20 Kasım 2014 Perşembe

insanın hoşnut halleri

birini sevin
kanınızdan olmayan birini, toplumsal yükümlülüklerinizden muaf, gidebilme özgürlüğü olan birini sevin, sevmeli insan yani
aşık olmak kıvamında veya nasıl yorumlarsanız
şöyle açıklayacağım, mesela beraber bir filmi izlerken göz ucuyla size baktığını bildiğiniz, yolda yürürken elinizi elinden çektiğinizi fark eden birini
mesela günlük mesainin tüm yoğunluğuna inat size hep zamanı olan birini, ha hani olamadığında ise iki kat şevkatle dönebilen birini
birini sevin, hediye almaktan nefret etmesine rağmen size hep hediye alan birini ve sizin hediyelerinizi yalnızca sizi kırmamak için reddetmeyen birini
biri ki, size boyu kadar çiçek göndermek için küçük boy kardeşleri kullanan, koca adam olmasına rağmen korkuları olan, korkularıyla rahatça yüzleşebilen birini
biraz da cesur birini severseniz eğer, ne gerçek engellere karşı aşırı kahramanlıklarla hayal kırıklığı yaşarsınız, ya da sizden kolayca vazgeçer o kişi
mücadele eden birini sevin, mesela şu hayatta en azından bir kesin kuralı olan ve onu değiştirmeyen, ilkeli birini
öğrenmeye meraklı, daha da önemlisi öğrendiklerini her an sizinle paylaşmaya can atan birini
birbirinizin zıttı olabilirsiniz, çok keskin sınırlarınız olabilir ve bazı konularda mesela birbirinize hiç değemezsiniz gibi... olsa da, sizi her zaman saygıyla dinleyen, sizin heyecanlarınızı anlayabilen, gerçekten iyi niyetli olduğunu bildiğiniz birini, hatta o sırada gururdan onun yüzüne itiraf edemeseniz de, daha sonra hak verdiğiniz, verebileceğiniz birini sevin
size sevdiğiniz yemekleri yapan ve yemek yaparken sizin de yamacında olmanızı istemesine rağmen, sen rahatına bak diyebilen birini sevin ve ara ara mutfak kapısında dikilip size baktığında yalnızca gülümseyin
ve bu da bitebilir
belki de bitmez asla belli değil
ama yürüyüş hızını size göre ayarlayabilen, bazen onun için yavaşlayabileceğiniz birini sevin
kitap alırken aklınıza gelen, sizin için 'yönetmenlerin' hayatını irdeleyen, arkadaş olabileceğiniz birini
bu zamanda size hala beraber çekilmiş bir fotoğrafınızı cüzdanınızda taşıma hissi veren, sizi yalnızca siz olduğunuz için seven ve sizi en çok sabahları uyandığınızda beğenen birini

her zaman ölmekten o derece korkmuşsunuzdur ve ameliyattan sağ çıkamayacağınızı düşünmek gibi abartılarınız vardır ama sonunda çıkarsınız
vücudunuzdan narkozun etkisi geçer, ufak ufak ayılmaya başlarsınız, ağrılarınız artar
sonra ziyaret saati gelir, yanınıza gelir, sizden daha çok panik olduğunu gözlerinde gördüğünüz birini
gözünüzü kapattığınızda gözünüzün önüne gelen birini
gece yatarken yanınızda değilse eğer, boşluk hissettiğiniz birini sevin

bu böyle uzar da gider tabii

aşktan harici
kendilerini zaten biliyorlar onlar ama, tüm akrabaları, arkadaşları, aileyi falan, yani sizin hepinizi çook seviyorum.. diyerek biter bu yazı
sevgiler, teşekkürler, çok kıymetlisiniz


16 Kasım 2014 Pazar

bir buçuk gün deyip geçmeyin! Bir Lyon macerası.

Fransa'ya gidecektik-lerle dolu bir kış, bir yaz yarısı geçirdikten sonra gittik.

