın peşinden gitmenin yolunu bulmuştum. Gazeteci olacaktım, bir köşem olacaktı ve gerekirse Uğur Mumcu gibi parçalara ayrılabilirdim. Doğrulardan vazgeçmeyecektim.
Yine bir tutarlıkıl örneği olarak, üniversite sınavına yabancı dil bölümünden girdim, başka bölümden tercih yaptığım taktirde puanım 0,5 yerine 0,2 ile çarpıldı ve bir kaç başarısız sınav deneyimi arasından,sonunda sözel (kendi alanımdan) girmeye karar verip, üç tercih yaptım. Yalnızca üç. İlk ikisi gazetecilikti.
Ben Uludağ tarihi kazandım. Bu arada puanım İstanbul ve Ankara tarihe yetiyordu. Uludağ nereden çıkmıştı, orayı neden tercih etmiştim o da başka bir yazı konusu. Bin pişmanlıkla gittim dört yıl tarih okudum.
Okudukça sevdim ama, ben biraz hızla sevebiliyorum. Gerisini siz düşünün. Sonra mezun olmama yakın, acaba okulda mı kalsam, iyi bir seçenek olabilir, sonra yok formasyon mu alsam, öğretmenlik de rahat bir meslek olabilir, akademik çalışma için iyi bir seçenek falan diye düşünürken, mezun olup tam 7 sene boyunca İngiltere konsolosluğunun vize başvuru merkezinde çalıştım.
Bu arada yazar olmaya kararlıydım. (bu da başka hikaye). Sinema atölyesine falan da katılmışlığım var, yani ya bir sinema filmi yapacaktım, ya bir roman yazacaktım, ama 7 yıl orada çalışırken eğer bir gün o işi bırakırsam başka yerde çalışmama fikrinde sabittim. Sanatla uğraşacaktım. Neyse iki ay önce işten ayrıldım. İki aydır ithalat firmasında çalışıyorum. Ve gerçekten çok keyif alıyorum. İthalatçı olmayı öğreniyorum. Yurtdışındaki tedarikçilerimizle baş etmeye çalışmalar, Türkiye'deki müşterilerin bitmez tükenmez sorunları falan derken, iyi ki yapmışım.
Bu arada hala yarım bir roman, iki üç yarım senaryo çalışması, yarışma için yazılacak yarım bir öykü falan var elimde.
Bu benim mesleki hayatım.
Başa dönersek, ağaç yaşken mi eğilir dersiniz, çünkü ben hala her dans filmi izlediğimde dansçı olmaya, her kitap okuduğumda romanımı bitirmeye, her bilimsel gelişme gördüğümde.. tamam orada abartı olur diye istemiyor olabilirim, ama doktor olmaya karar verip, alan bile seçmiştim (beyin cerrahisi). Greys Anatomi'nin benim üzerimdeki etkisi:)
Benim tutarlılığım da tutarsızlığımdır diye kabul etmek lazım sanırım.
Gerçekten ağaç yaşken mi eğilir?
Ben hala o belimi doğrultamadım baksanıza.
Ben de başa dönmeye karar verdim, Antony ile evleneceğim ve matematiğe biraz daha  özeneceğim. Belki
o zaman her şeyi değiştirebilirim.

Cevap: Evet yaşken eğilir

21 Kasım 2012 Çarşamba

Size Bir şey soracağım?

Dün biraz doğum günü vesilesiylen küçük bir yemek-maç organizasyonu yaptık. Feneryolu tarafında bir balıkçıda aynı zamanda maçı da izleyebilecektik. İzledik de sahi. Manchester kaybetti. Ben masada az daha (taraftarlığımdan ötürü) dayak yiyecektim, arka masadakileri bizim çocuklar pek sevmedi, ama masada çoğunluğun yüzü maç sonunda güldü. Güzel bir geceydi. Böyle aslında daha komik komik şeyler, tuhaf tesadüfler, gereksiz durumlar da olmuştu ve ben onları buradan güzel güzel yazacaktım da ama içim burkuldu. Ya sabah gazete okuma alışkanlığını bir kenera bırakmam gerekiyor, ya da bu burukluk ve sıkıntı durumuna alışmam sanırım. Her sabah masamda şu gazeteyi okurken, o kağıt parçasını böyle ısırarak sinirimden yutmak istiyorum. Tuhaf mı dersiniz? Olabilir. Ve her sabah bir daha gazete almayacağım diye karar veriyorum, tutarsız mıyım? Olabilir. Ve cık cık'layarak okuduğum gazetem yüzünden, çalışma arkadaşım benden nefret ediyor mu dersiniz? Olabilir:)
Bu sabah
Gazze'yi yazmaya karar verdim, vazgeçtim
Sonra Evren'in ifadesi üzerine
Selma'ların İdil Kültür Merkezindeki ev hapisleri
Victoria Nuland'ın basın toplantısı
Kesinlike kadına yönelik şiddete girmeyi düşünmedim, tecavüz ve dayak bugünün konusu değil yani.

Hepsinden geçtim. Aslında en çok Gazze'de kaldım. Bir tarafınız hep bir yere ait gibi hissedersiniz ya ondan herhalde. Ben de Beyrut'a aşık, romantiklerden sayılırım. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Beyrut'a gidince yazar olacağına inananlardan hani. Gittim de, böyle Orta Doğunun kalbinde olmak nasıl mı bir histi? Beyrut'un içinde (Hamra tarafları) tam bir batı sentezi gibi, ama Beka'ya doğru içlere girdikçe Hizbullaşıyorduk biz de. Türk olduğumuzu öğrenince I love Tayip sloganları falan da duyduk üstelik, aslında fakirliğin rengi her yerde aynı, bize daha çok benziyorlardı içerilere girdikçe. Hiç yabancılık çekmedik anlayacağınız. Ne kadar kabul etmesek de biz de Orta Doğuluyuz. Bir de bizimkiler var hani, tarihinde Filistin'e savaşmaya, destek olmaya giden binlerce insanımız. Mesela benim çok yakınlarımdan, büyüklerimden biri de öyle. Suriye sınırından nasıl geçtiğini anlatmıştı bana, ne zorluklarla Filistin'e nasıl vardığını, orada "hastanelerde" çalışırken neler yaşadığını, eline nasıl silah aldığını... Hiç tereddüt etmediler onlar. Çünkü Filistin'deki mücadelede sınır mınır kalmıyordu bizimkiler için. Marxistler bilir veya İspanya iç savaşına katılanlar, sömürünün rengi olmadığı gibi, emeğin de toprağı mı olmuyordu ne? Vatan, mücadele ettiğin her yerdeydi onlar için. Onlar da o yüzden tereddüt etmeden gittiler.
Ve bugün Gazze yine işgal altında, Kılıçdaroğlu bağırıyor, Kürecik'teki radarı kapat, Kürecik'i askıya al, seni şahsen tebrik edeceğim diye. Sanki kendi iktidarda olsa kapatabilecekmiş gibi. Pehh karnımız tok da bunlara, bol keseden atışmalar izliyoruz. Gelen patriot füzeleri falan, bir bölüm bizi korumak için sanıyor ya, bir bölüm o yalnızca Kürecik'i koruyacak diye yazıyor, bağırıyor. Neyse bu bölgesel sorun, Arap Baharı sona erecek gibi durmuyor. Mısır'ın açıklamaları, arabulma çabaları, Davutoğlu'nun hıçkırıkları falan derken dört yıl önce 2000 kişiye malolan saldırıların yeni bilançosunu merakla bekliyorum doğrusu.
Sonra işte Victoria Nuland'ı(Dışişleri sözcüsü ABD) sıkıştıran gazeteci altını çize çize soruyor. Onun işi de bu! Sıkıştırmak, "müttefikiniz Türkiye sizinle aynı paralelde düşünmüyor, İsrail'i devlet terörürü yapmakla suçluyor, ne düşünüyorsunuz".
Nuland cevap vermiyor, o da "sessiz kalarak bunu destekliyorsunuz" deyince de, İsrail'in kendini savunma hakkı olduğunu ortaya koyuyor. Aynı gazetecinin "Türklerle aynı görüşte olmadığınızı neden söylemiyorsunuz" sorusuna da ülkesinin iki müttefikiyle kamuoyu önünde sözlü atışmaya girmek istemediğini söylüyor. Gazetecinin, "bu her gün yüzlerce insanın ölmesinden dah mı kötü?" sözleri üzerine de "Bu bir soru değil" diye cevap verdi.
Bence de doğru, bu bir soru değil.
Amerika'lı bir diplomata göre kavga çığırtkanlığı
Orta Doğuluya göre istila, işgal
Peki bize göre, yani ne oralı ne buralı olamayan, neüdüğü belirsiz, Asya ve Avrupa'nın arasında köprü vazifesi gören, üç tarafı denizlerle çevrili, dostluk ateşesi bize göre ne?
Bu bir soru mu dersiniz?

