27 Şubat 2013 Çarşamba

Bien dünyanın en gözel garısıyam :)

Vücudumun bir bölümüne güveniyor olmalıyım ki, iki aydır sporu bıraktım. Yazın victoria secret edasında havuz kenarında, kanatlarımızı takıp yürüme hayalleri suyu düştü yani. Tabii dün bunu yasoya diyince,saçmalama ilke daha iki ayımız var" dedi. Rocky ve antrenörü hikayesi. Acı yok, ağzımız burnumuz dağılsa da :) Neyse zaten yerçekimine yenik düşmüş belirli kısımlarım da bana gülümsemiyor artık. Göbeğim, üst kol, sırt.. falan derken, bazen bacaklarım bile kalın görünüyor.
Bu arada başka bir arkadaşımdan,başka bir şey öğreniyorum.
Mutluluk hormonuyla ilgili. Bana hepsinin kimyasal formülünü anlatıyor. Bilgisi yettiğince tabii. O yeteri kadar salgılayamadığı için (genel mutsuzluk ve memnuniyetsizlik halini böyle açıklıyor) ilaca başlamış. İlaç mutluluk hormonunun emilimini yavaşlatıp, mutluluk süresini uzatıyormuş. Ama ilacın yan etkisi de var tabii. Hisleri kapatan bir düğmeye benzetiyor arkadaşım. Robot gibi takılıyorum, böyle bir boşluk hissi oluyor ama onu da takmıyor insan ve sinirlenmeye üşeniyorum* diyor. Bu ilaçlı mutluluk tabii. Ama ilaçlı ilaçsız hepsinin kimyasal bir formülü olması tuhaf bir durum. Seni havalara uçabilecekmişsin gibi hissettiren, abuk bir gülümsemeye dönüşen, böyle bir sevgi pıtırcığı falan olmana neden olan o hissin bir formülü var. Bence bu doğru. Çünkü spora gittiğin zaman da aynı hormonu salgıladığını duymuştum bir yerden.
Sabırla nereye bağlayacağımı merak ediyor olabilirsiniz.
Ve ben kilolarımdan memnuniyetsiz, yağlı bölümlerimden nefret eden, Kate Moss idolü olan, zayıf kadın seven ben, bu sıralar pek bir umursamaz hallerdeyim. Ve neredeyse Marta gelmişken. Yaklaşık ikinci rejime girmem gereken bu dönemde; kızlarla şarap içmeye, dünyanın en büyük burgerini yemeye, rakının yanına şalgama, 30 midye rekorumu kırmaya yemin etmiş gibi davranmaktayım. Peh...
Hayır hayır kesinlikle ilaç kullanmıyorum.
Sakın yanlış anlaşılmasın. Tam tersi bir durum söz konusu olamaz mı diye soruyorum. Çok yüksek ihtimal Haziran sonu gibi büyük pişmanlık duyacağım, değişik MAYO/haşema arayışı, darlaşan pantolonlara karşın bollaşan tişörtler, durmadan yan bağlarda gezinen bir el ve ah ya bunları ne yapcamlar, aynada mümkün olduğunca profilden uzak durmalar, havuz kenarında asla üstsüz(tişört kastediyorum) oturmama, hep ayakta durma ki, o katlar!! ortaya çıkmasınlar, veya bir pareo (ki ben sevmem, böyle mal gibi tişörtle mi gezeceğiz) ahahaha... gerçekçi bir gelecek söz konusu yani, bunu da biliyorum. Ama yine de spora gitmemeye aldırış etmeden, ceylan gibi yaşamaya devam ediyorum. Mis..
Galiba bu aralar benim keyfim biraz yerinde (gerekli dozda hormon salgılıyorum ve emilimi hiç de hızlı değil).
Çok detay veremem yasak tabii. Ama iyi. Bilimsel olarak doğru kimyadayım, yani mutluyum herhal arkadaşlar. O yüzden yine bir çok şeye yaptığım gibi omuz silkip geçiyorum. Yasomun küçük polyana oyununa kanmasam da, onu iyimserliği için tebrik ediyorum, eh öyle olsun daha İKİ koca ay var önümde:))) ve buna neden olan herkesi seviyorum. (bazen) sürekli sevemiyorum ben galiba :))
Bu kadar..

Yazdık ya şimdi buraya, olur da herşey tersine dönerse haberdar olursunuz zaten. Bir bakmışsınız yine düzenli spor peşinde koşan, yediklerine dikkat eden, daha çok okuyan falan birine dönüşmüşüm :)
Şimdi değil istemez, çünkü ben bugünlerde Sezerciğin annesi Perihan Savaşım
"Bien dünyanın en gözel garısıyam.."

eerkesi öpüyorum


*İsmini açıklayamayacağım birinden ;)

26 Şubat 2013 Salı

yine olmadı

Çalıştığım binaya ulaşmak için bir çocuk parkının içinden geçmek durumundayım. Daha önce iş arkadaşlarımla defalarca paylaştığım üzere gerçekten o çocuk parkında çocuk görmek neredeyse imkansız. Yeni taşındığımız sitede genelde evler müstakil, iki/üç katlı. Ve insanlar hemen hemen birbirini hiç tanımıyor,selamlaşmıyor. Klasik anlamda sosyete tabii. Asıl gelmek istediğim konu ise, bir zamandır çocukların yaşamadığından şüphelendiğim buranın sakinlerinin ellerinde tasmalar görmeye alışıktım. Ancak bu sabah üzerlerine tuhaf kıyafetler giyindirilmiş köpekleri birbirlerine torunum diye tanıştıran kokonaları görünce ve üstüne üstlük köpeklerinin konuştuklarını sanmaları ve buna inanmaları ve iki köpeği birbiriyle sohbete tutuşturmaları falan derken, yavaşça.. ama gerçekten yavaşça belimdeki silahı çıkardım. Derin bir nefes aldım. Aslında burnumdan soluyordum. Hafif omuzlarımı dikleştirdim, büyük ihtimal tek gözüm de seyiriyordu. İlk önce saçını en yüksek nereye kadar kabartabileceğini test eden ve dünyanın en küçük köpeğinden daha küçük çanta taşıma rekoru kıran, fosforlu atkılı kokoşu hedef aldım.. Çaaat, alnının tam çatına..
Güzel olmaz mıydı?
Ancak bu site Stephan King'in romanlarına konu olacak malzemeye sahip, demeden geçmiyim.

Gelelim asıl konuya. Uzatmaya gerek olmayan asıl konuya. Sevgili akademi ödüllerine. İzlerken bile o derece sıkıldığım ve üstüne üstlük sanki müzik ödülleri havasındaymış gibi geçen ödül töreninden keyifle bahsedemeyeceğim.
İyilerden üçbeş not size:
Michael Haneke, Amour filmiyle beklenildiği üzere yabancı dilde en iyi film, ödülünü aldı. Yine beklenildiği üzere ödülünü iki başrol oyuncuna atfetti. Ve kısa bir konuşma sonrasında kürsüden ayrıldı.
Yine Q. Tarantino, en iyi özgün senaryo dalında ödülünü aldı. Beklenildiği üzere sahneye gömlek/kravat dağılmış halde çıktı. Yarattığı karakterler olmazsa elle tutulur birşey yapamayacağını ve doğru casting yapmanın önemi üzerinde durdu. Kendinden beklenenden bile ciddi bir konuşmaydı ve yüzümüzde bıraktığı tebessümle kürsüden indi.
C. Waltz son üç senede aldığı ikinci oscarını, cebine koydu. Yanlış projelerde kaybolabileceğinden bir ara korkmuş olmama rağmen, Tarantino yine onun elinden tutmuştu, neyse ki.
En iyi yrd. kadın ödülünü Anna Hattaway aldı. Ben bu kadının ismini bile seviyorum ve galiba hemen hemen tüm filmografisini izlemiş olabilirim. Koyu bir takipçisi değilim ama yetenekli olduğunu düşünüyorum. Şarkı söylemedeki yeteneğine daha önce şahit olsam da, Les Miserables 'ın sahnedeki şovu gerçekten gecenin en iyi yanlarından biriydi.
Barbara Streisand'ın o kadar zaman sonra sahneye çıkıp, The Way We Were'ü söylemesi, gözlerimi doldurdu. Hem annemin en sevdiği kadın oyunculardan biri olması, hem de kendime en yakın hissettiğim karakterlerden birine hayat vermiş olması, benim için de onu çok özel kılıyor.
Adele, yine herkesin beklediği üzere ödülünü aldı.
Ve en sona bıraktığım, günün en son iyi olayı ise, Oscar tarihinde ilk defa bir oyuncu 3.kere en iyi oyuncu ödülünü kucakladı. Hoş gerçekten de öyle bence. Daniel Day Lewis, döneminin en iyilerinden bir tanesi.