Dünyanın en romantik şehirlerinden birini bünyesinde barındıran bu üzüm tarih ve sanat ülkesinin başka güzide bir şehrine. Lyon'a.
Ve yalnızca Cenevre'ye olan 140 km'lik mesafesini öğrendikten sonra, Bora'dan son zamanlarda almaya başladığım direksyon derslerimi derhal insanlığın hizmetine sunmaya karar verdim..
Tabii kuzen bunu duyunca, benim şöforlüğümün varlığıyla, ehliyet uyumuyla, mesafe uzunluğuyla hafif tedirginleşmedi değil.
Anacım nolcek ki? Burası Avrupa, İstanbul'un salıpazarı trafiğine benzemez, şöyle boş yolda bonjovi dinleye dinleye...
Neyse İsviçre'ye ayrı vize lazım mışşş! Patladık.
Kimilerine göre hayatları biraz daha uzadı. Planı erteledik. Bir başka Avrupa şehrinde kullanacağım araba..

Ama bilen benim sinemayla olan naçizane ilişkimi bilir.
Az severim, az okurum, az izlerim misal.
Neyse bizim Lumiere Kardeşler de buralıymış meğer. Ne hoş! Sinemanın kardeşleri.
Bunların 'ev'den bozma yaşadıkları 'şato'yu şimdi müze yapmışlar. Romantik.
İlk sinematograflardan sizin oralarda kim kaldı?
Ve bir panoramik çekim düzenginin içine nasıl sığarsınız? ve işte onlarca çekilmiş kısa filmleri.
Böyle ilk kameraları izlerken, bilim adamlarına yaraşır yaratıcılıklarına hayran olduk. Biri yakışıklı biçimde biyolog bunların öbürü de kimyacı. İkisi de sanayici. İkisi de yaratıcı ve sonuç olarak film yapımcıları.

Sinematograf cihazlarının sergilendiği müzeyi gezerken şansımıza hayatlarının kısaca anlatıldığı belgesele denk geldik. Küçük metal sandalyeler üzerine dağınık bir şekilde konuşlanmış insanlardan ses çıkmıyordu. O müzelerin karanlık odalarına has rutubeti hayali olarak da hissetmiş olabilirim. Ama inanın ki o sandalyede, o cızırtılı görüntülerin birbirine eklemlendiği film şeritleri ve melodik fransızcanın o odanın karanlık duvarlarına çarpıp sonrasında kulağımda ve gözümde bıraktığı iz bir şaheserdi.
Sinemayı seviyorum. Lumiere kardeşleri de. Sonra onların Meiles ile olan ilişkilerini de. Sonra Warner Bros falan. Bir zamanın devleri değil bu isimler hala devler.

Sinemanın bir amacı olmalı? Bugun geldiği noktayı düşündüğümde heyecanlanmamak mümkün değil tabii.
Lyon gezisi yalnızca Lumiere kardeşlere verilen bir selam değildi.

Minyatür ve Sinema müzesi. Daha ilk girişte beni Nolan'ın The Dark Knight'ıyla karşıladı. Şaka gibi. Böyle ağzım kulaklarımda ama bir joker gülümsemesi değil, Anadoluya özgü yerel refleksimle Amerikalı refleksimi birbirine karıştırıp dolandım. Yok yaav!lar kendini Vauv'lara, Oh god!lar kendini anam anamlara bıraktı...
Filmlerde kullanılmış aklınıza gelebilecek çoğu karakterin orjinal maketleri.
Ve burada da görsel efekt belgeseline denk geldik. İnanılmaz bir şanstı ki bu, o yeşil arka planda dünyayı nasıl resmettiklerini öyle incelikli anlattılar ki, yine geçenlerde Interstellar'da Nolan'ın bunu kullanmadığını okuduğumda, bu sefer gerçekten neden bahsedildiğini biliyordum.
Geçelim.
Minyatürler ve Dan Ohlmann. Yapımı en iyi 6 ayla 14 ay arası süren harikalar dünyası. Her bir eserde başka bir dünyaya giriyorsunuz. En ince ayrıntılar, kitap ayracı, sigara külü bile belirtilmiş. Ve özensizce yere fırlatılmış bir kağıt parçası ve testerenin aşınmış ucu.. Anlatmakla bitmez, gidip görmeniz lazım.







