29 Ocak 2013 Salı

şehri istanbul

eski istanbul resimleri
İnsan hayatında unutulmayacak bir dönem tabii. Çocukluk. En temiz, en heyecanlı ve saf duyguların saklı olduğu bir dönem. Ben de biraz çocukluğumun mahallelerine dönecektim, biraz o eskimiş kaldırım taşlarına, çatapat kokusuna, kız kaçırana, mahalle maçlarına, üzerine aşkımızı kazıdığımız ağaçlara, kafamıza düşen dutlara, piknik alanlarımıza, el örgüsü kazaklarımıza, fosforlu taytlarımıza, dolma saçlarımıza, boğaz turlarımıza, martı seslerine .....
İstanbul tabii, benim haddime değil aşkını anlatmak. Tüm yazarlara, ressamlara, bir çok sanatçıya konu olmuş bir şehir. Herkesin bir gün terk etmeyi planladığı ama herkesin geldiği bir şehir, ömrünü geçirdiği bir nevi bir ömür bu şehir.  Beykoz çamlıca tepeleri, boğaz sırtları...hatırladığım kadarıyla yeşildi o zamanlar. Koruma altında ormanlıklarımız, imar yasaklı arsalarımız...derken
çocukluğumuz sona erdi tabii.
bir sabah uyandığımızda köprü üstüne köprü kurulması planları, yalnızca arnavutköy sakinlerini değil, yüz yılık tarihi binaları ve ormanlık alanları tehdit ederken bulduk
İstanbul'un simgesi haline gelmiş 100 yıllık Kadıköy Haydarpaşa Garını yanarken
Tarihi Mısır Çarşısını alevler içinde bulduk
Ve 150 yıllık Maarif Nazareti, Cağaloğulunda tüm arşiviyle birlikte gözümüzün önünde yok oldu
Fatih Çemberlitaş'ta Belediye binası olarak kullanılan tarihi binadaki alevler çatıyı sardı ve kül oldu
1909'da yanan Çırağan Sarayını, 90 yıl sonra restarosyan adına otele çevirdmelerini, yine yalnızca seyrettik
ve şimdi en son, Galatasaray Üniversitesini da alveler içinde bulduk.
Bir sabah uyandığımızda ne çok şey değişmişti hayatta. Yine tez canlı bizlerin balık hafızasında yer etmeyecek üç beş büyük değişim daha.
Para getirecek şeye yatırım yapılıyor tabii.
Geleceğe
Gelecek neyi örgütlüyorsa, neyi buyuruyorsa senin temsili iktidarın yüzünü oraya dönecek tabii ki.
Düşününce, tarihin üstüne otopark yapılacak, alışveriş merkezi veya otel ha hiç olmadı eğlence merkezi kurulacak diye hayıflanıyoruz,  dövünüyoruz. Küçük küçük çığlıklar atıyoruz ya..
bence çok da şaşırmamak lazım
Ağaoğlu'nun resmini görüyor gibi oluyorum, kafasının üstünde bir konuşma baloncuğu "Hangi ağaç"
Ağaoğlu inşaat
TaşYapı
Artaş İnşaat
İnananlar, Dumankaya, Sur Yapı, Han Yapı, Ada Yapı.. derken bir ülkenin büyümesi inşaat sektörünün gelişmesine bakıyor. Ne kadar çok konut yaparsanız o kadar gelişmişsiniz demektir. Algı böyle. Bunun için arazi gerekli, arazi yasasının üstünde, ve tarihi anıtlarımız, anıtlar kurulunun altında.
Ya yakarak yayılacak bir sektör bu ya yıkarak.
Tarihe ihtiyacımız olmadığı için tarihi, oksijene ihtiyacımız olmadığından ağaçları yakıyorlar. Yaşanacak alanları yok ederek, hepsi birbirine benzeyen, ne mimarlıkla ne estetikle ilgisi olmayan, soyutlanmış şehirlere çeviriyorlar. İçinde yaşayın diyorlar 'yaşamak' kelimesinin içini boşaltarak.
Sonra da özlemle İstanbul'un eskimiş resimlerine bakarken buluyorsunuz kendinizi ve yine burayı terk etmek lazım diyorsunuz. Çok büyük ihtimal burada öleceğinizi bile bile. Bir tür aşk bu biliyorum. Şehir aşkı, ama siz gitmeden şehir bizi terk ediyor ya, cidden çok acı..