20 Kasım 2012 Salı

Üşenmeyip de köşeciklerine Erkin babayı sığdıranlar, size mektup var


***Facebook anasayfaya girince, yazının hızla başlığını değiştirmeye karar verdim.. Ve bu arada ben bir Erkin baba dinleyicisi değilim. Selamlar..


İlk pazartesi öyle kazasız belasız atlatılmıştı ki, koşarak eve gitme, kalan pırasadan limon eşliğinde yeme ve koşarak spora gitme eylemlerini gayet kazasız bir şekilde tamamladım. Zumba falan derken, biraz kol çalışması ve insanları daha fazla bekletmemek için yapılan hızlandırılmış üst bacak egzersizinden sonra koşarak (bir nevi hala kardiyo yapmaktayım) siteye döndüm. İşte öyle misafirlerimiz falan da var, kafede oturmaca, yarım göz tv'de şarkı yarışması falan izlerken, bir yandan da sohbet sürüyor (geyik diyelim) işte o ara, ilk defa Erkin Koray'ın oynadığı reklamı gördüm.Of çenem, benim canım çenem durur mu hiç? Hayır elbet, car car başlamadım mı, ne karizma bıraktım, ne tutarlılık, bir de sırıtıp, yazık diye iç geçirdim, para o kadar mı değerli ya dedim. Biz işte nevi şahsına münhasır solcu geçinenlerin böyle acımasız bir tarafı da oluyor. Yeri geliyor düşmandan çok düşmanlaştırıyoruz bizimkileri. Ben de biraz öyle yaptım. Sonra bu sabah gazetemi okurken alttaki yazıya rastladım. Yorumsuz aktarıyorum, isteyen katılır...

"Bu arada sosyal medyada Erkin Baba neredeyse çarmıha geriliyor. Yok efendim o Türk rock'unun babasıymış, hayranlarına nasıl ihanet edip, bir reklamda hem oynayıp hem şarkısını satarmış. Vay vay vay, sosyal medyanın en kahramanları, neden mesele Erkin Baba olunca neden öyle celallendiniz? Zülfü Livaneli "Ey özgürlük" şarkısını iletişim şirketlerinin emrine verirken, Mazhar Alanson "ham" yaparken nerelerdeydiniz? Beş kuruş para vermeden Erkin Baba'nın şarkılarını internetten indirirken, bu adamın güneş enerjisiyle yaşamadığını hiç düşündünüz mü? '

*Işıl Özgentürk'ün bugünkü köşesinden alıntıdır.

Bir de şu telefon reklamı var aklımda, biri genç elinde cep telefonu, biri yaşlı tripotlu bir amca. Anı yakalamaya çalışıyorlar güyaki, tabii bizim emektar daha tripotu düzeltene kadar, genç tüm pozları yakalıyor.
Tüketimin artık bu kadar yaygınlaştığı bir zamanda, sanatı da bu kadar rahat gözardı etmeleri hayret verici mi, tabii ki değil. Zaten insan hayatını pratikleştirdiği müddetçe de kullanılacaktır. Peki insan hayatını ve kültürünü yok ettiği sürece? Bunun kararı herkesin kendinde. Ben bir fotoğraf karesi için sanatçının ne kadar emek, zaman ve para harcadığını öğrenerek büyüdüm. Şanslıyım yani. 
Ve bugün salı, 20 Kasım. Biraz da iyi şeyler var tabii hayatta. Neyse ki var. Günün anlamına uygun bir yazı yazmak istiyordum. Sonra biraz abartı kaçabileceğini düşündüm, küçük bir dipnotla anmak yeterli galiba.
İyi ki doğdun, iyi ki varsın, düşe kalka gidiyoruz tabii, bazen düşmeler yoğunlukta, bazen kalkmalar tabii ve sana aslında bir şiir hediye etmek istiyordum, bir de fotoğraf albumü. Bir yanım dijital çağdan nefret ediyor ya hala, anılarımızı dokunabileceğimiz, tozlanabilecekleri bir yerde tutmak istedim ama yetiştiremedim, neyse bir daha ki sefere:) Şiire gelirsek, o her zamanki gibi Nazım'dan. Bir ara belki gizlice cebine falan atarım. Uzaktan gören de beni romantik sanacak:) Korkum o ki, şiiri zorla okutturmaya çalışırsın bana, aynı saatlerce şarkı söylememi istemen gibi, sesimi de tanıyanlar bilir:) çekilir değilimdir hani. İşte gözü kördür ya, benimkinin kulaklarını da sağır etmiş olabilir:)
Bazen mırıldanıyorum ben de, küçük küçük, gözünden hiç kaçmıyor benimkinin veya kulağından
Sevmenin bütün halleri
Doğum günün kutlu olsun yeniden

19 Kasım 2012 Pazartesi

Haftasonu, 90'lar mı desem ya göbek atışlarımız:))