Gerisi fasofiso. Hemen hemen hiçbir ödül iyi değildi. Ang Lee'nin en iyi yönetmen ödülünü bu filmle almasına karşı duyduğum şaşkınlığı anlatamam. Herkes gibi ben de Ben Affleck'i bekliyordum(istemiyordum). Halbuki, iktidar yalakalığı ve ödül korsanlığı için elinden geleni yapmıştı. En iyi yönetmen ödülünü alacağından kendi de tam emin olmasa gerek ki, filmin yapımcılığını da üstlenmişti. En azından en iyi film ile oscarı kucakladı diyebilirim. Bence gelecekte iyi yönetmenler arasına girme yolunda bir ışığı olan Affleck, özgün olmaya çalışsa veya yalnızca en yakın arkadaşı Damon ile çalışsa sanırım onun için daha iyi olacak. Bu politik olayların hiçbirinden eksik kalmayan G. Clooney, bir tek benim mi sinirimi bozmaya başladı bilmiyorum. En iyi film ödülünün takdiminin beyaz saraydan yapılması acaba, İran'a girmek için resmi bir açıklama olarak kabul edilebilir mi? Veya "Tü kaka!"" demek için....
Jennifer Lawlence'ı Winters Bone filminde gerçekten sevmiştim. Genç yaşta umut vaadeden oyunculardan bir tanesiydi. Ölmüş gibi konuştuğumu biliyorum ancak, Silver Linings Playbook performansıyla oscarı alması tamamen bir saçmalık. Orada, hepsi bir yana E. Riva varken hele. Oscar ilk defa olmasa da, çok bariz bir şekilde gözümüze iyiyi seçmeyeceğini sokmuş oldu bir kere daha. Yok artık demekten ve isyan etmekten yine kendimi alamadım ne yazık ki. Çünkü be insaf be kardeşim. Amour 'da öyle bir oyunculuk vardı ki, izleyicinin hepsini o evin içine iki saat hapsetti... Şaka olmalı diye düşündüm. Sonra da bunun bilerek yapıldığını. Çünkü bu sene Riva'ya ödül vermek başka bir anlama gelecekti. Aynı Argo'ya ödül vermemek gibi.
Sonucu toparlarsam. Argo toplam 3 dalda, Zero Dark 1  dalda, Lincoln 2 dalda, Life of pi 4 dalda, Django Unchained 2 dalda, Les Miserables 3 dalda, Silver Linings ise 1 dalda ödül aldı.
Yani sonuçlara baktığınızda gördüğünüz üzere, bu sene öne çıkan hiçbir yapım yoktu. Çünkü öne çıkan yapımları Akademinin onaylamasının hiçbir yolu yoktu. O yüzden kırıntıları eşit paylaştırma politikasından yola çıkaraka, kendi borusunu öttürdüler diyebilirim.
Tabii, Haneke de çok alınacak ve bir daha film yapmayacak sanki. Amour gibi bir film varken, beş para etmez Argo'ya ödülün gitmesi sanırım bizimkilerden de en çok bana dokundu. Ama yapacak birşey yok. Ben böyleyim.
Bu da benim arızam.
Oscardan nefret etse de kendini alamayan ben.

Bir reklam ile bitirmek istiyorum. Tam ödül töreni arasında, Clear reklamı başladı. Adını tamamen kardeşimden öğrendiğim ve not aldığım, Burak Özçelik, reklamda, her rolun hakkını vermek çok önemli.. gibi birşeyler diyordu. "Sen bir tanesinin hakkını versen yeter" diye çığırdım oturduğum yerden. Sonra omuz silktim. Napıyordum ki ben? Oscar ödül törenini izliyordum. Ve ödüller en olmadık yerlere doğru gidiyordu ki ben bunu zaten biliyordum. Hakkını vermekmiş. Bu da onun gibilerin ağzında sakız diye sinirlendim biraz. Biraz da bu seramoni beni sıktı galiba..
Ben bu haftasonu Haneke'nin izlemediğim tüm filmlerini tamamlarım.
Bence siz de öyle yapın. Bir de vaktiniz kıymetliyle ödül mödül töreni izlemeyin. Zaten dün akşamki daha çok mödül töreniydi.

Konuyu  2012 yılında kaybettiğimiz Nora Ephron ile kapatıyorum. 'Anmalar' törenin en iyi kısımlarından bir tanesiydi ne de olsa. Hemen hemen bir çok filmini severek izlediğim Nora Ephron

"The hardest thing of writing, is writing.." demiş, güzel demiş..

Sevgiler..

24 Şubat 2013 Pazar

Nefes

"İlk önce elime aldığım yastığı hafifçe yüzüne bastırdım. Tek istediğim ağlamanı bir daha duymamaktı. Sonra hareketsiz kaldığını gördüm. Artık biliyordum, bir daha asla ağlamayacaktın. Bir süre sonra elimle burnunu kapattım. Sonra aynı başkalarına yaptıkları gibi, ağzından içeri üfledim. Ve ertesi gün seni bir ıslahevine bıraktım..."


Islahevinde büyüyen Roman, annesinin onu nasıl terk ettiğini ve ömür boyu yaşadığı nefes alma sorununu böylelikle anlamlandırıyor.
Avusturyalı oyuncu olan Karl Markovics'in ilk sinema filmi. Hem yönetmenliğini yaptığı hem senaryosunu yazdığı Atmen (Breathing) filminden bahsediyorum.
Salıverileceği günü bekleyen ve hayatta aslında hiçbir beklentisi olmayan Roman'ın hayatı Cenaze levazımatçısı olarak işe girmesi ile değişik bir yöne doğru ilerler. Yaşama bir anlam vermek için belki de ölülerin dünyasını ziyaret etmesi gerekiyordu.
Karanlık ve kötümser havası ağır ağır dağılan Atmen filmi, hem oyunculuklarıyla hem müzikleriyle hem de gerçekçi havasıyla izlenmeye değer yapımlardan biri.

bahar / ön izleme

Hey güneşli hava sana sesleniyorum, beni kandıramazsın. O aralık olan pencereyi sonuna kadar açtığımda başıma geleceklerden habersizim mi sanıyıorsun. Yanılıyorsun.
Ve gardrobumda asılı olan ceketim, yan yan bana göz kırpıyor. Görüyorum. Ama henüz değil, asla. Yoksa biliyorum sanki gel hemen beni üstüne al ve çık dışırı diyor. Sonra donacağım saatleri müjdeliyor, küçük brutüse kanmıyorum tabii ki. 
Ve bugün pazar. Akademi ödüllerinin dağıtılacağı gün. Of bu köşemden defalarla bağırdığım, çığırdığım akademi ödülleri. Yarın izlenecek olan ve yine asap bozacak olanların günü. Bugünün hem güneşli hem ödül günü olması, yükünü biraz hafifletiyor mu dersiniz? Absolutely Right :))
Ayrıca bir de elimde iki tane oynanmış ama beş kuruş kazanılmamış iddia kuponlarım var. Kumarda kötü olanlar için ne denir bilirsiniz. 
Bir de dünün tüm o soğuğuna karşın kalkıp beykoz, kanlıca, anadoluhisarı...vs yolcuğu yapan biz, bir de uzun süre sonra ilk defa -balık ekmek kola- landık :) ekmeğe boca edilmiş bir limonsuyu! Neyse dün pek sessiz geçen gece, karanlık geçen bir hafta, layıkıyla yaşanmamış bir haftasonu üzerine bugünün bu kadar keyifli görünmesi hoş.
İnsanın tüm sıkıntısını alıp götürecekmiş hissi vermesi
Yarın sanki işe gitmeyecekmiş gibi düşünmesi
Bir de bikini alışverişine gitmesi... :) geliyor içimden tutuyorum..
O derece..
Ve yaklaşan mart ayı. Kapıdan baktırırdı hani. Bazı şeyleri konuşmak için erken biliyorum.
Ama olsun şu an iyi hissediyorum ya, göz kırpmak lazım. Bugüne ve yaklaşan marta. Çünkü arkasından gelecek olan ay, resmi olarak bir ilkbahar. Peh. 
Benim yüksek bel pantolonum, içine sokulmuş tişörtüm, ceketim ve baharlık ayakkabılarım için az kaldı. 
Kabul ediyorum
Bugün keyifim dünden daha iyi..



