28 Mart 2011 Pazartesi

küçük bir alıntı

Kanserli hasta salonda kendini dinleyen daha çok problemli ergenlerden oluşan kalabalığa karşı haykırır:
"Vücudunuzu uyuşturucuyla çürütmek mi istiyorsunuz? İçki, esrar, kokainle öldürmek mi istiyorsunuz?" sesi salonda yankılanır. "Vücudunuzu arabaların içinde ezmek mi istiyorsunuz? Öldürmek mi istiyorsunuz? Yoksa Golden Gate Köprüsü'nden atmak mı istiyorsunuz? Vücudunuzu istemiyor musunuz? O halde, vücudunuzu bana verin! Bırakın benim olsun. İhtiyacım var. Sizin bedeninizi kabul ediyorum - yaşamak istiyorum!" der.
Bu olağanüstü rica karşısında dinleyici titrer.

Irvin YALOM' dan........

22 Mart 2011 Salı

Dar Alanda Kısa Paktlaşmalar

‘Libya’ da küçük bir kız çocuğu, aslen Türkiye’li, ilkokul çağında, oturma odasındaki televizyonun önünde oturuyor. Gün akşamüstü vakti. Televizyonda bir film oynuyor. Tüm aile bireylerinin birlikte izlemesinde “bir sakıncası” olmayan türden hani. Çocuk da oturmuş öyle mahsun mahsun izliyor filmi, taa ki görüntü bir perde şeklinde kesilene dek. Koca koca adamlar bir sandığın üstünde ip gibi dizilmiş, ipten geçmeyi bekliyorlar.’
Kocaman açılmış gözleriyle bu tüyler ürperten olaya 8’li yaşlarında tanık olan kız çocuğu, şimdi kocaman bir iş kadını. Hala aynı ürpertiyle hatırlıyor geçmişi. Babasının mesleğinden dolayı Libya’da geçirdikleri bu dönemi için “çocukluğa hiç yakışmadı” diyor olayı anlatırken. Doğru demek bir yana, aslında çok da az diyor. Herşeyden bağımsız zaten o topraklarda, bu zulüm on yıllardır sürüyor

Sene 2011 Libya’da bir diktatörden bahsediyor tüm liderler. İki yüzlü dünya, açık ağızları, şaşıran gözleri ve temkinli cümleleriyle ekranda beliren bu liderleri dinliyor. Tüm Avrupalı önderler temkinli bir şekilde, olayı ‘kınıyorlar’. Öyle uzaktan uzaktan. Pertrol antlaşmalarının, inşaat yatırımlarının ardından sessizce dudak büken, korkuyla kalpleri, cepleri titreyen liderler, bu insanlık ayıbını sessizce ‘kınıyorlar’.
Kaddafi kelle başına bilmem kaç dolarlar basıyor, doların rengi yeşil, yurdu zaten belli, paralı askerlerini salıyor halkının üstüne.
Zaten her zamanki gibi böyle savaşlarda halktan kime ne?
Bir süre ayakları bastıkları yere sabit izleyen liderlerin rahatsızlığı Fransa’da yapılan bir toplantı sonrasında ayyuka çıkıyor. Eski hümanist, demokrat ve iyi iş adamı, ülke yöneticisi bir zülüm insanıdır kararı çıkıyor ve koalisyon kuruluyor.
Karar: tam gaz ileri, ilk hedefiniz Libya!
Libya’yı ilk vuran ülke Fransa.
Aklım tarihin başka köşelerinde kalmış, şöyle bir geriye gidiyorum. 2003’lere. ABD sözde kimyasal silahları nedeniyle Irak’a giriyor. Hem yoldaşı ve en sadık arkadaşı İngiltere beş adım geride durmuyor. Koşar adımlarla ilerliyor, yeri geldiğinde boynuz kulağı geçiyor bile!!
İşte bu dönemde Fransa ilk önce Almanya ile birlik kuruyor. Savaşa karşı ABD ve İngiltere’nin bu politikasına karşı çıkıyor. Üstüne üstlük oradaki bu şiddeti, uzaktan da olsa şiddetle kınıyor ve dünya basınındaki yankıları şöyle oluyor:
Acaba yeni yeni koalisyonlar mı kurulacak?
Avrupa’da bir ayrılık olur mu?
Fransa ve Almanya, doğuya mı yakınlaşıyor?
Fransa ve Almanya’daki binlerce savaş karşıtı, hükümetlerine destek verdi.
Fransa’da oluşturulan barış eksenleri.....