ay lav yu, nat :)

Küçük bir park gezisi yapıyorsunuz. İki tarafı ağaçlı bir yol. Hafif bir meltem yüzünüzü yalıyor ve kuş sesleri. İsimlerini dahi bilmediğiniz o kuşların cıvıltarıları değiyor kulağınıza. Bulutların arasından ara sıra kendini gösteren bir güneş. Aslında tam olarak bir bahar havası. Ve aşk en çok bahara yakışıyor. Biliyorsunuz.
Ama gerçekte aşkın ne demek olduğunu biliyor mu insan? Olası tabii. Gelincik tarlasında uçuşan bir kelebek misali. Bir tek o kırmızı hafif yaprağına değdiğinde dökülmez ya, belki çoğu zaman hoyratça kullanmışsınızdır. Elinizdekini. Bu da olası. Çünkü aşk yeri geldiğinde bir çama dönüşebilir ve o gelinciğin kırmızı yaprağı bir kaktüsün dikenli gövdesine yapışabilir. Önemli değil, önemli olan zamanlamayla ilgilidir çünkü çoğu zaman. Kayaya çarptığınız zamanlar da, kuş gibi olduğunuz zamanlarda olacaktır tabii. Aşkın hoyratlığı, naifliği, bir bakıma her şeyi taşıyabildiği bir zaman aralığı da. Eğer doğrusuna ilişebiliyorsanız. Yoksa aşk kisvesi altında başka yaşananlar var çoğu zaman. Her şeyi duymak ile görmek arasında bazen duymaktan bazen görmekten yanayım ben. Çünkü ikisinin de ayrı ayrı insanı kandırdığı zamanlara defalarca şahit oldum açıkcası. Ama ikisini birlikte yaşadığında kandırılıyorsan eğer iyi düşünmek lazım. Mesele parmak uçlarında süzülerek ne kadar yürüyebileceğindir de aşk, veya ayak tabanların yere vura vura ne kadar dayanabileceğin de. Ama hayat bir pembe sahne değil kabul ediyorum. Ve kelebekler yalnızca şekil değiştiren birer organizma değiller, bir de erken ölürler. Mesela üçbeş günde. Peki bu hayatta bir çok hayal kırıklığına şahit olmuş insanlar ne yapmalılar o zaman. Kendi kuytu köşelerine çekilip saklanmak bir çözüm. Bir de köşelerden sivrilmek var tabii. Kendileri için. Hayalleri insanları ayakta tutan yegane şey değil muhakkak. Bir de hayal edebilecek bir dünyayı bilmek, görmek gerek. Yaşadığın her anı başka bir ana yakıştırmak değil, veya başkalarının yalan anlarını çalmak da değil. Aslında tüm o nobranlığına ve inkarına rağmen mesela kendin halihazırda reddettiğin romantik komedilerin bir parçası olabilirsin demek istiyorum. Neden olmasın ki? Bir kadını belinden sarıp hızla yatağa çarpıp, sonra yükselmek olsa herkesin tek derdi, iktidarsızlığın sularında yüzmüyorsan eğer, cebinde. Veya yalnızca bir adamın sahte parasından menfaatlenmekse koca bir yalanın içinde, alışveriş merkezindeki o asılı sahte gülümsemen neden geceleri kayboluyor dersin ve birbirlerinin gözlerinin içine dahi bakamayan çiftler, yalnızca kanaat ettiklerini biliyorum. Ve aslında çoğu zaman herkesin derdinin ve isteğinin aynı şey olduğunu da. Sıkıldıklarını, ben de çok sıkıldım zamanında, bıktığınızı, ve gizli gizli kimseler görmeden, ve asla belli etmeden iyi birşey gördüğünüzde (gördüklerinde) kıskanarak, imrenerek baktıklarını.
İstemem yan cebime koylar bir nevi...
Alışkanlığın sıkıcı ve anlamsız sularında boğulmak bir çare tabii. Değişmek ve değiştirmek zor olan biliyorum. ben bunu biliyorum da insanlar neden bu kadar korkak ve hak ettikleri gibi çaresiz onu anlayamıyorum aslında. İstemiyorsan gitmeyi bileceksin bence. İstemiyorsa da dönmeyi. Gidemiyorsan çabalamayı ama gitmek isteyip de kalanlar hiç bana göre değil. Ve bir tek istemeden gidenlere inanmıyorum ben. İşte o pembe sahnenin yalan dünyası orada netleşiyor. Kimse istemeden gitmez. Kimse severken terk etmez. Bu bilgi kesin. Bir türk filminin arabesk bir sahnesini çevirmiyorsan eğer ve gizli bir "tekerlekli sandalyeye" mahkun değilsen o büyük onurun için..sevdiğini geride bırakıp mağrur mağrur gidemezsin.