18 Şubat 2013 Pazartesi

holy motors

Leos Carax, aslında İf kapsamında İstanbuldaydı. Hatta bir arkadaşım Ctesi günü saat18 00'de, Taksim'de bir söyleşi yapılacağını söylemişti bana. Ancak ben henüz kendisiyle tanışmamıştım. Hiçbir filmini izlememiştim ve aslına bakarsanız, ismini daha yeni duymuştum. Keşke söyleşi tarihi ben onunla tanıştıktan sonra olsaydı da, yüksek ihtimal dünya ile iletişimi kesilmiş bu dahiyle belki o zaman karşılaşma imkanım olabilirdi..
Kısmet değilmiş. Ben şimdilik kafamda onu öyle canlandırıyorum.
En son uzun metraj filmini on bir sene önce çektikten sonra (tabii bu sürede boş durmamış, kısa filmler çekmiş) bir nevi sinemaya küstüğü ve bu sürede malzeme biriktirdiği tahmin edilen Carax'ın asıl ismi Alexandre Oscar Dupont.
Bundan oluşturduğu anagram ile kullandığı isim ise Leos Carax..
Holy Motors filminde daha önceki bir çok filminde de birlikte çalıştığı Denis Lavant ile birlikte çalışıyor. Dünyayı bir tiyatro veya bir sinema sahnesine çeviren film, film içinde film sahnesini izlediğimiz bir deneysel sinemaya dönüşüyor. Günlük mesai içinde oynaması gereken karakterlerin ve olayların metni hali hazırda eline iliştirilmiş Mr. Oscar'ın acıklı hikayesi  diyebiliriz. İzleyicinin gerçekliğe yaklaşmasına bile izin vermeden, bir oyuncunun, gözetlenmenin, rollerin, gerçekliğe dönüşmesinin hikayesi. Evet eskiden herkesin gözüne çarpabilecek büyüklükte kameralar varken, artık gözünüzün algılamadığı kadar ufalmış olmaları bir gerçek, diğer bir gerçek isi bölüştürülmüş görev  dağılımı, her an başka birine dönüşebilen insanoğlu, kendine döndüğünde bir hiçlikle karşılaşabilir mi? Ya hepsi üzerimizi yaftalanmış karakterlerden ibaretse?
Çok büyük bir söz etmiyor aslında Carax, biraz süsleyerek, sinema diline uygun, bugünün insanını, bugünün sahnesini anlatıyor.
İlk önce bir iş adamına, sonra bir dilenciye, sonra bir deliye, bir katile, ölmek üzere bir yaşlı adama, bir babaya...vs dönüşünü izliyoruz Mr. Oscar'ın. Her sahne, gerçeklik hissini o kadar yüksek tutuyor ki, "he işte asıl olan bu" tedirginliği ile izliyoruz. Oynadığı her karaktere bizi inandırmayı başarıyor, bir an mesafeli bir baba, bir an gerçekten soğukkanlılıkla cinayet işleyen bir katile dönüşüyor. Bir iş adamıyken, bir andan arabadan (limuzinden) inip kör dilenci bir kadına, günün sonunda en son sahnelediği oyunda ise (ki beni en rahatsız eden bu son oyundu) karısı ve çoğunun yanına giden bir babaya (aile fertleri maymunlardan oluşuyor) dönüşüyor (ki bunlar yalnızca bazıları). Sahne her bittiğinde, bir fim bitiyor, mesela Mr. Oscar ölüm döşeğinde bir yaşlıyı canlandırdığında, kendi başucunda oturup onunla can çekişen, hayatının tek varlığı yeğeninin yanında can verdiğinde, on saniye sonra ayağa kalkıp diğer oyuna hazırlanmak üzere yola çıktığını görüyoruz (yeğeni hala yatağa kapanmış ölen amcası için ağlarken). İlk etapta takibi ve kavraması kolay olmayan hikaye örgüsü(benim gibi ilk defa Carax izleyenler için diyorum) kısa bir süre sonra rayına oturuyor ve film su gibi akmaya başlıyor.
Denis Lavant'ın insanüstü performansı, popüler oyuncuların bile hikaye içinde eritilmesi ve iyi kurgulanmış bir sinema perdesiyle beraber, Carax bu kadar uzun bir süre sonra, bu kadar beklemeye değeceğini göstermiş oldu.
İlk hedefim 1991 yapımı bir Carax filmi olan The Lovers on the Bridge'i (Köprü Üstü Aşıkları'nı) izlemek olacak. Bu sefer Alex karakterini canlandıran Denis Levant 'a eşlik eden oyuncu, aynı zamanda yönetmenin beş yıllık eski hayat arkadaşı Juliet Binoche olacak.

14 Şubat 2013 Perşembe

bugün ne imiş yahu :))



Sevgililer günü tüketim toplumu için en elverişli araçlardan biri mi?
Sahte, sığ, geçici mi?
Kapitalist toplumun, insanları tüketime itip, varolan sorunlardan ve sorumlulaklardan uzaklaştırma, gündemi oyalama, renkli vitrinlerle göz boyama günü mü
Sevdayı içini boşaltıp, anlamsızlaştırarak, yeni ambalajıyla satışa çıkarmak mı dersiniz?
14 Şubat Sevgililer Günü
Hergün sevgiyi bilmek lazım, kıymet bilmek lazım, bunlara kanmamak lazım, o tüketime alet olmamak lazım...vs
Yılbaşı, çam ağaçları, hediye paketleri
Öğretmenler günü
Anneler-babalar günü
Belki doğumgünleri, yıl dönümleri, ilk ay, nişan tarihleri...

Bir yılı bir güne mi sığdırmak??
Bu zaten mümkün değil.
Kadına şiddetin devam ettiği bir yerde dünya kadınlar günü. Emekçi kadınlar günü...
105 gazeteci içeride tutuklu yatarken, gazeteciler günü
Aldatılmışken, yalnızken, sevgileler günü
Eve ekmek götürecek paran yokken, doğum günleri

Müslüman bir toplumda, İsa'nın doğumu kabul edilen (her türlü spekülasyona rağmen) yılbaşları