Zavallı Fransa o dönemde Irak pastasından yeterince pay alamamış olacak ki, şimdi ilk çatalı uzatanlardan.
Göğsünü gere gere bu insanlık dışı muameleye son vermeyi umuyor ve uçaklarıyla o ilk Libya’yı vuruyor.
Zulüm aynı zulüm, Kaddafi aynı kaddafi, Yine siviller ölüyor. Koca ülkede beş kişiden oluşturulmuş sağlık heyetleri hizmet vermeye çalışıyor. Libya’nın pastası daha mı tatlı bilinmez ama Fransa tarihe bir ders veriyor.
Ve diyor ki, bir müsibet bin nasihatten iyidir. Bu sefer eski hatasını yapmıyor, Koşarak ilk kendisi giriyor. Cebini doldura doldura.
Zaten bu zamanda cebi dolduktan sonra çöken omuzdan kime ne?

14 Mart 2011 Pazartesi

8.9’luk Japonya’nın Sallanan Yüzü, Peki Ya Diğer Yüzü?


1999 Gölcük depreminden sonra Japonya’lı yetkililer, hem buradaki sismik hareketi araştırmak, hem de fay hattını incelemek için Türkiye’ye gelmişlerdi. İşte o dönemde beni en çok şaşırtan açıklamalardan bir kaçının yapıldığını yarım yamalak hatırlıyorum.
Bir tanesi (ki hatırladığım kadarıyla 12 Kasım Düzce depreminin hemen akabindeydi), yine dünyanın dört bir yanından gelen jeofizik mühendisleri, ormanın içinden geçen fay hattını hayretle ve hayranlıkla inceledikten sonra, onun dünyanın en büyük harikalarından biri olduğunu söylemeleriydi. Diğer bir açıklama ise, depremin insan öldürmediğiydi. İşte gelen Japon araştırmacıların ağzından çıkan sözcükler kelimesi kelimesine şöyleydi
“Benim ülkemde depremden dolayı insanlar şans eseri ölüyorken, burada insanlar şans eseri yaşıyorlar”
O günden bugüne hep kafamın bir kenarına kazıdığım bu cümle her deprem konusu açıldığında dudaklarımdan dökülüverirdi.
Yabancıların bir doğa harikası olarak gördükleri deprem, benim ülkemde resmi olarak 18 000 civarı, gayri resmi olarak 40 000 civarında insanı öldürmüştü. Bu sayıdan çok çok daha fazlası evsiz barksız kalmıştı. İnsanlar yıllarca soğukla ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Kurulan prefabrik evlerinin az metekaresinde kalabalık nüfuslu aileler altlı üstlü yatmak ve yaşamak durumundaydılar. Çocuklar yetim, büyükler yalnız, yaşlılar muhtaç kalmışlardı. Bu dramatik durum, dünyanın bir çok yerindeki felaket sonrası resimleriyle aynıydı. Şu an bunu hatırlamamın nedeni ise daha çok 11 Mart Japonya depremi sonrasında başlatılan kıyaslamalar oldu.
Bugün itibariyle (ki bu sayı durmadan güncelleniyor)1800 ün üzerinde en fazla 15000 e çıkabilecek bir ölü sayısından bahsediliyor. Depremin şiddeti 8.9.
Tokyo’daki büyük sanayi şirketleri belli aralıklarla, belli tarihlere kadar üretimi bırakmaya karar vermesi
1.  derece deprem bölgesi olmasına rağmen 5 tane nükleer santralin burada olması ve belirli ölçüde nükleer sızıntının olabilme ihtimaline karşın erken müdahale yapılması
Dünya borsasındaki düşüş
53 ülkede tsunami uyarısının erkenden yapılması
Tokyo üniversitesinde depremden yaklaşık bir dakika öncesinde uyarı yapılması.
Sallanan marketlerde insanların kaçışmaması
Sallanan toplantı salonlarında milletin panikle birbirlerini ezmemeleri
Sallanan gökdelenlerde, sınıflarda, istasyonlarda herkesin nasıl davranacağını bilmesi.
Tüm eşyaların yerlerine sabitlenmiş olması ve insanların maddi hasarı önlemeye öncelik verir görüntüleri.
Ağzım açık, dilim tutularak izlediğim bu görüntüler bana kesinlikle 1999 depremini hatırlatmadı. Bu koca detay arasında bana 99 depremini hatırlatan ise, tokyo merkezindeki tüm binaların, yapıların depreme karşı önlemli oldukları ve can ve mal kaybının çok yüksek olmamasını beklemeleri değildi.
Bana 99 depremini hatırlatan, satır aralarında geçen, bölgenin kuzey tarafında yaşayanların o kadar şanslı olmamasıyla ilgilydi. Şehrimin, ülkemin, dünyamın ikinci yüzü gibi. Kuzey bölgelerdeki evler o kadar kuvvetli değildi, belki Tokyo’daki insanlar kadar kuzeyliler kıymetli değildi. Her ülkenin diğerlerinin olması gibi. Bir deprem bölgesinde herkese aynı şevkle devletin sarılması beklenemez miydi? Bütçeyi bölmek zorunda kalan devlet tabiiki şansını şehir merkezinden yana kullanmıştı.
Yine de o bölgenin insanları neden şansızdı?
Hani Japonların benim ülkeme geldiklerinde söyledikleri gibi mi?
Yoksa Tokyo dışında orada da mı insanlar şans eseri hayatta kalabiliyorlardı? BİLEMEDİM.