Notre Dame Katedralini ve diğerlerini anlatmayacağım.
Ayrıca Lyon'un biraz pahalı olmasını da.
Ama bir garstronomi merkezi ve ben hayatım boyunca gittiğim hiçbir şehirde toplam olarak bu kadar güzel restorantları yan yana dizilmiş görmedim. Ve bu kadar güzel yemekleri ve sudan ucuz şarapları (kesinlikle mübalağa değil) ve güzel insanları vs.
Yıllar sonra ilk defa Hediye sultanın yaptığından başka parça et yedim. Hem de 200 gr. Bir sos ile servis ettiler ki.. Neyse geçiyorum.
Yine benim tipiklerim ve yeni bira denememelerim. Ben Supernatural'dan fırlama Dean'im ya bu konuda.
Yalnızca Bud içerim!
Neyse kuzenimin black'den blonde'a

elinden geleni ardına komadı. Ama haber şu ki, Almanya'dan sonra Fransa bira yeri değil :)

Sonra ilk defa bir şehirden alışveriş yapmadan ayrıldım. Daha önceki seyahatimde bolca içki aldığım için o bölümlere bile neredeyse ilişmedim.
Ama böyle bol yürümeli, bol sinemalı, bol biralı, şaraplı ve yemekli ve güzel müzikli ve hoş ve yalnızca 1,5 günlük bir geziydi.