90'ların Bora Öztoprak'ındaydık bu haftasonu. İyi de yapmışız valla, sabah 5'lere kadar göbek atıp, tüm zumba hareketlerini gerçekleştiren biz kızlara karşılık, erkek tarafı da az kıvırmadı hani. Üstüne alınanlar bilir;) Merak etmeyin onları belgelemedik. Burada yalnızca hatun tarafının fotolarını göreceksiniz. Tüm ağırlığımızla başlayan gece, mesela, yaş ortalamasını küçük, içerideki popülasyonu aynı model bulma, kızların aşırılıklarını, erkeklerin ciks bakışlarını beğenmeme, cadde insanları, tüüh biz sevmeyizler, bööle bacak bacak üstüne atıp, içkimizden yudumlamalar, etrafı ara ara kısık gözlerle süzmeler, masayı beğenmeme, servisi beğenmeme, bu kadar paraya değmezmiş demeler, sonra tuhaf hareketlerde bulunan (değişik kadın çığlık  tonları/sahneye laf atma durumları), dans edenlere hayretle bakma, müzik gürültüsünden fırsat bulunsa neredeyse, Türkiye ekonomisi konuşacak gibi hallerimiz de var. İlk yarım saat programı iplememe, kapı önünde sigara ve sohbet ortamı yaratma sonucunu mu merak ettiniz? Biz de herkes gibiyiz. Ahaha hem de elimde onlarca kanıt var, tabii ki hepsini buradan yüklemeyeceğim ama, buyrun işte yandakiler, çılgın göbek atışları, omuz silkmeler, üç adımlı halay çabaları, oh oooh diye bağırarak şarkıya eşlik etmeler, bil bilme tüm çalan arabesk, fantezi şarkılara da hem de, zumbalarımız ( o gün spora gidememiştik), Aslım canım omuzlarını böyle silke silke, hep böyle makerana dansı yapmak istiyorum demeler, bel/kalça koordinasyonunu kaybettik valla, sonra kıvrak boyunlarımız, ellerimiz birer hintli kadın elleri gibi, gerdan kıra kıra oynuyoruz, işte anlayacağınızın en klasik anlamında, koptuk, ben böyle diyince sevgilim anlamıyor onun için coştuk, eski manasında baya bir eğlendik arkadaşlar.



 Zavallım, sevgilimin tüm uykusuzluğunu ve o tarz yerlerden hoşlanmamasını bile unutup kendimden geçen ben valla çok eğlendim. Uzun zamandır herhangi bir mekanda o saati görmemiştim ki, saat 5'e kadar su gibi geçti. Eğer benimkinin yorgunluğu ve huysuzluğu artmasaydı, büyük ihtimal, bir bira üstüne bir bira daha içilebilirdim. Hem de hiç tereddüt etmeden. Yahu be ayrıca sen Kağan kadeş (B.Öztoprak'ın yanındaki arkadaş) insan her hale mi girer yahu? Bazı yerlerde ağzım (ız) açık kaldı. Ayrıca orada da bir kol/omuz koordinasyonu söz konusu, demeden geçemeyeceğim:))
Ertesi güne beş saatlik bir uyku, hafif baş ağrısı, gözlerde yanma, halsizlik ama tebessümle kalkıldı. Kuzenlerde geceyi geçirdiğimiz için, koşarak eve gidip tostlu kahvaltım, tonla greyfurt ve portakal suyu tüketimi, ayrıca eski günleri aratmayacak nitelikte yatalaklığım söz konusuydu. Ve geceye tonla ağlayarak girdim. Böyle kucağımda tuvalet kağıtları, sinemada utancımdan kendimi çok tutmuştum ve sırf bu yüzden sinema organizasyonlarında insan sayısı indirimi yapacağım, neyse doya doya ağladım valla. Hangi film olduğu merak edilebilirsiniz. Hayatta söylemem;) O benim gahramanıım. Bu ipucu yeter bence. Neyse ağla ağla helak oldum, sonra da sabaha kadar deliksiz uyku. Oh ve bugün günlerden pazartesi, şimdi biraz çalışmak lazım.
Herkese iyi haftalar arkadaşlar.

16 Kasım 2012 Cuma

Atkı

Aşinalık önemli bir şey, yok değil diyenler halt etmişler.
Güven duygusu, tabii ki heyecan bir başka olabilir, böyle durmadan risk altında yaşama karşı bir özenme hissi, durmadan bozuk bir kalp ritmi, süresiz belirsizlik falan heyecan verebilir insana. Riskli olanın cazibesi işte, av avcı misali, avuç içine koymadan rahatlayamayabiliriz. Elde etme mücadelesi, hiç olmayacak kişilerin peşinden sürüklenebiliriz, platonik takılabilirsiniz, veya günlük işte anladıklarınızdan veya gizli gizli buluşmalar, aldatmalar, aldanmalar, sırlarımız ve sırlarımızın verdiği rahatsızlık. O rahatsızlık hissi de hoş olabilir. Bir yere kadar tabii. Sonra bir sükut haline özlem başlamaz mı dersiniz? Hani böyle başını kolunu sığdırabileceğin bir kucak aramaz mısın? Veya yalnızca varlığının soyut halleri bile sana iyi gelsin istemez mi insan? Nazım'ın şiirindeki gibi bir vazoda kül olma düşüncesi. Yaşayanlar bilir tabii, yani bir nevi herkes, çok uğraşmadan kendini anlatabilmek veya usul usul senin suyuna gittiğini bilmek, yüz yıldır varmışcasına bir güven. Bazen onun yanında varlığını unutabilimek, bir kitaba dalabilmek, bir filmde kaybolmak, saçına ufak bir dokunuşla kondurduğu öpücükle gülümsemek. Sonra en sıkıntılı anında bile seni düşündüğünü bilmek, Ben'leri kenara bırakmak. Kızdığı şeylere senin için katlandığını bilmek, o da bir yere kadar, müsrifliğine, tez canlılığına, aşırı duygusallığına kızması.. hepsi ama senin için. Bir de nereye gidersen git, cebinde taşıdığın biri gibidir, bilirsin. Kötü yanları yok mu, vardır tabii. İsterse evliliklerin 100 yıllığı olsun, isterse taze aşıkların yetmişinci günü, veya nişan arifesi veya on yıllık bir ilişki.. hepsi için geçerli, süren hepsi, kötü yanları yok mudur? Vardır elbet, ama buna rağmen devam etmeye karar vermişseniz, verdiysem bunun daha büyük bir nedeni vardır bence. Biraz iyilik, koca kötülüklerin üstüne çıktığı için değil, o kadınsı romantizmden bahsetmiyorum, ama bağlılık güzel birşey. Bağımlılığa dönüşmediği müddetçe veya bir kokuda onu aramak, veya en komik anında onunda olmasını istemek veya üzüldüğünde bazen seni tam olarak anlamayacağını bilsen de onla paylaşmak, seni dinlemesi, tuhaf konuşuyorsun dese de, yılmaması mesela. Neredeyse bir buçuk yıl oldu. Neler değişti yalan mı? Ben, o, biz. İyi de oldu, kötüsü de. Ama hala ellerimi avucunda kaybedebiliyor. Bana hayran hayran baktığını yakalayabiliyorum, bir de gizli gizli saçımı kokladığını, sonra elimi sımsıkı tutuyor mesela, ben de ona sarılırken kemiklerini kırmak istiyorum, tabii genellikle o kırıyor. Yani bazı şeyler sırıdanlaşsa da bazı şeyler heyecanını koruyor. Aşinalık güzel bir şey, bir de size dünyanın en güzel atkısını alması. Bir şeyi sevmek için tuhaf şeylere, heyecanlara ihtiyacımız yok yani, çünkü o zaten mötiş bir atkı;)