Aslında nelerden bahsediyoruz bilmiyorum. Ama her yılbaşında sevdikleriyle birlikte olmak istiyor insan. Her doğumgününde onlardan haber almak, sevgileler gününde belki en azından bir yemeğe çıkmak istiyor. Veya yanında olsun elini tutsun yeter.
Kendine göre yaşa sende.
Senin için anlamlı olan hangisiyse.
Yalnızlığın verdiği kızgınlıkla hareket etmemek lazım.
Bu bir suçlama değil asla.
Ama özel günleri 365'ten çıkar, geriye tüketim çılgınlığından, o kandırılmışlıktan, göz boyamadan, oyalamadan elinde kalan daha fazla gün kalıyor. O günler öyle yaşanmıyor mu, biz farkındalığımız çok yüksek, sorumluluk sahibi insanlar gibi mi yaşıyoruz dersiniz.
Bir gün bu, sen ismini başka koy, 15 şubatta kutla mesela. İstemiyorsan hiç kutlama.
Beklemiyorum de, o gün görüşme sevdiğinle, sevgilinle, protesto et, hediyeyi kabul etme. Nasıl olacaksa, nasıl uygunsa senin için. Sevginin değerini bilmenin yolu, ne 14 şubatı karalamadan geçer ne de ona bağlı yaşamaktan bence.
Zaten herkes bunun farkında. Farkında olmayan içinse, o farkındalıksızlık hergün geçerli. Şubatın 14'üyle alakası yok bence.
Güne kıymet katan çünkü insanın kendisidir. Renkli vitrinlerin bağımlısı olma sen. Olana da çığırma ama. Çünkü o çığırtkanlık yalnız 14 şubattaysa ne işe yarar. Hedefi 14 şubatla vurmamak lazım bence.
 Çünkü bugün bir devrim olsa bu ülkede, dünyada, ve 14 şubat yasaklansa mesela, yine herkesin o tarihte aklında olacak, yalan mı?
Bir mesaj, bir mektup, bir ses bekleyecek. Küçük bir buse, bir dokunuş.
Bu daha önceki ve sonraki günlerde beklemeyeceği anlamına gelmiyor üstelik. Ama o gün. Yalnızca sevgiye özel gibi, sizinle ilgilenmek için, onla ilgilenmeniz için, veya başka meşguliyetlere rağmen birlikte vakit geçirmek için bir bahanede olabilir. Yalnızca ufak bir bahane.
Ve sanki o tüketimin çılgınlığı diğer günlerde geçerli değil gibi, kapitalistlerin kazanması için bir tek 14 şubata ihtiyaçları var gibi, peh.. Bu da bizim laf kalabalığımız. Tüm özel günler kalksın !!
Bak sen
Sen istediğin gibi yaşa, bir yerde hata yoksa, o hatayı düzeltmek için sende bir günü kullanma. Aynı eleştirdiğin şey gibi olma yani. 14 şubat kalkınca sorun bitecek gibi veya onun için bir adım gibi.

13 şubatta nasıl herşey yolunda değilse, 15'inde öyle devam edecek
13 şubatta nasıl herşey düzeliyor gibiyse de, 15'inde düzelmeye devam eder

Ben bu akşam bir bardak kırmızı şarap içerim
güzel bir yemek yerim
keyfimiz yerindeyse güzel bir filme de gideriz
tipik, klişe yani
olsun bence bazen klişeler iyidir
böyle otururuz karşılıklı
güzel iki sohbet, ben heyecanlı heyecanlı birşeyler anlatırım
o da beni kızdırır, belki bir mucize olur ve kavga etmeden günü bitiririz :)
şaka şaka, etmeyiz tabii
Biz bunları hep yapıyoruz zaten, bugün de yaparız, yok inadından "püüü bugün 14 şubat hayatta çıkmam ben, kutlamam" mı diyecektim!
Hiç sanmam.
Kutlamadığım 14 şubatlar kimseyi kurtarmadı, 14 şubat eleştirileri kimseyi akıllandırmadı, 14 şubat kutlamaları da kimseyi çökertmez diyenlerdenim ben.
364 gün sevgiye nasıl bakıyorsam, bugün de öyle bakıyorum.
Sevdiklerim bilir.
Siz de öyle yapın.
İstiyorsanız kutlayın veya kutlamayın. Ama boş boş karşı çıkmayın. Anlamsız. Sistemle savaşmak o günü karalamaktan değil, o günün temel mantığından kaynaklanıyorsa eğer, o mantığa karşı durun. İlişki olsun diye aşk peşinde koşmayın, aldatmayın, her önünüze gelene aşık olmayın, sıkıldığınız zaman adamı/kadını kandırmayın, bir çift gördüğünüzde haset etmeyin, yanınızda kimse yok diye aslında büyükçe dertlenmeyin, birilerine yalnız kalmamak için biat etmeyin, düzgünce sevin, kimseyi kullanmayın, kimsenin kölesi olmayın.. vs.

Ben yine karşı olan olmayan herkesin sevgileler gününü kutlar, aşk dolu, heyecan dolu, paylaşım dolu bir yıl, bir ömür geçmesini dilerim. Daima..

6 yıllık bir gecikme ve Margaret

1982 doğumlu Anna Paquin'in 17 yaşında bir liseliyi canlandırması çok mantıksız gelmişti. İzlerken şaşkınlığım arttı tabii, yalnızca bir liseliyi canlandırmıyor aynı zamanda başarıyla beni inandırıyordu. Girdiği çıkmazlara, aşırılıklarına, tüm o isyanına..
Ağır çekim bir jenerikle açılan film, bir sonraki olacakları müjdeler gibiydi sanıyorsanız da, yanılıyorsunuz. İlk on dakika içinde öyle hızlı bir çıkış yakalıyor ki izleyenin ilgisini maksimumda tutmayı başarıyor diyebiliriz.
Hikaye tipik Amerikalı bir ailenin ergenlik yaşındaki kızı olan Lisa'nın yaşadıklarıyla ilgili. Bir tiyatro oyuncusu olan annesi, küçük yaşına rağmen kendi başına ayakta durmayı başarmış gibi görünen kardeşi ve bu çekirdek aile etrafında Lisa'nın çıkmazlarının hikayesi. Filmin yalnızca bir ergenlik hikayesi olmadığını, aynı zamanda Amerika ortasınıfının ortalama bakışaçısını, yaşamını yansıttığını ve bize yani izleyiciye onları tanıma,sorunlarıyla yüzleşme, cehaleti ve umursamazlığı görme, sistemin çöküşüne tanık olma şansını verdiğini söyleyebilirim. Hem de temposunu hiç düşürmeden, tüm oyunculukların inandırıcılıkta birbirleriyle yarıştıkları 150 dakikalık bir şölen diyebilirim.
Yahudilikle ilgili, nazilerle ilgili, 11 eylülle ilgili, faşizmle, tabii ki kapitalizmle, oryantalizmle ilgili söylecek sözü olan bir film Margaret.
Bencil dünyasında yaşamaya devam eden Lisa'nın istemeden de olsa neden olduğu bir trafik kazası, sonradan yaşanacakları tepetaklak ediyor. Yalnızca kendi hayatı için değil, ilişkide bulunduğu herkesin hayatını bir şekilde etkileyen bu durum, onu adım adım bir çıkmaza veya belki başka bir seçeneğe doğru itiyor.
Lisa'nın defalarca kalabalıklar içinde kaybolmasına şahit oluyoruz. 
Amerikalı standard bir ailenin kopukluğu, tiyatro oyuncusu olan annenin, evde ne kadar başarısız bir anne figürünü oynarsa, sahnede o kadar başarılı olduğunu görüyoruz.
Suç-Hukuk sisteminin çöküşünü, o çıkmazın içinde mücadele etmenin anlamsızlaşmasını, sigorta şirketlerinin gücünü, insanların doğal çelişkilerini, hepsini hiç de acelesi olmadan, birbirine karıştırmadan ama ilişkilerini çok açık birşekilde belirterek çiziyor Kenneth Lonergan.
Margaret filmi, yönetmen Kenneth Lonergan'ın ikinci sinema filmi.
Amerikan bağımsız sinemacıların biri olan Lonergan'ın daha önce Gangs of Newyork senaryosunda birlikte çalıştığı Martin Scorsese'den aldığı destek ile bu filmin gösterime girebildiği söylenenler arasında. 2011'de vizyona girmeyi başaran Margaret filminin, aslında 2005 kasım ayında çekimleri tamamlanmış. Ancak yapım şirketi yönetmen anlaşmazlığı yüzünden, sinemalarda gösterimi 6 sene uzamış. Film ilk önce 180 dakika olarak çekilmiş ve sonradan 150 dakika olarak kısaltılmış.
Sydney Pollack ve 2008 yılında kaybettiğimiz ünlü yönetmen Anthony Minghella'nın da yapımcıları arasında bulunduğu film gösterime girmesinin bu kadar zor olmasının aksine, insanı kolaylıkla içine alan inandıran bir akışa sahip.
Geniş oyuncu kadrosunu ilk duyduğumda, yine toplama kampı gibi, sığ karakterlerin ve herkesin bir araya gelip hiçbirşeye imza atamayacakları bir başarısızlıkla karşılacağımı sanmış olsam da, beş dakikalık rollerden, filmin ana karakterlerine kadar herkesin gayet yerinde inandırıcı ve sınırlarını zorlayarak oynadığını söyleyebilirim.
  Matt Damon, Mark Ruffalo, Jean Reno, Kieran Culkin, John Galleghar Jr., Matthew Broderick, Anna Paquin, Allison Janney, Rosemarie DeWitt...vs