yarım...


“Işığı kapatın, nolur” diye yalvardı adeta. Gözlerinin altındaki morluklar en az üç günlüktü.
“ellerimdeki kayışları biraz gevşetseniz” dedi doktora. 
Adam ona sıkıntıyla baktı. İkisi de onun yapabileceği hiçbirşey olmadığını çok iyi biliyorlardı.
“nolur” diye yalvardı yine de. Doktor, rutin kontrollerini yapıp odadan çıktı.
Şimdi gözünü kapatıp bir başka dünyaya gitme şansı vardı, ya da acısıyla beraber gözünü beyaz tavana dikecekti. 
Bir süre karar veremedi. 
Kısık gözlerle etrafı süzdü. 
Herşey alışılmış gibiydi.
Kırık aynaya, etejerin üstündeki yarısı açık not defterine, tam olarak göremediği, arka tarafında kalan cama, camın dışında olduğunu hayal ettiği dünyaya, kapıya, kapının hasarlı eşiğine, bu florasan lambaya, lambanın gözünü yakan ışığına baktı tekrar tekrar. Hepsinin belli bir düzeni vardı hayatında, hepsine bir rol vermişti kendince. Onlardan yeni hikayeler oluşturmak hiç de zor değildi onun için. Daha küçükken duymuştu onun hikayesini. Kaç kişi bu kadar şanslı olabilirdi ki? Bir o bir de kendisi. Hayatı nereden göreceği konusunda netti.  Nefes almadan yaşayabilen, ölse de yaşıyormuş gibi yapabilen kaç çeşit canlı vardı. Gelişmiş bir homo sapiens türüydü o. Kendini çok şanslı görüyordu. yine de bileklerinin anlamsız acısına takılıyordu bazen. Bağlı ellerini çözüp çözüp bileklerini okşuyordu hayalinde. Düşünmesi bile iyi geliyordu ona.

12 Mart 2011 Cumartesi

iki kişilik bir hikaye


Elinde tuttuğu taş parçasını iyice sıkar. Canı acıyıncaya kadar. Köşeli olan taş elini parçalar. Avucunun yan tarafından bir damla kan süzülür. Toprağa düşer. Ancak o zaman elini açar ve taşın elinden düşmesine izin verir.
Öfkeyle bakar eline. Çizik çizik avucu, yarabere içindedir. Elindeki kan izlerini pantolonuna sürer. Siyah pantolonuna bulaşan kan, ıslaklık izinden başka birşey bırakmaz.
Ağır ağır ilerler. Kafasını öne eğiktir. Yanından geçen insanların omzuna çarpmaları, tam önünde durup sonra yana çekilmeleri, sinirlenmeleri, ve tüm bunların nedeni olarak, kaldırımın ters tarafından yürümesi onu hiç mi hiç ilgilendirmez. Aldırmadan yürümeye devam eder.