15 Kasım 2012 Perşembe

Pabucumun Aydını

Altın işlemeli, yakuttan, zümrütten, incilerden bir taht oturduğu
Ayağının altında pufu, böyle kaz tüyünden üstü, onun da alt çerçevesi altın işlemeli
Sağ tarafında  elinde ibriği, sol kolunun üstünde havlusu bekleyen bir uşak
Sol tarafında bir kadın figürü, emrine amade, komut bekliyor
Kafasının üstünde sarığı, dolanmış da dolanmış kafasının üç katı neredeyse,
tahta yaslanmış bir asa, gösterişli, sağ elinin yüzük parmağında neredeyse bebek kafası kadar bir yüzük,
kendi parafı da olur, değerli taşlardan bir demet de. Dalkavuğu önünde, arkasında, isterse yanıbaşında, çıplak ayakları, altında şalvarı, üstünde kaftanı, çirkin burunlu, düşük gözlü, bıyıklı oturuyor.
Al bu adamı, üzerine bir pelerin, elinde bir hançer, gözüne bir maske koy, başka bir tarihte
Ve sonra al bu adamı, üzerine ihram, eline bir tespih tutuştur, imamesi kıymetli taştan ama
Başka bir zaman, bir üniforma, başına bir kep geçir, yıldızlar omzundan dökülsün
Şimdi de, network'ten beymen'den gucci'den bir takım elbise, hayal gücün, zevkin hangisine yeterse, yabancı marka bir don içinde, yumuşak bir gömlek, uyumlu bir kravat, ve ceket ve pantolon işte..
Veya at üstündekilerin hepsini, aç gözlerini bak sivri sivri, it elinin tersiyle önünde dalkavukluk yapan iti, halklar değişir, kanunlar değişir de dalkavukluk değişmez sen bilirsin, bak gerçekten. Adam çıplak diye bağırmana gerek yok. İçinde "Adam yok" göreceksin.
Vantrolog misali, ses onun karnından dahi gelmiyor, ipi tutan başkası.
E o zaman sen koca dalkavuk, aydın diye geçiniyorsun, yeri geliyor en şaşalı ödülleri cebinde biriktiriyorsun, masumiyetin birikimleri, uzunca tanımlıyorsun ama kendince tanımlıyorsun peki.
Peki, elbiselerin içi boş kardeşim, sen kime dalkavukluk yapıyorsun?

14 Kasım 2012 Çarşamba

64

1996- 12
2000- 122..
2012- Bugün 64.gün

















Yaşamaya Dair:

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela
Yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan,sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda, insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel en gerçek şeyin, yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten kortuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından (1947)

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani beyaz masadan bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz, en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, diyelim ki cephedeyiz.
Daha orada ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın, daha on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak..

N.H

13 Kasım 2012 Salı

HUNGER/açlık

Hunger(2008) Bobby Sands'in açlık grevi hikayesi.
Bilmiyorum Türkiye bir şey hatırlıyor mu?
Ve bugün ben artık bu köşeden herhangi bir şekilde Ölüm Oruçlarıyla ilgili yazmak istemesem de dayanamıyorum. Çünkü utanıyorum. Aynı Steve McQueen'in ikinci filminin ismi gibi (Shame). Çoğunluğun nasıl fütursuzca resmi ideoloji bağımlılığına kapıldığını görüyorum. 
Ölsünler çığlıkları atanlar için de, buna kayıtsız kalanlar için de. Hepsinin adına utanıyorum. 2000 yılında yaşanan ölüm oruçlarının yakın takipçisi olarak yüreğimizin, biz toklar için söylüyorum, yüreğimizin nasıl ezildiğini hatırlıyorum. Hayata Dönüş operasyonu çerçevesinde ne büyük bir insanlık ihlali işlendiğini de, buna karşı bir şeyler yapmaya çalışanların nelere maruz kaldığını hatırlıyorum...
Evini ziyaret ettiğimiz Ölüm Orucu direnişçisi Hüseyin Yıldız'ın ölüme en yakın andayken bile direnmesi, Hacı Bektas Şenliklerinde yoldaşımız,arkadaşımız, en yakınımız Mehmet'in 1996 gazisi olmasına rağmen en dirayetlimiz olması, bunlar direnişin gerçek yüzü.
Şimdi 62.gün ve ben korkarak bekliyorum. Çünkü onlar teker teker en temel yetilerini yitirirken, biz insanlığımızı kaybediyoruz. Telafisi olmayacak bir şekilde, bir utanç çentiği daha atıyoruz tarihimize.
Her kim olurlarsa olsunlar veya hangi dünya görüşünde veya sizin için düşmanlar, her neyse işte, unutmayın ki bu bir sıcak savaş değil, sizler elinizde sandviçleriniz, tostlarınızla beslenirken, tek öğününü kaçırdığınız için bile kan şekeriniz düşerken
onlar bedenlerini ölüme yatırıyorlar.
Bir kere düşünün.
Ölüm onların tek bedeli, ya geri kalanların ki?
Bu duruşun kefaretini kim ödeyecek peki?
Utanıyorum.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Katı olan her şey

Seni bir pazartesi gününe sığdırmak isterdim,
Kasım ayının ortasındaki bir pazartesiye.
Bazen yeni takmaya başladığım beremin içinde taşırdım, bazen tereddütle giyinilmiş bir
hırkanın cebinde, fark etmez yani, soğuğu örtmeye çalışan bir yerlerde taşırdım seni.
Bir yavru kedi misali




Seni bir Pazartesi günü görsem ilk defa, haftanın renkleri değişirdi,
günler tersten akardı muhakkak ve her başlangıç daha tanıdık, her bitiş daha başlangıç olurdu.
Günlerimi sana bölerdim, haftalarımı da öyle, Tüm saatlerim olurdun sen, ben seni saniyelere bölmeye çalışırken..

Sen bir pazartesi günü olsan, en çok sonbahara yakışırdın.
Mutluluğunun içinde hüznün saklı olduğunu bilirdim ben, ve bir tek ben sana
dokunabilirdim, bir bankın üstünden, kaldırım kenarından, bir vapur iskelesinden elimi kaldırdığım anda.
Sen benim küçük sırrım olurdun o sonbaharın her sabahında, yüzümdeki gülümsemem..

Seni bir pazartesi günü kaybetsem, toprağın kahverengisi karaya mı çalardı
Kasımın soğuğu dona belki, bir yavru kedinin ölü bedenini bulurdum bir ağacın altında.
Belki bir bilge dede ağıt yakardı
Gidişin yakışmazdı yani hiçbir mevsime
Sen en iyisi mi gitme diyemediğim

Şimdi karın üstüne anlamsız şekiller çizmiyorum, büyük cepli hırkalar giyinmiyorum
Ve bir şeylere aptal bir tebessümle bakmayı bırakalı çok oldu..
Ben de çılgın mutsuz kalabalığa karıştım anlayacağın
Bir tutam sihire ihtiyaç duyuyorum veya bir dokunuşa
Umudu suya bırakmış biri gibi,
şimdi katı olan her şey buharlaşıyor sanki..