13 Şubat 2013 Çarşamba

seni öldürmeyen şey basitçe seni bir yabancı kılar


Heath Ledger 2006 yılında Rolling Stones dergisine verdiği röportajda "Film endüstrisindeki pek çok aktörün problemi aynı... Hepimiz harika olduğumuzu düşünüyoruz, biliyor musun? Ve yüzde doksan sekizimiz berbatız. Ve kendimizi geliştirmeden önce bunu fark etmemiz gerekiyor" demişti. 
Kariyerine televizyon filmleriyle başlayan Heath'in ismi ise Uğultulu Tepeler romanındaki ana karakterlerden birinden geliyordu. İsmine yakışır bir şekilde şekillenmişti kendisi de sanki, aksi, uyumsuz ve dikkafalı..
Belki de o yüzden kendine bir çok gençlik filmleri için rol teklifi gittiğinde, yine verdiği bir röportajda 
"Kendimi bir şişe kola gibi hissetmeye başlamıştım. Ve çevremde beni popüler bir şişe haline getirmek için pazarlama dolapları dönüyordu. Ve bilirsin, kolanın tadı b.k gibidir. Ama her yerde posterleri vardır, o yüzden insanlar satın alır. İşte ben de b.k gibi bir tadım varmış ve sebepsiz yere satın alınıyormuşum gibi hissediyordum"
Şeklinde röportaj vermesi kimseyi şaşırtmamıştı 
Christopher Nolan'ın Joker için tartışmasız tek düşündüğü kişi olan Heath Ledger'ın ölümden sonra Akademi ödülü kazanan ikinci aktör olarak sinema tarihine geçmesi, bazı spekülasyonlara yol açsa da, filmi izleyen herkes, Jokere değişik bir yorum kazandıran ve kalburüstü bir oyunculuk sergileyen Ledger'a  hayran olmuştu.
Heath Ledger'ın uyku probleminin de bu döneme denk gelmesi kimilerine göre bir tesadüf değildi. Rolü için insanüstü bir çabayla çalışan Ledger'in sizofrenik bir karakteri oynamasının ölümüyle alakası olduğunun dedikoduları bir çok kişiyi inandırmıştı da. Ama tüm bunlara rağmen takipçilerinin aklında yine Joker rolü için 'hayatı boyunca en çok eğlendiği ve özgür kaldığı rol olması' yorumu kalmıştı.

Hem İskoç hem İrlanda menşeili olan Ledger, kızına, anlamı bir çeşit kutsallık olan ismi verirken, Luc Besson'un en iyi filmlerinden ve sinema tarihinin en iyi karakterlerinden biri olan, Portman'ın hayat verdiği Mathilda'yı seçmişti. Mathilda'nın 18 yaşına bastığı zaman, hem babasının kazandığı oscar heykelciğini almaya hak kazanacağını, hem de babası gibi iyi bir oyuncu olabileceğini şimdiden hayal edebiliyorum.

Çok fazla düşünen, bazen kafasındaki çoğu düşüncenin önüne geçemediğini söyleyen Ledger'in yatak odasında, çıplak bir şekilde masörü tarafından ölü olarak bulunmasının haberini televizyondan ilk duyduğumda, olduğum yerde ilk önce ayağa kalktığımı, sonra tekrar oturduğumu sonra bu şaka olmalı diye düşündüğümü, ve çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Çünkü bir süredir takip etmeye başladığım Ledger, yalnızca en sevdiğim yönetmen olan Nolan'ın yine en sevdiğim çizgi roman uyarlaması olan Batman'de Joker'i oynamamıştı, Ledger aynı zamanda sinema tarihinin en iyi aşk filmlerinden birinde, hem de oldukça inandırıcı ve etkileyici bir şekilde Ennis Del Mar'a hayat vermişti.
Candy, Lords of Dogtown, I'm not There'deki performansıyla zaten doğru bir yolda olduğunun sinyallerini veren Ledger'in gelecekte en iyi aktörler arasında yer alacağına ve gerçekten bir çığır açacağına o kadar çok inanıyordum ki, yaşadığım hayal kırıklığı biraz da izlemekten yoksun kalacağımız o benzersiz oyunculuğu yüzündendi.
Hala da biraz öyle.

Sanırım Inglorious Basterds'da Christoph Waltz'u ve  TheFighter'da Christian Bale'i izlerken aklıma gelen hissin aynısıydı, The Dark Knight'ta Heath Ledger'ı izlemek başka bir şeye benzemiyordu. Ondan öncekilere fark attığını (üzgünüm evet bunlardan birisi gerçekten Jack Nicholson) ve bambaşka bir tarzı perdeye taşıdığını ve bunun aslında ne kadar zor oluduğunu hissediyordum. O en iyi şekilde vücut dilini kullandığında ben perdenin karşısında mest oluyordum. Ve yine film bittiğinde çok konuşulacak ve asla unutulmayacak bir performans sergilediğinin farkındaydım.
İşte bunun için genç yaşta onu kaybetmek bana çok üzücü gelmişti. Çünkü bazen filmleri izlerken, içlerine giriyorum. Böyle o kaldırımlarda yürüdüğümü, o bar taburesinde oturduğumu, aldatıldığımı veya ölmek üzere olduğumu sanıyorum. Heath Ledger'ı izlerken, sanki köşe başında oturmuşum ve dünya ile başka hiçbir iletişimim kalmamış gibiydi. Yüzüm gülerek, nabzım artarak izlediğim sahnelerinde her an biraz daha heyecanlanıyordum. Yazık oldu..


Bugün onun ölüm yıldönümü falan değil. Ama ben şu başlığı öylesine bir yere not ettiğimi fark ettim. Aslında bu başlığın altında, Nolan sinemasıyla ilgili birşeyler yazmak istiyordum ama, Joker'in ağzından dökülen bu repliğin, yine onun hikayesine yakışacağını düşündüm. Çünkü onun hayatı da biraz bu replik gibiydi. Endüstrinin ne kadar içinde olursa olsun hep dışarıda kalmış, dışarıdan bakan ve bazı kuralları anlayamayan bir yabancı gibiydi. Onun oyunculuğunu da özel kılan şeylerden biri belki bu yabancılığıydı.

İnsanın kim olduğu değil, ne yaptığı onu tanımlar..

Heath Ledger'a sevgilerle...

11 Şubat 2013 Pazartesi

işkencecilerin hizmetçi kızından, iktidarın bıçkın delikanlısına...

Kısa notlar olarak geçeceğim, zaten yazıya dökmeye değer bir sonuç göremiyorum.

BAFTA'lar açıklandı.