Gece olarak: King Arthur'a katiyen gidilmeli. Ki biz bile orayı internetten bulduk. Köküne kadar english pub. İçeresi şahane, müzikler, ortam, tüm gece servis ettikleri hotdog, kıyafetler ve diğerleri. Küçücük masaya sığışıp biralarınızı devirebilirsiniz. Veya barın önünde dikilebilirsiniz. Sohbet muhabbet tam. Olmazsa olmaz ben diiim.
Komik anı: Aslında biraz bedevi hali. İşte yemek içmek gezmek öğrenmek fillerini hakkıyla gerçekleştirdikten sonra, az zıplamak falan lazımdı. Biz de bir çok mekana öyle veya böyle girip çıkmıştık.
Unutmadan diyim, şehrin içinden iki nehir geçiyor ve tüm eğlence şehrin ortasında akıyor. Biz de böyle salına salına dolanıyoruz, gürültü arıyoruz, böyle ayaklarımız bizi, o gece orada canlı müzik olacak nidalarıyla yankılanan bara götürdü. Oh, o ne? Tabii ki program 11'den önce değil. Bizde hemen İstanbullu olmanın uyum hali.
İçerisi canlı müziğe göre biraz boş. Ama sorun değil. Sonra ne biliyim, Vanilla Ice'dan, Gansgter Paradise'a falan.. müzik kopuyor ve üstüne üstlük bir de canlı.
Tuhaflık! Herkes mi beyaz saçlı! Neredeyse. Bir baktık ki biz Lyon'nun o yaş grubu için uygun, hani bunlar da ölmediler, eğlenebilirler' barına gelmişiz. Tamam eğlenebilirler. Ama tüm şehirde bangır bangır bağırmanın anlamı ne? Biz gavurlar ta uzaklardan gelmişiz. Yedik tabii. O haraketler, siz diyin 70)ler ben diyim 80'ler. Amerikan filmi izliyorum. Bir köşede müzik kutusu eksik.
Barmenin ağzındaki lolipopa mı yanarsın, sırtındaki melek kanatlarına mı? Zenci adamların tek başına pistte 'dans' figürlerine mi, teyzemin salsa deneyimine mi? Falan derken. Yeter!
Pes ettik.
Adını daha önce listemize aldığımız mekanlardan birinin önündeyiz. Eden Rock Cafe. Klasik Avrupa pubı görünümünde. Bir oraya girmediğimiz kaldı. Böyle kapının önünde file çoraplı, dar atletti, üstü çıplaktan hallice erkekler. Tuhaf bir gösteri var da sanabilirsiniz. Veya biz İngiltere geleneğinden alışığız, erkeklerin haftanın belli günleri kadın kostümüyle sokaklara çıkmasına. Olabilir.
İçeri geçip çok güzel bir masaya oturduk. İççez. Zaten 1,5 günlük ziyaretin son gecesi siz düşünün. Benim çişim gelmeseydi de işler öyle gelişir miydi bilmiyorum. Tuvalet amaçlı üst kata çıkmışım ki, kapının önünde kuzen sesi. Yok gerek yok, teşekkür ediyor, kuzeni bekliyorum.. falan diyor. Şok.
Yahu Zamanında bir Londra klubünde tüm çantamla pasaportu bırakmışlığım var ve  diğerleri. Şimdi bu kız buradaysa eşyalar alt kata masada ???? Pantalonu toparla.... Panik atak kapıya attım kendimi.
Rahat..
Bizim fileli arkadaşlar gelip benim güzide kuzen barikanın elini öpmüşler ve ona eğlencenin adresini vermişler. Olay bu.
Gözünüzde canlandırın. Az önce müzik kutusu falan, böyle tuhaf loş ortamda değil miydik? Ve kapı açılır: Oh lala.
Çok uzatmayacağım ama ben ömrü hayatımda izlediğim en güzel canlı performansı izledim. Bedava. Ve en sevdiğim şarkıların hepsi. Bütün gece zıpladık dans ettik ve içtik tabii.
Bi nevi sabahladık.
Neyse aklınızda olsun oraya da gidin.
Grubun adını hatırlamıyorum. Kuzene sorup sonra editlerim merak etmeyin.

Neyse sonuç: Gittik gezdik gördük beğendik. Oğlumuza alırız misal.
Gidin görün. Hınbıl hınbıl buralarda dolanacağınıza gidin derim.

Ahanda bazı bazı fotolar: Sokak pazarı, çok renkli

 Kahvaltı yaptığımız mekan. Mathilde. İsmi de güzel içerisi de. Taştan mekan. Kahvaltısı da çaydanlığı da bir efsaneydi.

 Sinema ve Minyatür müzesinden. Bu görmüş olduğunuz maketlerin hepisi gerçek dostlar.

Bu Matrix'in aynası, biz de az hava atalım dedik. 



 İşte bunlar o minyatürler.
Avuç içi kadarlar ve detaylarda boğulmamak mümkün değil.






 Şeker şeker şeker.. Ben sevmem ama.

 umut fakirin ekmeği misal..


 Yüzde yüz kukla müzesindeyiz bu sefer. Aslında sempatik olduğu kadar korkunç da. Bir de sesli tanıtım ve sensörlü ışık durumları var. Fanlarına duyurulur.





 Lumier'lerin müzesindee. Tatatataaa karşınızda Nuri Bilge Ceylan. Hoş tabii..





13 Kasım 2014 Perşembe

yıldızlararası

Gitme o güzel geceye kibarlıkla
İhtiyarlık yanmalı ve söylenmeli gün kapandığında;
Öfkelen, öfkelen ışığın ölümünün karşısında

Dylan Thomas


Başlangıç: Sorun hayaletlere inanmakta değil, "neden" inanmakla ilgili. Araştır, veri topla ve karşılaştır diyor başrol.
Tüm bilim insanları gibi sanırım.