Aslında aşk en sevdiğim film sahneleri gibidir en başta. Hayatına yalnız kalmamak için birini almamışsan eğer, aşk tüm sahnelerin toplamından daha çok heyecanlandırabilir seni. Mesela gerçekten bir çuval bezelyenin içine elini daldırdığında hissettiğin duyguya dönüşebilir veya şehrin en güzel parkında bir banka uzanmışsın gibi hissedebilirsin ve koşarak çığlkılar attığın gecenin karanlığını sesinle yırtabilirsin veya yalnızca herhangi bir mevsimde saçının rüzgarda dans etmesi gibi ve yalnızca bir balo salonunda vals yapmak gibi, parmak uçlarında uçtuğunu zannedebilirsin, ve alaskanın en soğuğunda içini ısıtabilirsin, ertesi gün okula gitmek için bir nedeninin olması gibi, bir telefon kulubesinde onun gizlice sesini dinlemek sanki ve bir kum fırtanasında yalnız ona ulaşacağıını bilmek, afrikanın çorak topraklarında bir nehir olmak mesela ve empire state'in en tepesine çıkmak veya eyfel kulesinde sıcak şarap içmek veya beyrut sokaklarında gezmek, bazen austen'in romanıın içine girmek veya khaled husseini'den çıkmak ve ece temelkuran olmak mesela ve hayatının rüzgar gibi geçmesi, casablanka'nın herhangi bir barında ve babil'de bir otobüs seyahati ve batan bir gemiden kurtulan tek kişi olabilirsin, ve üzerine bir çimento yığını dökebilirler, ayrı zamanlarda, ayrı hayatlarda bile olabilirsin... hayal etmen yeterli ve sen gerçekten onun gözlerinin içine baktığında bilirsin ya, artık hiçbir şey bilmediğini hani :) bazen bırakmak yeter kendini, hayatın akışına, savrularak sana geleceğini bilmek, zaten senin olduğunu bilmek gibidir.
Ve aşk gecicidir. Ağzında yarım kalmış acı bir tat bırakma ihtimali yüksektir.
Yine de tüm rağmenlerinden daha güçlüdür.
Kendi çocuğundan bile daha çok sevdiğini haykıracağın kadar, ağzından tükürükler saçarak kendini parçalayacağın, bileğini dikey keseceğin kadar gerçektir.

*bir sonraki yazılarımın herhangi birinde ölmeden önce izlenmesi gereken romantik film listesini yapacağım şu an karar verdim. Romantizm iyidir :) sevgiyle kalın arkadaşlar..