En iyi film adayı olmayan bu seneki idareten adaylıklar arasında geleneği bozmadan Argo'ya, olanaksızlıklar içindeki çarpık politik duruşta en iyi film ödülü gitti. Tebrikler

Joe Wright'in teatral ve senfonik Anna Karenina uyarlamasını enteresan bir şekilde geçerek yine en iyi İngiliz Filmi olmayı haketmeyen ama kendi çapında iyi bir film olan Skyfall'un ödülü kucaklaması...cabası

İçi boşaltılmış bir filmi en iyi şekilde çeken Ben Affleck'in, iktidar yalakalığında sınır tanımayan en iyi yönetmen ödülüne kavuşması (ilk baftası)

Ben daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim zaten, bu bir yol muhakkak. Nerede ve kimin için birşey olmaya karar vermeleriyle ilgili. Bazıları için.
Bazıları için de birşey olmakla ilgili yalnızca.
Ben Affleck, mahallenin yeni bıçkın delikanlısı, aynı kendi duayenleri gibi nerede olacağına ve kim için olacağına karar vermiş durumda. İyi bir yönetmen olma yolunda küçük ve emin adımlarla yürümektense, ki bence kendinin bu alanda yeteneği var, işleri biraz hızlandırmayı tercih etmiş olabilir. Biz onun daha önceki sansasyonel hayatında da bunu doğrulayıcı davranışlarını hatırlıyoruz tabii. O yüzden hem holivudun içinde olmak, hem de ciddi bir politik duruşa sahip olmak mı istiyorsunuz?? Seçenek sanırım belli.
-Yok öyle birşey
O yüzden bizim sinema hocalarının da defalarca yazdığı şeye geri döneceğim. Evet her zaman içerik önemli. Sinemayı ne için kullandığınızla, sanatı nasıl algıladığınızla ilgili çünkü. Ve Ben Affleck bu çizgide sınıfta kaldı.
Bigelow ise TAMAMEN kendini doğruladı diyebilirim. The Hurt Locker filminde bizim, bomba imha ekibi kisvesi altında Irak'taki Amerikalı askerlerle empati kurmamız yolunda çabalayan Bigelow, bu sefer işi ve muhakkak Savunma Bakanlığı destekli bütçesini biraz daha büyüterek işkenceyi meşrulaştırma görevini üstlendi. 'Bilgiyi almaya giden yolda her türlü muamele mübahtır' sloganıyla başlayan film ilerledikçe, ARAÇ'ın, bilgi karşısında ne kadar değersiz olduğunu kanıtlamak için uğraştı diyebilirim. Binlerce insanın ölmesine neden olan ve gelecekte yine insanların hayatı için tehlike arz eden bir teröristin yakalanması, ilk defa Vietnam askerlerine uygulanmış olan waterboarding* yöntemi işkence ile gerçekleşiyor çünkü. Artık bir insanlık suçu kabul edilen (zor da olsa) işkencenin, haklılığı ve meşruluğunu tartışmaya bile açmıyor film bize. Film daha çok temelde kabul ettiği bu sabit gerçekliğin üzerine inşaa ediliyor. Sinema tarihinin oscar ödüllü ilk kadın yönetmeni ünvanını hakkıyla taşımak için nasıl bir duruşa sahip olması gerektiğini bilmenin yanı sıra, o sert/marjinal/erkeksi çizgisinin altında yatan çarpık idelojinin The Gurdian'dan Naomi Wolf'un da kendi açık mektubunda belirttiği gibi onu zamanı geldiğinde onu hakettiği yere göndereceğini umuyorum.
Naomi Wolf'tan küçük bir alıntı:


Zero Dark Thirty ile kendine farklı bir yer edindin. Filmdeki her sahnede ‘terörle küresel savaşta’ tutuklulara işkence yapılmasını haksız yere meşrulaştırıyorsun. Film, Guantanamo’daki tutuklulara karşı suç işleyen istihbarat ajanlarının hapse girmemesi için çekilmiş, iki saatlik muhteşem bir reklam.
Bin Ladin’in CIA işkenceleriyle elde edilen istihbarat sayesinde bulunduğu filminde iddia ediliyor. Oysa “yarı-belgesel” dediğiniz filmin bu iddiası yalan. 50 yılı kapsayan bilimsel araştırmalar, işkencenin işe yaramadığını gösteriyor.
MEDYA ŞİMDİ ÖVÜYOR AMA: Amerika’ya karanlığın çöktüğü bugünlerde Hollywood seni el üstünde tutuyor, büyük medya kuruluşları seni övüyor. Ama bana kalırsa seçtiğin kariyer yolu, sinemanın bir başka kadın öncüsünü hatırlatıyor: Nazilerin askeri gücünü 1930’lardaki filmlerinde öven Leni Riefenstahl. Sen de Riefenstahl gibi büyük bir sanatçısın. Ama artık işkencecilerin hizmetçi kızı olarak hatırlanacaksın. Amerikalılar bir gün uyanıp rejimin standart yalanlarına senin filminde çanak tutulduğunu görecektir.


ve aslında biraz sevindirici olan diğerleri...

Amour'un en iyi yabancı dilde film
Daniel Day Lewis'in en iyi aktör
Django Unchained'in en iyi senaryo
Emanuella Riva'nın en iyi kadın oyuncu
Christoph Waltz'un yrd oyuncu.... olmasının zaten hali hazırda ellerinde bulunan ödüllerle pek alakası yok bence. O yüzden bunları bir kazanım olarak bile değerlendirmiyorum. 

Ancak bu sene hemen hemen bütün ödülleri Argo'nun toplaması, Zero Dark Thirty gibi beter ve bilinçli bir propaganda ve sömürü filminin büyük ses getirmesi, Bin Ladin belgesellerinin gündeme gelmesi.. İsrail-Suriye-ABD yanısıra olası bir İran işgali böyle usul usul esiyor başımın üstünde. 
E ne diyelim, soğuk savaş dönemlerini anımsatan bir politikayla hareketlenen holivudun, böyle naif tesadüflerle dolu olduğunu, fantastik bir biçimde düşünebiliriz. 
E peki Avrupa bunun neresinde diye sorabiliriz
İngiltere'yi Avrupa olarak kabul etmeyebiliriz.
Farkındaysanız, konu sinema olunca seçenekler de bir hayli artıyor!

İngiltere'nin son on yıllık ödül geçmişine baktığım zaman, inkar edilmez bir tutarlılığa sahip olduğunu söyleyebilirim. 

Asıl ilginç olan durum ise, bu İngilizlerin kendi anadillerindeki seçimlerdeki başarısızlıkları o zaman. Aklıma başka bir şey gelmiyor, çünkü yabancı dilde film ödüllerini, aşağıdaki filmlere verebilmeleri gerçekten enteresan. İkisinden birini anlamadıkları kesin. Ya yabancı dalda film izlemiyorlar, ya da ingilizce bilmiyorlar!  Bir insanın hem Amour'u en iyi film seçmesini, üzerine de Argo'ya oy vermesini başka nasıl açıklayabilirim bilmiyorum.

          Bkz:
Yabancı dilde film ödülleri                                                     En iyi film ödülleri

2013  Amour                                                                                     Argo
2012  La Piel Que Habito                                                                  The Artist
2011  Man Som Hatar Kvinnor                                                         The King's Speech
2010  Un Prophete                                                                             The Hurt Locker
2009  Il y a Longtemps que je'taime                                                   Slumdog Millionaire
2008  Das Leben Der Anderen                                                          Atonement
2007  El Labirente del Fauno                                                             The Queen
2006  De Battre Mon Coeur S'est Arrete                                           Brokeback Mountain
2005  Diarios De Motocicleta                                                            The Aviator
2004  In This World                                                                           Lord Of The Rings
2003  Hable Con Ella                                                                         The Pianist

Şimdi ben demiyorum ki, tüm en iyi film ödülleri kötü filmlere gitmiş, ama hepsinin (biri hariç) ortak bir yanı var, dikkat ederseniz, hepsi oscar yolcusu...
Bir tek 2008 yılında bir şaşkınlık yaşayan saygıdeğer BAFTA jurisi, geleneğini bozmuş ve daha 'bağımsız' bir karar vermiş olabilir ki, bunu doğrulacak şekilde en iyi ingiliz filmi olarak aynı sene, This is England'ı seçmişlerdi...veya.. veyasını düşünmek istemiyorum.

Neyse bu sene izleyemediğim, sonuçlarını oldukça geç öğrendiğim BAFTA da sona erdi. Darısı 24'ünde düzenlenecek olan Oscar'ların başına.
Oscar'a kadar bana daha en az altı yedi film düşer :)
biraz da sinir krizi.