Apokaliptik veya distopik filmlerin veya kitapların isimlerini peyderpey saymayacağım.
Ama burada hızla yaklaşmakta olan bir meteor taşı, güneşin patlaması, büyük bir deprem veya inanılmaz bir tsunami, patlamak üzere bir nükleer bomba, bir iç karmaşa, yağmalama, birbirlerine düşmüş insanlar yok. 
Bir mısır tarlasının ortasında küçük bir ev, toz ve duman.
O yüzden de insanlığın televizyon veya teknoloji kıtlığı çekmediği vurgusu baskın. Yiyecek yok. En büyük korku da bu anlayacağınız. Dünya ana artık çocuklarını beslemeyecek gibi duruyor. Ama heyecan yok. Bir geçişin ardından bir zamanı yakalıyoruz, bir anı gözümüzle tutuyoruz izlerken.
Dünyanın geldiği yerde/zamanda artık mühendislere ihtiyaç yok, çiftçilik en kutsal meslek ve bir de umut. İnsanlık hasat alamadığı her sene ölüme biraz daha yaklaşırken, artık önümüzdeki sene... diye bitiriyor karamsarlığı. Gerçekçi. Kimsenin hepimiz öleceğiz diye çığlık atmadığı bir 'felaket' filmi Interstellar. 

Gözlem: Uzun zaman sonra ilk defa bir filmden çıktığımda etrafımda konuşmayan insanlar gördüm. 13 dakikalık film arasında, sigara salonunda da tuhaf bir sessizlik hakimdi. Anlaşılabilir. Gündelik hayatımızın içinde sanırım kara delikler, solucanlar, güneş sistemi, başka galaksiler, rölative, tekillik, 5.boyut vs. gibi konular pek yer bulmuyor. Hepimiz fizikçi değiliz tabii, hepimiz günlük 15'lik kelime dağarcığımızla hayatımızı idame etmeye o derece alışığız. O yüzden aksiyonu bol, popülerliliği bol olan şeyleri sevmekle övünenler veya entelektüelliği basit şeyleri yermekte bulanlar olarak iki uca savrulmuş ucubeleriz. 

Spoiler yok.

Anımsatma: Geçenlerde Bora sayesinde izlemeye başladığımız Kozmos belgeselinin 7. bölümünü yeni bitirmiştik. Saçtıkları ışıkla gezegenlerin enerjilerinin resmedilmesi karşısında hayretler içinde kaldığımız bir bölüm, kara delikle bitmişti. Kütleselliği devasa, hiçbir ışık saçmayan bilinmez bir kozmik yapı. Zaman bükülebilir mi?Başka bir boyuta geçmek mümkün mü? gibi karşılığı olmayan sorular..
Bir iç çekme kendini çoğu zaman 'keşke'ye bırakır. Bir şey öğrendiğin zaman ne kadar çok şey bilmediğini bilen cahillerdik yani. Peki 'neden' her şeyi bilemiyorduk?
Yine belgesel ilk bölümünde; 13 milyar yıllık kozmos tarihini 12 aydan oluşan bir takvime indirgiyor ve bu takvimde insanlık tarihinin nereye denk geldiğini açıklıyordu: 31 Aralık gecesinin son dakikasının son saniyelerine... 
Ve bu kadar az yer kapladığımız bir tarihte, tüm tarihi açıklamaya çalışmamız bence fevkalade. İlk toza vardığımız yerden ilk aya çıktığımız ana kadar tüm hastalıklarımızla ve mutluluklarımızla dünyanın etrafımızda döndüğünü düşünen fevkaladelik ve cahillik. Bilinmezliğin çokluğu.
Görmek için kati bir suretle ışık mı lazım dersiniz?