Dükkanın kapısını sertçe kapatır. Sarı uzun saçları rüzgarla beraber savrulur. Sinirle önüne düşen saçlarını geriye iter. Cebinden çıkardığı lastik tokayla tepeden topuz yapar. Gözleri kan çanağı gibidir. Kapıya arkası dönük, bir kaç dakika boyunca dikilir orada. Önünden geçen insan kalabalığını izler. Biraz sonra elinde tuttuğu çantasını omzuna asar ve karşıdan karşıya geçer. Hızlı adımlarla yürümeye devam eder. Aklından onu öldürmenin binbir tane yolu geçiyordur. Boğmak, bıçaklamak, kafasını uçurmak, yüksek bir yerden itmek, kafasına bir tavayla vurmk, dikenli teli boynuna sarmak.... düşündükçe ölümün şiddetini arttırır. Bu düşüncelerin hiçbiri onun kendini biraz daha iyi hissetmesine neden olmaz. Adımlarını sıklaştırır. Alçak sesle saydığı sayıları yüzden sonra geri alır. Bir iki üç dört beş.....doksandokuz yüz.... bir iki üç... yüz..... kaç kere saydığını bilmeden ayı hızla yürümeye devam eder. İlk sokaktan sola döner, ikinici sokaktan karşıya geçer, biraz ilerler sağa döner. Bu sefer kaç sokak geçtiğini bilmeden yine ilk sola... bir süre dümdüz yürür. Karşıdan karşıya geçer yine yürür, karşıdan karşıya geçer, yürümeye devam eder..ilk sol sonra ilk sol yine sonra ikinci sağdan yine uzun bir caddeye çıkar.
Tam iş çıkış saati. Sokak çok kalabalıktır. Cebindeki kulaklığı takar. Sesi en sona alır. Ensesenin terini elinin tersiyle siler. Boynuna bağladığı yazmayı biraz daha gevşetir. Rüzgar hızla esmeye başlamıştır. O yine de adımlarını sıklaştırır. Saymaya başlar tekrar. Bir iki üç dört beş altı, on dokuz yirmisekiz doksan!!!
Kaldırımın en sonundan yürüyordur. Herkesin gittiği tarafa doğru. Önünde dikilen adama bakar. Yüzü yere bakan adam hareket etmeden duruyordur. Kimin çekilmesi gerektiğinden emin olmak için sağını solunu kontrol eder. Herkes doğru yöndedir kendi gibi. Onun çekilmesi gerektiğine karar verir. Dikilir. Kıpırdamadan. Adamın yüzüne bakması için başını hafif öne doğru eğer. Kulaklıklarını çıkarır. “hey” der. Sesi sanki hala kulaklık takıyormuşcasına yüksek çıkmıştır. Tekrar eder. Adamın suratına bakmamasına inat öylece durur orada. Şimdi elinde olsa onu da öldürmek istir. “hey” diye bağırır tekrar. Adam ona cevap vermek bir yana, yüzüne bile bakmıyordur. İki eliyle adamı omzundan geriye iter. Tam emin olmasada birkaç adım geri gitmesini sağlar. Ancak adam yine de tam yolunun üstüne dikiliyordur. İki yanından hızla geçen insan kalabalığına bakar. Halbuki yalnızca bir adım yana atsa yolunda hiçbir engel yoktur. Durur. Bu sefer o ilk adımı atmamaya kararlıdır. Yolundan çekilmesini söyler. Yan tarafta yavaşlayıp kendilerine bakan çifti bağırarak savuşturur. İzlemeye meraklı bu milletten çoğu kez nefret ediyordur. Ayağını sertçe yere vurur. “benim yolum” der. Ellerini önünde kavuşturur. “sabaha kadar bekleyebiliriz” der. Adam kendini duymuyor gibidir. Adamın yumruk halinde tuttuğu ellerine bakar. Adamın elinin yanındaki kan lekelerini farkeder. Yaralı olduğunu düşünür. Sonra bu düşünceden vazgeçer. Ona acımak istemiyordur. Temiz yüzlü biri gibi hisseder. Yüzünü tam olarak göremesede. Adam yerden başka bir tarafa bakmıyordur. İçinden çenesinden tutup yüzünü yukarı doğru kaldırmak geçer. Cesaret edemez. Ellerine bakar bir daha. Bir suçlu olduğundan neredeyse emindir. Birini yeni öldürmüş evine giden bir psikopat. Tüm bu istanbul kalabalığının içinde gelip de kendini bulmuştur. Sıkılır. “ilerlemeyecek misin?” diye sorar. Yaklaşık bir on dakika geçmiştir. Yetişmesi gereken bir yer olmadığı için rahattır. Ama adam hiç adım atacakmış gibi görünmez. Arkasına bakar. Geri gitmeyi düşünür. Sonra nereye gideceğine karar veremez. Tekrar o dükkana gitmek, tekrar aynı şeyleri yaşamak istemiyordur. Sıkıntıyla önüne döner. Adam hala kıpırdamadan önünde aynı şekilde duruyordur. Elini kaldırır, arkasına doğru iyice gerer. Hiç tanımadğı bir yabancıya tokat atmanın nasıl birşey olacağını düşünür. Belki de düşünmeye gerek yoktur” der. Elini hızla adamın yüzüne doğru savurur. Aynı anda adam kaldırdığı eliyle onu bileğinden yakalar. Çatık kaşlarının ardından şimşekler çakıyordur. Kinle ona bakar. Sanki onu tanıyormuş gibi. Sanki ömrü boyunca aradığı düşmanını bulmuş gibi. Sanki elinde olsa onu oracıkta öldürecekmiş gibi. Bileği acır. Birşey diyemez. Aklından milyonlarca kelime geçer ancak tek birşey diyemez. Gururundan diyemez. Adamın ter içindeki suratına bakar. En fazla kendinden bir kaç yaş büyüktür. Kan davalısını yakalaşım gibi, infaz edecekmiş gibi kendine bakan adama o da öfkeyle bakmaya çalışır. Bir bileğine bakar bir adamın suratına. En sonunda dayanamaz
“bu kadar mı” der. “yapabileceğin bu kadar mı?” o kızgınlıkla adamın iç cebine götürdüğü elini farketmez. Ancak eli cebinden çıkarken farkeder. Çığlık atmak için ağzı açıldığında başına geleceklerden neredeyse emindir. Adamın cebinden çıkardığı silahın soğuğunu çenesinin altında hisseder. “belki de herşey bu kadardır” der içinden. Adamın yüzündeki ifadede en ufak değişiklik olmadığını görür. Hiç tereddütsüz, kinle kendine bakan yabancıya bakar merakla. Şimdi meraklı kalabalığın içine katıldığını hissediyordur. Son kez gülümser. Bir kez daha gururunun kırılmasına izin vermeyecektir. Klik sesini duyar. Kurşun deliğe yerleşti demektir bu. Hayatı boyunca duyacağı son sesin bu olduğunu hiç düşünmemiştir. Etrafın bütün sesinin kesildiğini farkeder. Başka ses duymaz yere düşerken. İnsanların korkuyla geriye kaçmaları, insanların açık ağızları, bir kuşun uçuşu, birilerinin üzerine doğru gelişi. Bir kaç saniyeye sığabilecek herşey işte. Görüntü flulaşır. Kararır. Bilinmez bir ışığa açılıncaya kadar. Sonra herşey kaybolur.