*Cumhuriyet, Nilgün Cerrahoğlu
-Hürriyet haber portalı
-The Gurdian, Naomi Wolf

6 Şubat 2013 Çarşamba

Auf wiedersehen..



Stendhal Sendromu mu.. Bilmem ki, tam emin değilim, yaklaşık olarak.
Abartıyor muyum dersiniz? Tabii ki, ben her zaman her duygumu abartırım zaten. Şimdi neden sakınıyım ki :) Django Unchained. Bu arada yalnızca Tarantino'nun son filmi değil, sanki biraz devam filmi.
Inglorious Basterds ile anlatmaya başladığı hikayeyi devam ettiriyor gibi. Hem de düşmanı kendi silahıyla vuruyor. Film üzerine ilk haberler gelmeye başladığında (bundan 1-1,5 sene önce) arkadaşlar aramızda sohbet ettiğmizde
-zenciden de kovboy olur mu
-neden eski bir filmin üzerinden ....
gibilerinden konuşmalara şahit olmuştum. Tarantino yine anlatacak bir konu bulmuştu ve yine kendi tarzıyla bir ders verecekti. Ben biraz emindim. Zenciden kovboy olur mu, önceden bir kaç kere işlenmiş olsa bile, Jamie Fox'un hayat verdiği Django Freeman, kesinlikle güneyin ırkçı zihniyetine bir cevap gibiydi. At üstünde bir zenci görmeye alışık olmayan tüm o kasabalıların değil, izleyenlerin de biraz ağzı o yüzden açık kaldı.
Kendi üretim ilişkilerinin doğal sonucu olarak köleliğin devamını savunan güneylilerin bu insanlık dışı zihniyetlerini mizahla yeriyor. Biraz da o yüzden, Django'yu linç etmeye hazırlanan bir grup kafatasçı, kafalarına geçirdikleri maskelerden önlerini göremediklerinde bile, sorun olmadığına karar veriyorlar, çünkü atları onları zaten doğru yere götürecekti. Tarantino'nun da usul usul, faşist güruhların gerçekte kimle savaştıklarını bilmeyecek kadar kör ve aslında cahil olduklarını fısıldadığını duyar gibiyim. Bir ara, filmografisinde çok iyi işler yaptığını düşünmediğim Fox'un daha önce benzer bir karakteri oynadığı The Soloist filmine gitti aklım. Hafif agresif, yabancıl ve isyankar bir karakterdi Nathaniel Ayers ( The Soloist) ancak burada Django benim aklıma daha çok Voltaire'in Candide'i getirdi. Sevdiği prensesin peşine düşen ve kovulan ve sürülen ve bir dolu kötü olaya maruz kalan Candide'in dünyalar güzeli prensesi bulma hikayesine.. O da biraz bir yol hikayesiydi. Voltaire'in de dünyaya söylecek tonla sözü vardı zaten hikayede ve ben bir ara o kadar etkilendim ki, filmin ortalarında 'prensesin' yaşadığı malikaneye varıp, Broomhilda'nın cezasını çekmek üzere mahzene kilitlendiğini öğrendiğimde, işte tam orada, o kapalı çelik kapının ardından çıkacak olan kişinin, Django'nun hafızasındakinin aksine, aşırı kilolu, her yeri yara bere içinde, agresif, hafif delirmiş bir halde çıkacağını düşündüm. Biraz korktum açıkcası. Çünkü hikaye ikisinde de aslında aşkı için dünyaları delen, geçen iki adamın hikayesi ve aşklarına 'kavuşması' anlatıyor gibi görünse de, hikayenin kendisi yolla birlikte öğrenilmekte. Django'nun özgür bir insanın ne olduğunu öğrenmesi de bu yol hikayesinden geçiyordu, prensin dünyanın bir saray olmadığını öğrenmesi de. Biri bir prensin diğeri ise bir kölenin hikayesi gibi görünse de, ikisinin o zamana kadar öğrendiği tüm o sığ ezberler, o yol ile değişmeye başlıyordu. Tarantino gerçekten bunu düşünerek mi yazdı hikayeyi bilmiyorum ama, benim gözümde Leibniz'i bir kere daha yere vurdu.
Christoph Waltz, sanırım yeni tanıştığım bu mütiş Avusturyalı oyuncu artık Tarantino'nun daimi kadrosunda. Arada çok kötü bir kaç filmde oynamış olsa da, Soysuzlar Çetesindeki, Carnage (Acımasız Tanrı) daki o üstün performansından sonra şimdi tekrar o soğuk kanlı ve iyi niyetli karakteriyle karşımdaydı. Yüzümdeki gülümsemenin biraz daha yayılmasına neden olanWaltz performansı için diyecek çok şey bulamıyorum.
Ve egosu olmayan bir batı zihniyeti. Hiç çekinmeden ikinci karakterleri oynayabilen Jönler. Filimin ikinci yarısından sonra bile kadraja dahil olsalar, ellerinden gelenin en iyisi yaptıkların görebildikleriniz. Evet Leonardo DiCaprio'dan bahsediyorum. Yalnızca bir yan karakteri değil, aynı zamanda kötü adamı oynuyor ve hazin sonu yavaş yavaş örülen Calvin Candie'ye can veriyor. Görgüsüz bir fransız özentisi, tek kelime fransızca bilmese de kendine mösyö demenizi istiyor. Yine yerinde mimikleri, bazen ürkütücü fevriliği, sanki izleyici perdede gün be gün onun ne kadar iyiye gittiğini çıplak gözle izliyor gibi hissediyor. Tarantino'un onu seçmesinde bir neden olduğunu zaten biliyordum, ama benim bile düşündüğümden iyi oynamış diyebilirim. Ve Samuel Jackson tabii. Aslında onun filmdeki adı, kralcı. Hitler faşizminin yaşandığı yıllarda, bilimde de bu zihniyetin nasıl hakim olduğunu okumuştum. Bilimin her alanında. Biyoloji dahil. Ötekilerin (azınlıkların) üstün beyaz ırktan daha düşük seviyede olduklarını ispat etmek için genetiği bile kullanmışlardı. Bugünlerde yalnızca gülüp geçtiğimiz bu bilgilerin, bir zamanların eğitim salonlarında yankılanması ne kadar acıklı olsa da, teslimiyet duygusuyla ilgili Candie'nin yaptığı konuşma gerçekten duymazdan gelinecek gibi değildi. Çünkü ben buna gerçekten inanıyorum. Hayır insanların kaderlerinin kafataslarına şekille yazıldığına değil. Veya ırkların değişik genetik kodlarının olmasıyla da alakası yok. Ama toplumsal evrimin, insan hareketlerini nasıl belirlediğini görebiliyorum. O yüzden o kadar çoğunluk oldukları yerlerde bile o kadar zenci isyan etmedi, o kadar yıl, hizmetçi, köle vs olarak kullanılmaya devam etti. Kimse patronunun boğazını bir usturayla kesmedi. Hatta yalnızca kendileri başbaşa kaldıklarında bile. Bu itaat etme meselesiydi. Bir düzenin içinde yer alma hissi gibi. Belki biri bir taş atana kadar devam edecekti. Etti de. Ve kralcılar, karşıma çıktıkları her yerde kraldan daha çok nefret ettiklerimdi. Bu yaşananları artık olağanlaştırma ve insanları tepkisizleştirme politikası her zaman işe yarardı çünkü. Tarantino biraz da bunu gözümüze soktu. O yüzden artık köle olmayan bir zenciden, tüm film boyunca en çok nefret eden kişinin kıdemli bir zenci olması, hiç de ironik değildi.
Olağan şüphelileri anımsatan bir baston atma sahnesinde S. Jackson'ın (kıdemli zencinin) hala diretmesi ve o ezik, şaşkın havasından sıyrılıp, belki maskesini çıkarması ama ne olursa olsun hala beyaz patronuna karşı olan kör kütük bağlılığı..
Filmin sonuna yine biraz kendi imzasını atmaya bayılan Tarantino'nun üç dakikalık rolünün sonunda kendini havaya uçurtması :)
Son sahnede Red Kit'in gölgesi..erkeğin kapıyı kırarak içeri girip kadını kurtarması...westernlerin iyi sonları gibi.
Müzikler, görsel ile birleştiklerinde daha da anlam kazanan, kusursuzlaşan film müzikleri..
Kuzey yıldızı tabii ki, biraz astronomiden anlayan herkesin bilmesi gereken. Başka bir zihniyetin hakim olduğu bir dünyaya gitmek istermisiniz, eğer onu takip edebilirseniz...
Ve her Alman efsanesinde bir dağın olması
Ve her şeyin her zaman bir bedeli olması..
Ve Alexandre Dumas'nın zenci olması
Yalnızca filmin anlattıklarının küçük bir bölümü bunlar...
Her klişeyi yerinde kullanarak güzel bir mizah yaratmış Tarantino..Aslında üzerine denecek çok da şey yok..