Ben filmi ne yazık ki A Space Odyssey 2001 veya Contact veya Gravity ile karşılaştırmayacağım.
Filmi henüz daha 7 bölümünü izleyebildiğim Carl Sagan'ın Kozmos'uyla karşılaştıracağım. 
Ve sonuç: Nolan şöyle bir şey yapmış. Bilimin bize bir yere kadar sunduğu verileri ve teorileri harmanlayıp, ışıkla bir film yazmış.
Eğer olsaydı nasıl olurdu acaba diye sizin için zamanı bükmüş, sizi kara deliklerden geçirip, sizi 5. boyuta geçirmiş.

Sonuç; benim kafam hala her güneşe baktığımda neden 8 dakika öncesini gördüğümü anlayamazken, solucan delikleri mi?

İtiraf: Zaman ve yer çekimi arasındaki ilişki??
İltifat: İzlediğim en iyi Bilim Kurgu 
Not: Matthew McConaughey'in performansı.
Hans Zimmer'in Müzikleri.

EDIT: Ekşi sözlükte gördüğüm kopulası yorum: paramount pictures'dan sonrasını anlamadığım filmdir. 




Gidin İzleyin

6 Kasım 2014 Perşembe

etine dolgun seksilik mi?

Sabah bir uyandım ki, o da ne!! Şok şok şok.
Uzun zamandır aralıksız yediğim...
Neyse ilk önce size bir örnekleme yapiyim de siz sonrasını gözünüzde canlandırın:
Sabah kalkıp yarım ekmek sandeviçle ve şekerli çayımla karnımı doyururum (+bir kase zeytin, patates kızartması, sosisli, papates tava, sucuk, çemen vs.)
Sonra öğlen işte bin bir türlü hamur işi, mantısından, kebabına oradan söylemesi ayıp pidesine makarnasına falan derken eve gidene kadar kan şekerim düşer ve açlıktan öleceğimi sanırkene, imdadıma yetişen benimkiler tepeleme tabağım, tabaklarım... bir orta büyüklükte salata ile cukka. Sonra bitti sanmayın. Aradan yarım saat geçmeden benim midem kazınır. Kimse artık bana şaşırarak bakmaz.
Şam fıstığı, çekirdek ve cips-kola.
Kaçta uyuyacağıma bağlı olarak işler değişir tabii ama, mezeli gece gezmeleri, ana yemekli içkiler ve uzun geceler falan anlayacağınız gün ne kadar uzarsa o kadar çok yemişim.

Zaten kaçtır sabahları kalktığımda -ki bir süredir kendimi yan çevirerek kalkmak farz olmuştu (az mübalağa)
Ve kaçtır banyodaki kantardan kaçışım görülmeye değerdi (böcek muamelesi).
Tabii bunda koca göbüüğümü (az inceltme) avuçlayarak beni böyle çok sevdiğini söyleyenler var. Onun dışında benim saçma bir keyfi yerindelik modumdan ötürü açlıktan ölme hissimin aşırı gelişmesi.
Yani hani bir laf var ya, onu kendime göre yorumlayıp, her yeni güne bir daha asla yemek yiyemeyecekmişim gibi başlayışım...

Bana sayılarla gel! diyorsanız eğer, size sayılarla geliyorum.
Ağustos ayında 46'yı görmüş ben, böyle tığ gibi incecik, tamam doğru orantıda başka yerlerim de küçülmüş olabilir (kaz gelecek yerden misal) ama Kate Moss'dan hallice (yüksek mübalağa)
Bu sabah uyandım, yüz yıkama, diş fırçalama saç toplama falan derken..
Çıktık kantara.
Açlık kilom 54! Toklukta tahmini 56.
Ben çocuk yapmaya karar verdiğimde 8. ayda bu kiloya ulaşmayı planlamıştım (annem gibi).