***Bu arada her şey yolunda:)

9 Kasım 2012 Cuma

Fırat Yücel'e Cevap:) Faşizm-Başkaldırı ve Cloud Atlas

Kişinin sinemadan alacağı hikayesi kesinlikle kendi algısıyla ilişkilidir. Çünkü perspektif dediğin şey, yalnızca bakış açısı değil aynı zamanda birikimdir. Bu yüzden üçe beşe ayrılmış yığınların bir film üzerine yaptıkları farklı konuşmalar onların öğrenilmiş dünya bakışlarından gelir.
Ve aktivist bir solcunun, aktivist olmayan reformist bir solcunun, hiçbir şeye karışmayan ortalama yaşayan bir solcunun ve bir liberalin, bir apolitiğin filme bakış açısı tabii ki aynı olmayacaktır. Anlatılan şeyi kendi yaşanmışlığına göre yorumlayacaktır. Bu sahnede ben F.Yücel'i etkin (Aktivist bir solcu) olarak değerlendiriyorum.
Fırat Yücel, filmi değerlendirirken özellikle insanın çerçevesini ölüm ve doğum ile sınırlayan, ruhsal teselli filmi olduğunu söylemiş. İnsanoğluna kendi anlamını aşan metafizik bir anlam verdiğinden bahsetmiş ve son olarak ve bence en önemlisi değişik başkaldırı formlarını özellikle diktatörlük tanımını, kölelik karşıtlığı ve Nazizimle biçimlendinmiş' demiş.
Çok uzunca açıklamak istemiyorum ancak, Filmin ben de bıraktığı şey ruhsal bir teselliden çok, bir hareketlilik, bir neden arama ve sorgulama oldu, içeride sunulan tüm o metafizik öğelerin, belki o kadar basit olmasa da en çok fantastik estetik açısından etkileyici olduğunu hissettim. Yani film daha çok damlalardan okyanus oluşturma fikrini, eski kafada her bireyin kendi kapısının önünü temizlemesine uydurmuyor kanımca, çünkü gerçekten okyanuslar damlalardan oluşuyor ve insanın dünyasında herkesin kapısının önü dışında kalan yerler de var, yani demek istediğim kelebek etkisi gibi, fantastik bir düzlemde değil ama aldığımız küçük kararların gelecekte bir devrime yol açması da değil belki ama, karakterimiz üzerindeki etkisinden bahsediyor. Aynı bugün F.Yücel'in aktivist bir solcu olmasının tek başına Fırat Yücel'i tanımlamaması gibi ve dünya görüşünün katıldığı eylemlerden kaynaklanmaması gibi. İnsanın gerçekliği bence, onun hareketlerinin detaylarında yatar, doğal tepkileri ve hazırlanmamış konuşma etkinlikleri, spontene gelişen olaylar bir insan üzerindeki fikrimizi netleştirir. Gerisi etikettir. Aktivist bir solcu olmak, avukat olmak, doktor olmak, çıkarcı bir iş adamı olmak..vs
Bulut Atlası bir din yaratıyor, tüm dinler nasıl oluşuyorsa aynı şekilde ve öylesine bir insanın, bir vadi insanın dine bakış açısını seriyor gözümüzün önüne. Orada asıl hassasiyet isteyen şey bir insanın dini yaratmasından çok dinin insan üzerindeki etkisi oluyor.
Tanrı yaratmanın, bir nevi başka bir felsefi akım yaratır gibi, bir önceki inanılmışlığı sorgulamaktan geçtiğinin altını çiziyor yeni dünyanın yeni tanrısı. Bunlar çok önemli çünkü o bir insan tanrı, bugüne baktığımızda bile hala elimizi süremediğimiz, dudaklarımızı aralayamadığımız sekterliklerimiz var. Sorgulamanın başladığı yerde yeni bir inanç oluşturuyor insan, bir şeylerin değişebileceğine inanıyor. Bu yeni bir din öğretisi olsun ki filmde öyle lansa edilmiş veya yeni bir dünya görüşü, bir başkaldırı formu bu. Değiştirme isteği ve inancı. İnanç insanın kendisiyle ilgili diyor. Özgür irade işte burada devreye giriyor ve senden sonraki hayatları da etkiliyorsun, senin tartışmasız gerçekliğinle. Çünkü varlığın başkalarının sana baktığı sürece mümkün diyor film. Bu ne kadar metafizik gibi görünse de, tabii ki sen benden bağımsız da varsın ama senin varlığın geleceğin varlığı için bir etkiye sahip, yani bugün senin kararların ve üretimin, bir sonraki neslin varlığını oluşturuyor diyor bu film ve bu bence çok önemli, egoizmden uzak ve gerçek.
Diğer taraftan birbirine bağlanmış altı hikayenin altındaki metini okuduğumda, bir umut vaad ettiğini düşünüyorum. Nasıl bir insan olmaya karar verirseniz, öyle bir insan olursunuza. Kararlarımızın evet doğum ve ölümle sınırlanmış şu kısa hayatımızda tamamen özgür iradeye bağlı olduğunun altını çizmiş ve olsun varsın Nazizim ve Kölelik karşıtlığıyla anlatsın politikasını, o koca yığınların faşisizm algısını en rahat nasıl verecekse onu seçmiş bence. Yoksa ailelerin kendi ailelerini kapatmak için dolu para dökmeleri de bir faşizm etkinliği olarak sayılamaz mı? Veya kaos ve krizden beslenen kapitalist dünyada, yine sistemin kendisini yenilemesinin teorisi kriz ve kaostan, büyük yıkımdan geçmiyor mu. Faşizm zaten Vahşi Kapitalizm olarak tanımlanmıyor mu? Nükleer karşıtlığını da taraftarlığını da anlatırken, kendi insanını gözü kırpmadan öldüren zihniyet hangi tarafta veya insan doğası diye bize satılan öğrenilmiş egoizm kaynaklı maddiyatçı dünyada gözünü kırpmadan başka bir insanı altın için zehirlemisi hangi dünya görüşünü besliyor? Ve herkese ne olacağını seçme şansı sunuyor film, üreten, mücadele eden ve onurdan yana mı, yoksa hayatın içinde kaybolup giden taraf mı? Ve son sahnelere doğru, peki ne için? diye soruyor Haskell Moore, Ne için bütün bunlar, değer mi diye Adam Ewing'e...
Benim için olmadı mesela, ben devam edemedim, kimileri ediyor, kimileri için anlamı büyüyor mücadelenin, kimileri sistemin içinde kaybolup gidiyor ve savaşmak için değerli birşey bulamıyorlar. İşte o yüzden herkese soruyor film bu soruyu. Peki ne için ve neredeyse bir sahne önce sorusunun cevabını Sonmi 351 ile veriyor film. Peki sizin cevabınız ne?

8 Kasım 2012 Perşembe

Küçük Kara Balık, okyanusa mı gidiyordu?

Avucunun içinden kayıp yere düştü fincan. Yüz küçük parçaya ayrıldı. Her bir parçada ayrı bir hüznü, umutsuzluğu, hayal kırıklığını mı süpürmesi gerekiyordu şimdi? Oysa ki o dim dik karşısında duruyor, ifadesiz suratıyla gözlerinin içine içine bakıyor, neredeyse en umursamaz haliyle gideceğini söylüyordu. Ne kadar da basitti bir insanın gitmesi. Veya yanlış mı hatırlıyordu o kadar basit değil miydi?
Yine de son zamanlarda yaşadıkları tüm o olumsuzlukları, birbirlerinden uzaklaşmalarını ve aslında o asla kopmaz dediği bağın koptuğunu hiçe sayarak, bir cesaret dudaklarını araladı
"Nereye?"
Kapı ağzında duran bavulu görmezden gelmişti, dolaptaki kendi bölmesinde önceden özenle katladığı kıyafetlerin yokluğunu da, banyo tezgahındaki fırçalığın içindeki tek diş fırçasını da ve tam üç gündür yatağın sol kısmındaki soğukluğu.
Cevap vermedi Özgür, acaba yalnızca adı gibi mi olmak istiyordu artık yoksa sorun yalnızca kendisinde miydi? Şimdi onca yaşanmışlığı bırakıp o kapıdan tek bavuluyla çıkıp gittiğinde arkasında ne bıraktığını sanacaktı ki?
Koca bir hiçlik.
Peki dedi, Münevver. Küçük yaşta ölen teyzesinin ismini ona koymuş olmaları bir tesadüf müydü?
Yirmi dört yaşında ne yapacağını bilemeden dım dızlak ortada kalmıştı işte. Onun için her şeyi terk ettiği Özgür, özgür olmak istiyordu şimdi.
Bir şeyleri yine atlamış olabilir miydi?
Kapının açılma sesini duydu. Göremediği koridorun sonundaki kapı açılmıştı evet. Gözlerini sımsıkı yumdu. Kapının çarpma sesini duyana kadar nefesini tutmaya karar verdi. Ve o sesi duyduktan sonra bileklerini kesmeye.