Auf wiedersehen  :)

3 Şubat 2013 Pazar

dardenne / loach..ötekilerin hikayeleri

Hiç durmadan haraket halindeki bir trene, herhangi bir duraktan binip, herhangi bir durakta inmek gibi Dardenne sineması. Adeta izleyiciyi kahramanlarının hayatlarına bir süreliğine misafir ediyor. Hikayenin nasıl oraya geldiğini hiç bilmeden başlıyoruz ve nihai sona ulaşmadan vedalaşıyoruz gibi. Romantik bir gerçekçilik değil kardeşlerin beyaz perdeye döktükleri, daha çok çıplak gerçekleri kesit kesit, empati kurmanızı ise mümkün olduğunca imkansızlaştırarak belgelemek gibi. Kimseyi tam anlamıyla sevilebilir olarak çizmemelerinin de bir nedeni vardır muhakkak. Yoksa iş arkadaşını ölüme terk etmekte tereddüt eden bir Rossetta, kendi öz çocuğunu satmak da tereddüt etmeyen bir Bruno, ona yardımcı olmaya çalışan eşini öldürmeyi kabul etmiş görünen Lorna, kolayca suça dahil olabilen Cyril.. Kimse tam anlamıyla iyi veya kötü değil. Nasıl oraya geldiklerini ve kamerayı kapattığı anda nasıl devam ettiğini bilmemiz neredeyse imkansız. Ancak hepsinin bir derdi var. Ne olmak istemediğini çok iyi bilen ve bir iş bularak içinde bulunduğu dünyadan soyutlanabileceğine inanan Rosetta'nın, tek dayanağı bisikleti olan ve inatla artık onu istemeyen babasının peşinden giden Cyril'in, oturum almak için bir yabancıyla evlenen Lorna'nın, hırsızlıkla geçinen çocuk Bruno'nun.. Aslında hepsi bir hayata tutunma mücadelesi. Tutunamamalarının hikayesi. Sokakta görmezden geldiğimiz insanların hayatlarının yansıması sanki. Aynı bir belgesel gibi. Asla onların oraya nasıl geldiğini bilmiyoruz. Çıplak gözle izlemek gibi. Bir anlarına şahit olmamızı istiyor kardeşler ve o anlarını bize anlatmakla yetiniyorlar besbelli.
İngiliz sinemasının hatırı sayılır isimlerinden biri olan Ken Loach'un aksine Dardenne kardeşler (ki genel olarak aynı sınıfı anlatmayı tercih ediyorlar) hikayenin daha karanlık yüzünü, sizin aslında içine girmenizi engelleyerek sizi içine almayı başaran bir sinema diline sahipler. Ken Loach'un yeri geldiğinde gözlerinizi yaşartacak kadar samimi ve duygulu anlatımının aksine, Dardenne kardeşler mesafeli durmayı tercih ediyorlar.
İşte bu bakışaçıları, var olma arayışındaki kadınların, erkeklerin veya çocukların hikayesini anlatan bu iki sinemacının temel farkını belirliyor. Ken Loach ne olursa olsun burjuvaziye bir ders verme niyetinde ve kesinlikle izleyiciye her zaman sorgulayacak bir malzeme verirken, Dardenne kardeşler aynı malzemeyi mümkün olduğunca uzağınıza koyup yalnızca idrak etmenizi istiyor gibiler.
Genelde toplumun köşesine itilmiş, karanlık yüzlerini ve ötekilerini anlatmayı tercih eden iki sinemacının farkı da işte tam burada yatıyor. İngiliz yönetmen Ken Loach sınıfın oraya gelişini de irdelerken ötekilerin yalnızca varlıklarını duyurmanın derdinde olmadığı aşikar. Ken Loach sinemasıyla hiç kuşkusuz politik bir mücadele de veriyor. İngiliz sömürgesini aslında dünya sömürgesinin bir dili olarak kullanarak yererken, ingiliz işçi sınıfını veya işsizlerini, İrlanda problemeni tüm çıplaklığıyla perdeye taşımaya çalışıyor. Belçikalı Dardenne kardeşler ise, yine kendi ülkeleri olan Belçika'ya dair anlattıkları hayatlar, bir kenara itilmiş ancak hikayenin oraya nasıl geldiği belirsiz, suça meyilli ancak anlatacak bir hikayesi ve aslında bir noktada haklı sebepleri olan, toplum tarafından dışlanmış, bir bakıma yine toplumun anormalleri olan insanların anormalleri olmama mücadelesini biraz daha mesafeli olarak izleyiciye sunuyor.
Ken Loach politik tavrını ortaya koyup, hiç çekindemeden propogandasını yaparken, sistemin çarklarının insanı nasıl içine aldığını ve ahlaksızlaştırdığını açık ve sivri bir dille, gözünüzün içine soka soka anlatırken, Dardenne kardeşler bu işi biraz da izleycinin kendine bırakıyor.
İki yönetmenin ortak olan yönleri ise, basit insanların hikayelerini anlatmaları. Abartıları olmayan, her an karşılaşabileceğiniz çoğunluğun içinde kaybolan ve çoğu zaman gözümüze çarpmayanların hikayelerini anlatmaları. İki yönetmen de karakterleri oluştururken onları kahramanlaştırmaktan ve yüceltmekten mümkün olduğunca uzak duruyorlar diyebilirim. Kırılmış ve zarar görmüş karakterlerin basit hikayelerini anlatmayı tercih ediyorlar.
Ülkelerinin önemli sinemacıları arasında olan bu iki yönetmenin de kendilerine has bir dilleri ve kendilerine has mücadele yöntemleri var. Bildiğiniz doğruları yıkıp, yerine öyle veya böyle sorgulanabilecek gerçekleri koymanın derdinde olan bu iki yönetmenin filmografisinden izlediklerimi aşağıda bulabilirsiniz. Ben ikisini de ayrı ayrı takip etmenizi ve filmlerini kaçırmamanızı öneririm.

Küçük bir dipnot olarak: Ken Loach, bu seneki Torino Film Festivalinin kendisine verilen ömürboyu başarı ödülünü, festival çalışanlarının (temizlik ve güvenlik işçilerinin) taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmaya başlanmasından dolayı reddettiğini açıkladı.

Ken Loach
-Land And Freedom (Ülke ve Özgürlük)

-My Name Is Joe (Benim Adım Joe)

-Sweet Sixteen (Afili Delikanlı)

-Ae Fond Kiss (Duygudan da Öte)

-The Wind That Shakes The Barley (Özgürlük Rüzgarı)

-It's A Free World (İşte Özgür Dünya)

-The Angel's Share (Meleklerin Payı)





Jean Pierre Dardenne / Luc Dardenne

-Rosetta

-L'enfant (Çocuk)

-Le Silence De Lorna (Lorna'nın Sessizliği)

-Le Gamin Au Velo (Bisikletli Çocuk)


*Imdb'deki sayfalarından tüm filmografilerini bulabilirsiniz.

*Bu listeler yalnızca şu ana kadar izlediklerimden oluşmuştur.