Diyordum ki, bu skinny pantolonlar bir çekti, bu gömlekler bir daraldı, tişörtler bir kısaldı.. Bababababa!
Bir kaç ay sonra ankara şivesiyle bir bebe getirmeyeceğim dünyaya.
Ay parçası maşallah, ayva göbüğü, balık eti, etine dolgun gibi sevimlilikleri bir kenara bırakalım.
Ha bir de eli avuca gelmeli kısmı var ki, açtırmayın ağzımı.
Etine dolgun seksilik bizde yok valla
.
Ama tombikler kontenjanına sevimlilikle girdim şimdilik.
Gelsin rokalar gitsin marullar.
Küçük bir şoklama  rejimi sonrasında olanları anlatacağım, bekleyin.
Sevgiler

*Ha ben yarın tombik tombik Fransa'ya uçuyorum. Ben dönene kadar kendinize iyi davranın.



5 Kasım 2014 Çarşamba

feysbuk falan güzelleriyiz, tü tü tü tü maşallah

aslında o kadar da çirkin değiliz, yalnızca bu şekilde daha güzel göründüğümüzü keşfettik.
tonla filtreler, fluluklar, yok merkez odaklamalar, renkle oynamalar, kontrast açmalar kapamalar, vintıçlar, retrolar, siyahbeyazlar onlar bunlar hepsi aynı şeyden yani.
Makina içindeki sülüetimize estetik yapıyoruz. Çok komik.

Ki bunu ben de yapıyorum.
İnsan bu, bir tarafta da güzellik algısı, bir iki yok ilgilenmiyorum desen de, sonra bir bakıyorsun o uygulamada da hemen yerini almışsın, bir bakmışsın hakkat o gudubet ayşe bile nasıl güzelleşmiş, ve sivilceli hasan, neredeyse yan bağlarından emin olduğunuz sevtapın ince beli ve yüzünde tonla kırışık olmasına rağmen sizin yaşıtınız arkadaşlarınızın bebeksi ingiliz teni vs.

Bir de bakıyorsunuz ki, en güzel profillerini keşfetmişlik. Bu kosmosda olan biten onca keşiften sonra, insanların yüzlerinin hangi milimetrik açıdan nasıl göründüğünü otomatik olarak hesaplayabilmesi. Ve deklanşöre karşı gelişen hızlı refleks. Hemen çene belli açıda, yüz hep aynı tarafa bakar.
Yukarıdan çekilen fotoğraflarda daha da güzel çıkışı keşfetmek.
Aşağıdan çekersen, onun da belli bir açısı var.
Direkt karşıdan veriyorsan görüntüyü yüzünü hafif sağa yatır vs.
Bak tombala misali torbadan bir isim çekin, üç beş fotosunu sıralayın.
Çoğu aynı profil :)

Aslında gerçekten o kadar da çirkin değiliz, ama sanırım 'standartlarımız' daha çok yükseldi.
Bu suratına tonla fondöten sürme hikayesine benziyor.
E o adam sabaha uyandığında ne yapacak?

Daha da eskiye gidelim tabii.
Sütyenlerin içine pamuk -  peçete tıkma hadisesi.
Sonra elin eli salınır boşlukta

Tamam çok da dalga geçmemek lazım.
Asrın titizliği.
Küçük bir not:
Genellikle başkalarının taglediği emri vaki fotolor daha çok ipucu verir. (arkadaşlarına faşistçe baskı yapanlar buradan da muaf)
Bir de o hızlı refleksi geliştiremediğimiz direkt karşıdan çekimler :)

yazdıklarım hepimiz için ;)

Sonuç;
sanki caanım arkadaşın, senin feysbukta çirkin çıktığın fotoğrafı gördükten sonra -şok şok şok!! senden iyice bir tiksinecek, sevgilin buna İNANAMAYARAK başkasına kaçacak, veye işte böyle yüzüne bakılmayan bir boka dönüşecekmişsin gibi. Böğhhh bu da ne çirkinmiş anacım?? gibilerinden..

Gregor Samsa, Samsa olalı, kendini bu kadar ezdirmemiştir.

eheheh, hepinizi öpüyorum.