9 Mart 2011 Çarşamba

öylesine 1


Direksyonda tuttuğu ellerinin üzerindeki lekelere kaydı gözü. Elini kucağına doğru götürüp, kot pantolonuyla temizlemeye çalıştı. Kendi kendine gülmeye başladığında, aklından hangisinin daha kötü olduğunu geçiriyordu. Lekeleri ellerinde taşımak veya pantolonunda? Karar veremedi.
Tekrardan iki eliyle sıkıca kavradı direksyonu. Dikiz aynasında asılı olan tespih başlığına baktı, Gülizar’ın hediyesi. Üçkağıtçı, depresif ve riyakar Gülizar diye geçirdi aklından. Onun için düşünecek güzel birşey bırakmamıştı. Gülizar’dan geriye kalan tek parça, ancak olabildiği kadar dokunulmazdı. Şevkle gülümsedi bu sefer. Zafer gülümsemesi, elini tespihe doğru uzattı, aslında her zaman, nazarlık takması gerektiğine inanmıştı. Nolursa olsun, insan kendine yapılanı unutmamalı diye düşündü. Unutmamak için onu oraya asmıştı. Kehribarın hurafeleriyle bir alakası yoktu. Tespih camdan yapılmıştı. Hani şu hepsinin içinde başka bir taş olanlardan. Bunda kehribar taşı vardı. İnsanı sakinleştirip, sükunete davet etmesi gerekenlerden. Bu taştan pek de nasibini almamıştı.
Saatine baktı. Kış mevsiminde hava erken kararıyordu. Karanlıkla bir alıp veremediği yoktu. İnsanın karanlığı sevmesi için kanla beslenmesi gerekmiyordu. Tabi yine de kanla beslenmesi, buna hiç de engel değildi. Ellerindeki lekelere baktı tekrar. Çok geç kalmıştı. Biraz fazla oyalanmıştı. Gülizar’ın ihanetini düşündü. Halbuki annesi onu daha küçükken uyarmıştı. İnsanlara güvenmekle ilgili. 30’una geldiğinde kuralı bozması büyük bir hataydı. Neyseki artık biliyordu. Elini tespihe uzattı. Camın pürüzsüz yüzeyinde dolaştı parmakları. Kısık bir sesle “unutmamak için” dedi. Onu çantasından son anda nasıl aldığını düşündü. Süet kahverengi çantasından zaten hep nefret etmişti. Kahve tonları, krem rengi, ten rengi, bej rengi hepsi aynıydı, bir sınıf sembolüydü onun için. Ne kadar da saçma diye düşündü. Dorenin saçmalıklarına uyan kitlelerin engelli beyinlerini anlayamamıştı zaten. Gülizar da dore beyinliydi.
Saat sekize geliyordu. Tam  bir saat geç kalmıştı. Üst taraftaki gözü açtı. Rüzgar’ın resmi, kucağında Sevil vardı.
Sevgi doğuştan gelen bir his değildi onun için. Zamanla öğrenmişti. Sevmeyi değil, sevginin doğuştan gelmediğini zamanla öğrenmişti. Birileri hiç öğrenmeyecek kadar şansız olabilirdi. Sevil’in küçük suratına baktı. Kocaman gözleri masumca gülümsüyordu. Mutlu gibi görünüyordu bebek. Mutlu olmak diye mırıldandı. Omzunu silkti. Ne farkederdi ki? Hislere takılıp boğulmak ona göre değildi. İnsanların milyonlarca sahtekarlığının yanında onunki ufacık bir oyun kalıyordu. En azından çevresindeki herkes gibi kendini kandırmıyordu. Kendini tanıyordu. Daha da önemlisi kendini değiştirmek için diğerleri gibi çabalamıyordu. Bu pasif bir kabulleniş değildi onun için. Kim olduğunu bilmenin önemini yitirdiği bir zamanda, herşeyin kim olduğunla başladığını çok iyi biliyordu.
Gözünü kapadı.
O resmi oraya koyması ise belki hayatında kandırmaca olmayan ikinci şeydi. Adı sevgi değildi. Ancak anlamlandırılamaz bir aidiyetlik duygusu onu daha önce düşündüğünden çok daha fazla tatmin ediyordu. En azından ona ait ufacık bir dünyası vardı....