Sağ taraftan gelen kamyonun asıldığı korna sesi, tüm sokağı doldurmuştu. İnsanlar hayretler içinde ve başları ahenkle sağ tarafa doğru bakarken, o şaşkın şaşkın cep telefonuna bağladığı kulaklığı takmış, yeşile dönmek üzere olan trafik ışığına doğru bir adım atmak üzereydi. Özgür, elinde geçen ay boyunca biriktirdiği tüm parasıyla aldığı dvd arşivini yere bıraktı veya daha doğrusu fırlatmıştı ki, Münevverin ince kolundan sıkıca tutup onu öyle bir kaldırıma doğru savurmuştu ki, hiç de filmlerdeki gibi birbirlerinin üstüne düşmediler veya göz göze kenetlenmediler ve gülümsemediler. Daha çok Özgür ayağı takıldığı için sendeleyerek bileklerinin üstünde yere kapaklandı, Münevver ise arka taraftaki elektrik direğine çarpıp kaldırıma savruldu. Onları fark edenlerin yarısı endişeyle bakarken, evet yarısı gülüyordu ama Münevver daha çok acıyan alnını tutuyor, Özgür ise yırtılan kotuna bakıyordu.

O günden tam on gün sonra Münevver asla kabul etmeyeceğini bildiği halde annesine tek başına eve çıkmaya karar verdiğini anlatmaya çalışmıştı.
"Hayır"
Zaten annesinin başka bir şekilde karşılık vermesini beklemiyordu ama bir umut diyolog üç saniyeden fazla sürer diyordu.
Özgür birlikte yaşamaktan yedinci günlerinde bahsetmişti. Tanışmalarının, onu alıp o elektrik direğine çarptığının yedinci gününde yanıma taşınır mısın demişti.
Tam muhafazakar olmasa da, inancı yerinde, kendine has kuralları olan annesi, bunu tartışma konusu bile yapmamış, kati bir şekilde Hayır demişti işte.
Herhangi bir ihtimale açık kapı bırakmadan ona odadan çıkmasını da eklemişti. Çocukluğundan beri her şeyini rahatlıkla anlattığı annesi onu tek başına büyütmüştü. Yani annesi biraz da erkekti. İşte belki o yüzden, çocukluğundan beri ona en çok güven duymamasını tembihlerdi. Erkeklerin çekip gidebileceklerinden, kendi başına ayakta durmayı öğrenmesinden bahsederdi. İyi de ederdi.
Bugün tam bir yıllık bir ilişkinin, bir yıl dediğime bakmayın, bu belki başka ilişkilerde daha çok yıllara, başka hayatlarda daha derin manalara gelecek olan bir yılın ardından gerçekten Özgür az önce o kapının ağzına kadar gelmemiş miydi?
Oraya sonra dönelim.
"Deli misin ya?"
"Ya çok pardon.." Özgür konuşurken bile hala gözü yırtılmış olan kotundaydı. Münevver'e yardım etmek için elini uzattığında onu elinin tersiyle itmiş, açıklamak için bir şeyler söylemeye çalıştığında dinlemezlikten gelmişti, o da en sonunda dayanamayıp
"Ne hadsiz kızsın sen diye" sokağın ortasında durup avazı çıktığı kadar bağırmıştı Münevvere.
İşe de yaramıştı hani, o dalgalı saçlarını hınçla arkasına savurarak, bir hışımla öyle bir geri dönüp, hızlı adımlarla yürüyüp burnunun dibine kadar gelmişti ki, Özgür nefesini tutup, yan taraftaki taksi durağına dönüp,
onu eczaneye gitmeye davet etmişti.
"Sonra da istersen en yakındaki kotçuya uğrayıp sana bir kot alalım" dedi Münevver, yani daha çok hönkürmüştü suratına.
Gözleri siyaha en yakın kahverengi, kirpikleri ok gibi, varlığı belirsiz çok sıkça değil ama biçimli gözleri, kahkülü kaşının biraz üstünde bitiyordu, burnunun üstünde biraz vakti olsa sayabileceği kadar güneş lekesi, Münevver sürekli çil olduğunu iddia ederdi olsun, ve dudağının kıvrımında her şeyle her an dalga geçebileceğinin bir işareti, bir güç simgesi vardı. Güzel miydi? Evet kendice bir havası vardı, kırmızı ipekten bir şal dolamıştı boynuna, yine ilk çektirdikleri fotoğrafta o şal vardı, ama bu sefer saçına dolamıştı.
"Eczane benden, kot senden" demişti Özgür ve işte orada ilk defa gülümsediğini görmüştü. Sonra ne eczaneye gitmişlerdi ne de kotçuya, ikisin de belki teyet geçip, önlerine gelen ilk banka oturmuşlardı. Kadıköy sahilinde. Denize karşı. Martıları falan da beslememişlerdi üstelik, simit de yememişlerdi, hatta Münevver en yakın arkadaşı olan Elvan'a anlatırken denizi bile görmemiş olabilirim derdi. Kadıköy sahilinde, iskeleye en yakın üçüncü banka oturduklarında, denizle aralarında en fazla üç metre olsa da, o denizi gerçekten görmemişti.
Ve annesini gerçek manada asla ikna etmemişti. Üçüncü haftalarında haftada üç gün ve zaman ilerledikçe gün sayısını arttırarak üçüncü aylarında tamamen yanına taşınmıştı ve annesini hala ikna edememişti Münevver. Ve bugün o kapıdan çıkıp giderken yaklaşık dokuz aydır birlikte mi yaşıyorlardı?
Bir insan ömrü etmezdi, olsun. Ama Münevver o salon kapısının yan tarafında dikilmiş, bir kaç metre ötesinden gelecek olan sesi büyük bir korkuyla dinlerken veya beklerken, başkasının koyacağı kuralların hepsi geçersizdi. Çünkü Münevver çok iyi biliyordu ki, acının tarifi de diğer her şey de olduğu gibi insana göre değişirdi.
"Filmlerimin hiçbiri almadım o gün" demişti, bir akşam yemeğinde Elvan'a Özgür kendince tanışmalarını yorumlarken.
"Ben sana bana ne kadar aşıksın diyorum, sen ne?" diye diklenmişti Münevver de.
"Hiçbirini Elvan, sen anlıyorsun değil mi?"
Tabii ki anlıyordu Elvan ve hatta biraz Münevver de, o yüzden Elvan munzurca gülüyor, Münevver ise bir şeyleri direkt duymak için mücadele ediyordu.
"Dvd'lerden bahseden kim, bu hep böyle işte" elinin tersiyle omzuna vurup, kendine bir kadeh daha şarap doldurmaya gitmişti. Buzdolabının üstündeki magnetlerin hepsinin altında çeşitli yerlerde çektirdikleri fotoğraflar vardı.
Az zamanda çok yer gezmek, ölmeden önce yapılacaklar listesinde ikisi için de üstlerdeydi. Şimdiden İskoçya, İrlanda, Fransa, Yunanistan ve Beyrut'a gitmişlerdi. Ve ikisi de az parayla yaşamanın yollarını bulmuşlardı ve ikisinin önündeki koca hayat, onlara yeni maceralar sunacaktı. Çünkü kollarını kaptırmadan dönecekleri Afrika safarisine, veya çantalarını kaptırmadan Fas'a veya hastalanmadan her hangi bir Arap, Afrika ülkesini gezeceklerdi, sonra Empire State ve Central Park, evet bu daha çok Münevverin filmiydi ve Orta Amerika'nın el değmemiş ormanları, bu da Özgür için ve İskandinav ülkeleri, kuzey ışıkları, fiyordlar, Alaska'ya gidip, göl kenarında konyak içeceklerdi. Münevver konyak içmekten nefret ederdi. Ve rafting yapacaklardı. yanlarında kimse olmadan ve balık tutacaklardı, kendilerinin pişirip yiyebileceği kadar. Münevver ısrar etmişti, gerisi israf demişti. Tabii Özgür gitmeseydi.