28 Ocak 2013 Pazartesi

güzel bir gün olsun


Günün nasıl geçeceğine dair iki ihtimal vardır, çoğu zaman. Ya sağ tarafından kalkacaksın yatağın ya sol.
Bugün yataktan kalkmayacağım gibi bir seçenek yok sanırım veya düşündükçe çıkarmaya çalıştığın başka ihtimaller de. Ortalama olan birşeyden bahsediyorum ben.
Bugün yatağın neresinden kalktığımın bir önemi yok benim için. Çünkü her şey yolunda gitti. Tüm sıkıntılı yatışıma ve gece boyunca defalarca uyanmama rağmen.. Bugün acaba her güne bir şarkı mı adasam diye düşündüm. Vazgeçtim. Şarkılarla, daha doğrusu müzikle aram çok iyi değildir benim. Bir anlık gaza gelmiş olabilirim. Veya Sting'in Until o kadar güzel hissettirdi ki...Yalnızca sabahla ilgili değil, bir de şarkıyla ilgili hayal kurdurdu bana. Evet doğru dün gece yatmadan önce bilmem kaçıncı kere Kate and Leopald'ı izledim. Yani geceyi bir romantik komediyle kapatmış olabilirim. Ve belki o yüzden bugüne ve sabaha Until ile başladım ve yürürken, Zincirlikuyunun o ortalama binalarının arasında, yüzüme falan öyle ılık bir rüzgar da vurmuyordu üstelik, tam tersi hava ayazdı ve burnum donuyordu, öyle NewYork sokaklarında olduğumu hayal ettim. Bilmem kaçıncı cadde...
 Şehirlerin karar vermesi gerekir bence. Ya geleneksel ya modern olmaya. Bizim İstanbul böyle ortada sıkışmış kalmış gibi. Orta katlı binaları, yarısı başka renk binaları, güneş görmeyen yüzü daha solmuş binaları, çatlamış, sıvası dökülmüş, balkon  demirleri yamulmuş binaları, binaların üstünde eskimiş tabelaları, düşecekmiş gibi duran klima aparetleri, isli perdeleri, o binaların pencerelerinden yaşamı seçmek mucizevi birşey bence. Tabii bu herhangi bir pazartesi sabahında Zincirlikuyu dolaylarında yaşananlar. Asık suratlı insanlar, belki onlar her yerde asık suratlılar, ihtimal tabii, o yüzden bugün yürürken insanların suratlarına bakmadım, daha çok binaları izledim. Sonra baktım ki olmayacak böyle, kulağımdaki ses başka fısıldıyor, şehir başka bir yerde, ben de o yüzden NewYork'ta olmayı hayal ettim. On yıllık vizemin hali hazırda üç senesini heba ettiğim halde, her sene o yaz gitmeye karar verdiğim Newyork benim için belki olduğu bir çok şeyin ötesinde filmlerimin şehri. An affair to remember'ı izledikten sonra nasıl Empire State'e çıkıp hayatımın aşkıyla tanışmaya karar verdiysem eğer ( o zaman on yıldır tanıdığım sevgilim, sevgilim değildi tabii :)) dün de faytona binmeye karar verdim. Hayır büyük adada falan değil. Newyork'un göbeğinde beni central park'ta gezdirmek üzere bekleyen faytonlardan birine ;)
Neyse filmlerin benim üzerimde etkisi büyük. Bunu inkar etmiyorum.
İzlemediğim romantik komedi yoktur sanırım.
Bir de diğer tarafta romantik dramlar var.
O sizin sabahın köründe zincirlikuyuda yürürken newyorkta olduğunuzu düşünmenizi imkansızlaştıranlardan.
O izledikten sonra narin bünyenizde küçük küçük elektroşok  etkisi yaratanlardan bahsediyorum. Tüm Meg Ryan filmlerinin toplam Breakfast at Tiffany's ve Pride and Prejudice göndermelerinin aksine, mutlu sonlarının ve umutlarının aksine sizi tokatlayan ve drama yönü ağır basanlardan bahsediyorum.