8 Mart 2011 Salı

geçici bir durum...


Bir masal anlatmak istiyorum.
Bir varmış bir yokmuş diye başlayan.
Mutlulukla biten bitmeyen masalda güzel bir kız yakışıklı bir prense aşık olmuş veya olmamış
Bu prens, prensesi kurtarmak için tüm engelleri aşmış veya aşmamış
Birbirlerine kavuştuklarında, birbirleri için yaratıldıklarını anlamışlar veya anlamamışlar.
Bir prensmiş o veya değilmiş
Bir prensesi sevmiş veya sevmemiş
Bir çocukmuş o veya değilmiş
Derdi kahramanlık olan çocuk, buradan kilometrelerce uzakta, babasının koynunda masal dinliyormuş veya dinlemiyormuş
Yıkık dökük şehrinin sokaklarında bulduğu karabinasını, ellerinde tutuyormuş veya tutmuyormuş
Bir sokak aşağıdaki arkadaşı, o daha yalnızca yedi yaşında, arka cebinde taşıdığı sapanı bir gün önce kullanmış veya kullanmamış
Yine bir başka çocuk bu sefer onaltı yaşında, okyanusun diğer tarafında, elinde babasının otomatik tüfeğiyle kendi okulunu basmış veya basmamış
Tüm arkadaşlarını kurşuna dizmiş veya dizmemiş
Başka bir yetişkin, bundan on yıllar önce, elini ok gibi öne uzatıp kitleleri etkilemiş veya etkilememiş
Buna uyan hayalperestler, kitleleri katletmiş veya etmemiş
Bu faşist canavar, altı milyon yahudiyi, onüç milyon rusu, binlerce çingeneyi, özürlüyü, eşcinseli veya nicelerini yok etmiş veya etmemiş
Bugün kıtalar açlıktan kırılıyormuş veya kırılmıyormuş
Kıtaların isyan eden haklarının üstüne rastgele kurşun sıkılyormuş veya sıkılmıyormuş
Bu diktatörlerin, kendi halkının kellesi başına onbinlerce dolar ödediği doğruymuş veya değilmiş
Ne önemi var ki?
Bir çocuk arka sokakta, çöp konteynırının yanında açlıktan ölmüş
Bir çocuk sırf baklava çaldığı için yıllarca hapis yatmış
Bir çocuk hergün başına, kendine yüz katıp, yalnızca doğduğu anda ölmüş
Kimin umrunda?
Siz bir masal dinlemek istediniz!
Bir varmış, bir yokmuş diye başlayan.
Yalanlar üzerine kurulu
Nazımın dediği gibi yalanla beslenenlerdensiniz
Masallarda yaşıyorsunuz.
Uyuma vakti geldiğinde hep uyanık
Uyanık olmanız gerektiğinde ise hep uyuyorsunuz
Kimin umrunda?
Bir varmış bir yokmuş
Aslında hiçbirşey yokmuş
Hatalar özürlerle affedilemezmiş
Hatalar olduğu gibi kalırmış
Ne zaman, ne değişim hatanın önüne geçermiş
Al işte tam burada
İki göğsünün arasında
Bir kaya gibi
Ağır ağır ağırlaşan
Bir kaya gibi
Kalırmış.
Ne masal olurmuş o kayadan
Ne mutlu son
Boşuna hayal etme derim ben
Kaldır kafanı ve uyan artık
Masallara karnın tok olsun
Dünya ne güzel kadınlarla, ne yakışıklı prenslerle dolu
Kimse dağları delmiyor senin için
Yeter artık
Uyan! artık