Telefonun zırr zırr sesi doldu salona. Münevver sanki zamkla zemine yapışmış gibi dikildiği yerden hareket edemiyordu. Ortada duran sehpanın üstüne baktı. Çalan kendi cep telefonu değildi. Sonra cam kenarında televizyonun yanında duran telsiz telefona. Evet o çalıyor olmalıydı. Cam kenarına doğru ilerledi, ilerleğinin farkında olmadan ama o telefon da çalmıyordu. Kolları bitkince iki yana düştü ve yüzü sanki bir ölü görmüş gibi bedbaht ve hüzünlü perdeyi araladı. En iyisi mi onun gidişin oradan izlemekti. Alnını dayadığı camdan gelen soğuk, onu bir anlığına da olsa Ankara'ya götürdü.

Aile işlerinden aslında ne kadar hoşlanmadığımı biliyorsun ya" dedi, kendini zorla ailesiyle tanıştırmak isteyen Özgür'e.
"Ve gerçekten kediler damdan atlarken, insanın sümüğü de burnunda donuyormuş, doğru mu?" Özgür hala cevap vermiyordu sorularına.
"Bir çok ünlü grubun buradan çıktığını iddia ediyorlar ama ben Ankara'yı soğuk ve yoz buluyorum", Özgür şaşkın şaşkın suratına baktı ve az ileriden otobüse bineceklerini söyledi.
"Ki otobüsleriniz de, taksileriniz kadar tuhaf, başbakan haklı galiba, buraya vize uygulanabilir" dedi. Özgür cüzdanına koyduğu akbili çıkartırken, son bir cesaret ekledi
"Peki ya beni sevmezlerse?" Ona bakan gözleri gülümsüyordu.

Ne annesiyle tanışması umduğu gibi kötü geçmişti, ne onu annesiyle tanıştırma merasimi. Sanki tesadüf eseri karşılaşmış gibi, alışveriş merkezinin en üst katında, elleri poşetlerle doluyken bir anda çıktmıştı sanki karşılarına.
Aa, Özgür ne yapıyorsun burada?
Annesi de sanki bu tesadüfi karşılaşmaya inanmış gibi davranmıştı. Birer fincan kahve içerlerken ilk ve son görüşmeleri olan o yarım saat içinde her şey gayet olumlu geçmişti. Özgür, kendi ailesinden, babasının çiftlik hayatına olan tutkusundan ve annesinin buna nasıl karşı çıktığından bahsederken bir yandan da küçük espirilerle annesinin kalbini çalmayı başarmıştı tabii. Ve annesi her zamanki gibi tek başına bir kız çocuğu büyütmenin zorluklarından bahsetmeyip, onu gülümseyerek dinleyebilmişti. Ve Özgür masadan kibarca özür dileyip kalktığında,  koşarak eve geleceğim diye mesaj atmıştı Münevver ve koşarak eve gitmişti