5 Mart 2011 Cumartesi

Okyanusya'dan izlenimler 1

Kalabalığın içinde, küçük kız çocuğunun ağlama sesi duyuldu. Ses tam net olmasa da, annesine seslendiği anlaşılıyordu. Umutsuzca sağa sola bakınıyor, en azından birinin ona yardım etmesini bekliyordu. Çaresizce.
Koca kalabalıktan kimse ona aldırış etmedi. İnsanlara, insanlar ekleniyor, her gelen kalabalık ön tarafı biraz daha sıkıştırıyordu. Az sonra küçük kızın sesi bu kalabalığın içinde kayboldu.
En ön tarafı ayıran bir zincir vardı. Ötekiler, zincirin bu yakasında, beyaz yakalılar ise öbür yakasındaydı. Yaşlı insan yok denecek kadar azdı. Sakalları ve saçları kırlaşmış, elleri buruş buruş birilerini görmek o zamanda enterasan sayılırdı.Artık son dönem modası olan siyah kıyafetliler, yazın sıcağına aldırış etmeden üzerlerinde taşıdıkları deri ceketleriyle adeta böbürleniyorlardı. Küçük çocukların ya anneleri ya babaları ellerinden tutmuş, kalabalığın arasından, önlere doğru ilerlemeye çalışıyorlardı. Herkes önündekine bağırıyor, iteliyor, düşenler olursa üzerinden geçip, o ufak poşet çantalara ulaşmaya çalışıyordu. İzdahamı aldırışsızca izleyen görevliler bu kalabağın bir kaç metre uzağında, kollarını önlerinde kavuşturmuş, soğuk kanlılıkla önlerinde uzanan karmaşayı izliyorlardı. Alışmak böyle birşey olsa gerek. İnsan çevresine hangi geçmişten gelirse gelsin çok hızlı adapte oluyordu.
Görevlilerden birinin o tok, güçlü sesi duyuldu. Zincirin en önünde yüzünü gri gökyüzüne kaldırmış nefes almaya çalışan Adem'e doğru bağırıyordu. Parmağıyla ona sınırı gösterip, bir kaç adım geri gitmesini emrediyordu. Adem bıkkınlıkla ve korkuyla baktı görevliye. İtiraz etmenin bir anlamı olmadığını çok iyi biliyordu. Kardeşinin omzundan tuttu. Zorlanarak ki bu kelimenin gerçek manasıydı, bir kaç adım geriye gitmeye çalıştı. En azından artık zincire değmiyordu. Ön tarafında dikilen görevli gözlerinin içine bakarak elini ona uzattı. Adem'in elindeki sarı kartı çekti. Arka taraftaki kutuların önünde duran yardımcısına "beş kişi" diye seslendi.
Bir terslik vardı, Adem panikle ellerini cebine soktu. Tek kişilik kartları daha vardı. Onu düşürmüş olmanın verdiği suçlulukla kardeşine baktı. Dedesi için olan beyaz kart kardeşinin elindeydi. En az bulunan kart rengiydi beyaz. Artık yaşlı insan yok denecek kadar azdı. Çocukların sayısıda dikkat çekici oranda azalmıştı. Çatık kaşlarıyla kardeşinin elindeki kartı kaptı. Önündeki görevliye uzattı.
"bir kişi daha" dedi.
Adamın gözündeki kararsızlığın netliğe ulaşmasını kaygıyla bekledi. Buna iki kez neden olmuştu ve bir üçüncüyü atlatmaları neredeyse imkansızdı. Sessizce "lütfen" dedi. Kimsenin acıma duygusu yoktu ama anlaşılan görevli o gün için keyifliydi. Adem'in yüzüne bile bakmadan arkadaşına el etti. Beyaz kartın diğer kartlara göre daha ufak olan paketini havada kapıp, Adem'e uzattı. Gülümsediğinde adamın iki azı dişinin olmadığını görebilirdi insan. İnsan müsvettesi ne kadar da çirkin görünüyordu.

4 Mart 2011 Cuma

83. akademi ödüllerinin hazin sonu

Az dalda oscar adaylıklarına, az film galibiyeti damgasını vurdu. Ne kadar popüler olursa olsun (kendi sohbetlerimiz arasında bu durumu eleştirerek geçiştirdiğimiz duyrulur) bir yıldır yine de gizli bir heyecanla belki bu sene iyi bir sonuç çıkar, belki bu sene hakkıyla bir konuşma olur diye umdum.
Sonuç: akademi yakışanı, koca bir sıfır.
Bu sırada en iyi belgesel film ödülünü alan Charles Ferguson'ı muaf tutuyorum (kendisi az da olsa hakkıyla belirtmiştir, ekonomik kriz ve hiçbir yöneticinin ceza almaması gerçeğini), elle tutulur bir tepki yoktu.
Varsın olsun diyerek geçiştirebilir miyiz? 
Sanırım evet. Ama nereye geçiştirdiğimize baktığımda, görebildiğim de aynı şekilde koca bir sıfır.
Filmler içinde King's Speech'in ödüle layık görülmesi, on filme adaylık verilmesi kadar saçmaydı. Kime gülücük dağıtacağını, hangi şirkete daha çok kazandıracağını şaşıran akademi; pasif, tepkisiz, tembel, apolitik bir hayatın gerçekliğini koca bir başarı edasıyla sunup, şeker tadında oscarı eline tutuşturdu.
Sadık sinema izleyicisi bunu yedi mi? Umarım hayır. 
En azından kendi adıma ben yemedim.
Son zamanlarda çıkan haberleri göz ardı erdersek (özellikle Natalie Portman ile ilgili haberleri kastediyorum) bu sene dağıtılan oyunculuk ödüllerinin hepsinin hakkıyla dağıtıldı. Daha ilk fragmanını izlediğim zaman bildiğim Christian Bale ve Colin Firth performansı gerçekten çok başarılıydı. Bu da dünya sinemasında performansa dayalı filmlere doğru bir gidişata işaret olabilir.

Inception'ın arada kaynatılması, oscar verilmeyecek yönetmen filmlerine birini daha eklemiştir kanımca. Christopher Nolan'ın hiç aday olmamasını konuşmak dahi istemiyorum. Öfkem çok büyük. 
Peki bunun dışında neler vardı?
Demekki yaratıcı zekaya, iyi kurguyu, gerçek/hayal karmaşasına bakmayacağız, neye bakmamız gerekiyordu?
Yalnızca çıplak gerçeğe. Bir 1969 klasiği olan Coen kardeşlerin yeniden uyarlaması True Grit en fazla dalda oscar adayıydı. Toplam 10 dalda.
Kaç dalda oscar aldı? 0  
Bu acaba artık Coen kardeşlerin oscar geleneğinin dışına çıkmak istemesiyle mi alakalıydı, yoksa Coen kardeşlerin karanlık anlatımına inat, bugünün politikasının daha bir şeker pembesine ihtiyaç duymasıyla mı?
Artık bu sorunun cevabını alenen vermek istemiyorum. Ancak yine de şunu belirtmeden geçemeyeceğim, benim hayatım da gerçek olan, kekeme bir kralın etkisiz dünya savaşı hikayesinde, anlamsız bir konuşma yapması değildir. Sırf bu yüzden piyanisti sevmediğimi hatırlıyorum. 
Benim hayatımda gerçek olan, hayal kırıklıkları, umutsuzluk, sadakatsizlik, vazgeçme, oyuna gelme, tembelliktir. Herşeyin antitezini kendi içinde barındırdığı gibi, bu insanı koca bir karanlığa sürükleyen aldatmaca değildir. Sırf bundan nice başarı öyküleri çıktığını biliyorum, yine de koca bir çoğunluğun bu karanlık içinde kaybolduğunu bildiğim gibi. Ben ikisine de gerekli ve gerçekci ölçüde ihtiyaç duyuyorum. Bana kurgusal bir masal anlatmadıktan sonra. Bu kandırmacaya kim inanacak ki? Bilmiyorum.
Ben bu dünyada yaşıyorum, siz?


ilk defa

kitabının adını kum kitabı olduğunu söyledi bana, çünkü kitabın da kumun da ne başı var ne sonu..
J.L. Borges