Şimdi o salon penceresinin önünde dikildiği ve gidişinin sesini korkuyla beklediği o eve o gün koşarak gitmiş ve her şeyin nasıl zamanla yola girdiğine beraberce hayret etmişlerdi.
Dışarıda usul usul yağmur yağıyordu. Kasım ayının biri, kışı getirmişti kapıya. Kış aylarından nefret eden haziran çocuğu Münevver, hiç üşümediği kadar üşüyordu.
Peki bütün o sorunlar ne zaman baş göstermişti? Gerçekten görmezden geldiği bir şeyler olmuş muydu da, şimdi yığınla üstüne geliyordu, anlam veremiyordu. Her sorunu kendilerince çözdüklerine inanıyordu Münevver. O küçük çekişmeleri ara ara kişilik çatışmasına dönse de, iki taraf da uzatmıyor, mümkün olduğunca alttan almıyor muydu? Bugün o kadar birikmişlikten dürüstçe bahsedebilir miydi? Yoksa her şey yalnızca geçiştirilmiş miydi? Bardaki o kavga, Atina dönüşünde yaşadıkları iki günlük küslük, Özgür'ün yakın arkadaşı olan Sevgi hakkındaki tartışmaları, tuttukları futbol takımları, veya Özgür'ün bazı vurdumduymazlıkları, Münevver'in kaprisleri, bunların hepsi küçücük şeyler değil miydi? Hani iki insan yalnızca birbirlerini seviyorlarsa, bir ilişki mümkün değil bitmezdi! Annesinin dediği gibi acaba o varolandan daha çok şey mi görmüştü yoksa şu anki duyguları artık geçmişi başka türlü mü değerlendirmesini sağlıyordu, hepsinin cevabı tek yerdeydi. Bir kaç saniye daha beklemesi yeterliydi. Yoksa gerçekten üç gecedir yalnız yatıyordu. İnsan yalnızlığa çok kolay alışamıyormuş ama yalnızlık başka türlü bir şeye de dönüşebiliyormuş hayatta. Mesela kolunu attığı yatağın soğuk tarafı onun biraz daha kuvvetle yorganına sarılmasına neden olduğu gibi, salonda yatan adam da daha sert bir koltuk da mı uyumaya alışıyordu acaba? Ve yalnız. Kendi gibi yalnız hissetmemiş miydi o üç gece boyunca Özgür? Aynı evin içinde birer yabancıya dönüştükleri o tartışmanın gecesinde ilk defa bazanın altındaki yastığı alıp salona geçtiğinde ve orada uyumaya karar verdiğini söylediğinde bunların hepsini hesaplamış mıydı Özgür? Kimbilir?
Sahi ne yüzünden tartıştıklarını düşündükçe de daha bir sıkışıyordu kalbi. Bir sene sonra çıkmayı planladıkları yaz tatili tartışması gibi, Özgür'ün işi bırakmaya karar vermesi de yalnızca tek kişilik bir karardı tabii. Münevver ona her böyle davrandığında hayati kararları ayrı ayrı almadıklarını tembihlememiş miydi? Evet ve belki defalarca, ama o yine de kendine sormadan, iki yıldır çalıştığı iş yerinden istifa etmemiş miydi?
Belki biraz saygısızca ama gerekli tonda ona kararının yanlış olduğunu, onu anlaması gerektiğini, artık tek başına yaşamadığını söylemişti. Bir insan bu kadar bencil olamaz demişti, biraz bağırarak. Ne çıkar ki? Sadece bunun üstüne o yastığını alıp salona gitmiş, üç gece boyunca orada uyumuş ve sonunda gitmeye karar verdiğini söylemişti.
"Nereye?"
Ne kadar süreliğine, Münevver bilmiyordu.
Belki yalnızca her şey monotonlaştığı için demişti oysa ki Özgür, Sevgi'ye. Sevgi ona neden uzaklaştığını sorduğunda. Hayatındaki her şeyin artık gözüne ne kadar sıradan geldiğini ve bir insanla aynı şeyleri hayal etmenin bile zamanla cazibesini nasıl yitirdiğine tanık olduğunu söylemişti. Sanki o bana, ben ona dönüşüyorum"demişti Özgür, insan kendi gibi olan şeye zamanla hayranlığını da yitirir, benimki de öyle bir şey herhalde demişti. Ne zamandır, konuşamadıklarını ve her şeyi nasıl geçiştirdiklerini anlatmıştı Sevgi'ye veya nelerden tartıştıklarını. Münevver'in çoğu zaman onu anlamadığını söylemişti. Bir kaç zamandır gözüne batan bu duruma artık devam edemeyeceğini de eklemişti. Dürüstçe hiç zaman kaybetmeden ondan ayrılması mı doğruydu, yoksa biraz daha zaman verip bir şeyleri düzeltmeye çalışmak mı? İşte bütün mesele burada tıkanıyordu. Hayatına kimseyi sokmayı düşünmüyordu ve onu asla aldatmamıştı, sorun aklının başka birine kayması değildi, yalnızca ilk anki hayranlığı bitmişti. Yani ona hayran olmasına neden olan her şey ortadan kalkmıştı. Münevver bunları tabii ki bilerek yapmamıştı, ama onu uyarmaya çalıştığı her zaman bir karakter çatışması yaşamışlardı ve evet bazen hayati kararları ayrı ayrı alabilirlerdi, çünkü bunu fark etmese de Münevver de defalarca aynısını yapmıştı.
"O zaman dürst olmalısın" diye tembihlemişti Sevgi.
Sevgi en yakın arkadaşı, onun kendinden ne kadar nefret ettiğinden habersiz, Münevver için en uygun olanını istiyordu. Münevver ise bir daha Sevgi'yle görüşmemesini.
"Nereye" Bir de suratına bakıp nereye demişti. Onu o gün o kaldırım kenarından can havliyle kurtardığı ve biraz ilk görüşte biraz tanıdıkça aşık olduğu kadına gidiyorum dediğinde..
Arkasını dönüp koridor boyunca yürüdü ve kapıyı açtı. Bavulu hemen yan tarafındaki nefret ettiği paspasın üstünde duruyordu. O evi belki ilk başta kendisi tutmuştu ama o ev aylardır ikisinin eviydi ve evet o evden ayrılan giden kendisi olacaktı. Bunda bir mantık hatası olamazdı. Telefonu çaldı. Cebinden çıkardığı telefonun ekranında Münevverin annesinin ismi yazıyordu. Ne tuhaf, kadını yalnızca bir kere görmüştü ve şimdi kendini arıyordu. Sohbetlerinde bile bir kere adı geçmemişti, Münevver ona birşeylerden bahsetmiş olabilir miydi? Meraklandı, telefonu sessize aldı ve araladığı kapıdan çıkap loş koridorda telefonu açtı.
"Özgür, sen misin? " dedi kadın.
Evet oydu.
"Seninle birşeyler konuşmak istiyorum, görüşebilir miyiz?" dedi.
Onunla ne konuşabilirdi ki, acaba gitmemesi için ikna etmeye mi çalışacaktı, acaba salondan Münevver ona mesaj atmış olabilir miydi? Tabii ki hayır bu asla ona göre bir hareket değildi.
Neyle ilgili diye sordu hiç çekinmeden, birşey üzerinde çalıştığı için pek boş vaktinin olmadığını da ekledi. Ayrıca meraklandığını da, telefonda söylemesini rica etti, o apartman boşluğunda.
"Sizi neden onaylamadığımı biliyorsun değil mi oğlum?" diye sordu kadın. Onaylamadığının farkında bile değildi Özgür. Münevver bunca zaman her şey çok yolunda dememiş miydi? Yoksa yalnızca öyle gibi mi davranmıştı bu kız? Özgür cevap vermedi. Hızlı koşan atın bokunun seyrek düşmesinden mi bahsedecekti diye meraklandı yalnızca.
"Çünkü Münevver öyledir, dedi" Münevver bağlanmayı sever dedi, babasız büyümüş her kız çocuğu gibi, seni hayatı, hayatını sen yapmak için uğraşır, seni ve kendini tüketene kadar ve en sonunda da başarır, her zamanki hayal kırıklığıyla gelir yanıma ve her zaman o da geçer dedi. Bu kadar basit.
Bunun aşkla bir alakası yokmuş demek ki, yani Münevver hayatındaki her şeye karşı mı böyle bir bağlılık yaşıyordu. Evet dedi kadın. Onu bırakmasını tembihledi.
Kapının önünde bavuluyla dikilen bir adama, terk etmesini tembihlemek biraz komik kaçıyordu.
"Bu benim kendi kararım" dedi Özgür, sanki içeride Münevver'in kucağında yatıyor da, hiç sorun yaşamıyorlarmış gibi. Ve izin isteyip telefonu kapattı. Aslında kadın daha başka şeyler de söylemişti, çoğunu dinleyemediği, tekrar içeri girdi. Kapıyı kapattı. Biraz hızla çarpan kapının önünde dikildi bir süre.

Sesle sıçramıştı yerinden, şimdi o camı açıp kendini camdan atabilir miydi? Koşarak gidip, banyoya ondan kalmış jiletlerden birini alıp, bileğini kesebilir miydi? Ölmek ne anlama geliyordu bilmiyordu. Ama yaşamaktan daha basit bir şey olmalıydı. Ve annesi zaten ona defalarca gideceğini tembihlemişti. Dikkatli ol demişti. Kocaman kadın olmuştu artık, hayati kararlarını kendi alabilecek yaşta, yalnızca bir adama bel bağlayarak yaşamayacak yaştaydı. Ve tüm sevgisine rağmen onu terk etmişti Özgür. Şimdi kesmesi gereken şey bileği miydi? Camı araladı, biraz nefes almaya ihtiyacı vardı. Varsın gitsin diye fısıldadı soğuk havaya. Bir şeyleri değiştirmek zorunda hissediyordu. Bu sefer tek başıma yaşamaya karar vermeliyim dedi. O vazgeçebilmişti. Demek ki sevgi güçsüzdü onun sandığının aksine. Demek ki altında derin felsefi anlamlar, kurtarma planları veya telafi yolları falan aramanın hiçbir manası yoktu. Çünkü o o kapıdan hiç tereddüt etmeden çıkıp gidebilimişti ve yaklaşık bir üç dakikadır yaşıyordu, ölmemişti. Koca ömür bu böyle üç dakika gibi yaşabilirdi, aslında karar vermesi gereken şey tek başına da yaşabileceğiydi, anlıyordu artık.
Biraz da o yüzden, arkasına döndüğünde, Özgür'le göz göze geldiğinde sanki o yokmuş ve gitmiş gibi davranabildi. Portmantodan ceketini alırken, döndüğü zaman onu evde görmek istemediğini söyleyebildi Münevver. 
Küçük kara balık okyanusa mı gidiyordu yoksa, Özgür kim bu yabancı kadın diye arkasından bakarken, o kendi duvarların çoktan çatlatmıştı galiba, içeri oluk oluk su sızıyordu..

SON