Tabii ki ben dün durduk yere Kate and Leopald'ı izlemedim tabii.
Laurence Anyways'i hızlandırılmış olarak bünyemden çıkarmam lazımdı. Yoksa film bittikten sonra tekrar tekrar bir kaç sahneyi başa almaktan kendimi alamıyordum.
Ben de böyle histerik biçimde ağlama ve hayal kırıklığına uğrama hissi yaratan bir kaç tane film var (yalnızca romantiklerden bahsediyorum şu anda)
Hislerim anlık duruma bağlı olarak da algılanabilir, benim küçük zihnimin algısıyla da..
Age of Innocence, Michelle Pfeiffer'in iskele sahnesinde, elinde şemsiyeyle beklediği sahne. Ve en son Daniel Day Lewis'in, onun evinin önündeki banka oturması ve pencerenin açılmasını beklemesi.
Benim favorim olan The Way We Were. Oradaki Barbra Streisand, tüm izlediğim onca karakter arasında kendime en yakın gördüğüm oldu. Tüm tepkileri, heyecanı, çıkışları ile, dik kafalılığı, pişmanlığı, telafi çabaları arasında o dengesiz ve rahatsız edici tavırları. Televizyondaki yansımamı izliyormuşum gibi. O çaresiz duruma düştükçe, ben yaptıklarımı anlıyormuşum gibi, kendimi sanki dışarıdan izliyormuşum gibi hissetmiştim. Ve hala o final sahnesindeki olgunluğa gelememiş ben...
Conversations with other Women. Vazgeçmenin soğukluğu. Vazgeçmenin gerçekliği üzerime çökmüştü.
500 Days of Summer, film açılışın sekansında söylediği gibi bu bir aşk hikayesi değildi. Bu bir kabul etmeydi. Neden bazen gidenlerle ilgili takıntılı bir biçimde başka açıklamalar bekleriz veya çalmayan telefonlarla ilgilı. Aslında olan çok basit. O yalnızca sizi artık sevmiyor, istemiyor, vazgeçti. Kabul edin...gibi. Sen hayatının aşkını bulduğunu düşünürken, onun hayatının aşkının başkası olması demek, bunun hayatının aşkı olmadığı anlamına gelir. Çok basit. Yanılmışsın :) demek ki.
Ve dün Laurence Anyways, birini sevmen için ne gerekli. İlk önce dürütçe yaşamak zorundaysan ve olduğun gibi sevilmek istiyorsan ya bunların bedeli... aslında üzerinde çok durmak istemiyorum.
Romantik dramları seviyorum.
Romantik komedileri de. Aslında en çok romantik komedileri seviyorum. Beni mutlu ettikleri için. Biraz da umut verdikleri için.
Sanatı düşündüm bu sabah biraz.
Sanat umut vermeli, iyi hissetirmeli. Bütün sanat kolları için söylüyorum. Yoksa size kendinizi kötü hissetirecek, sizi depresyona sokacak ve yalnızca herhangi bir karanlıkta boğulmanızı sağlayacak bir üretim değil bu. Çünkü dramaların da olsa veya tüm biyografilerin, hepsinin sonunda size başka bir yol daha gösterir. Veya hayatta kalmanız için bir neden. Farklı bir bakışaçısı. Veya görmeyi inkar ettiğiniz, başkalarının gerçeklerini, mücadelelerini, savaşmak için bir neden verir sanat. Resimde başka bir renk görmek gibi, edebiyatta yeni bir kelime, şiirde bir düzen, fotoğrafta bir kare, sinemada bir sahne size iyi gelebilmeli. Yoksa
hayatın kendisi zaten depresif ve engebeli. Yani insanlar.
Biraz gülümsemeye ihtiyacım olduğunda o yüzden yürlerce kere izlediğim şeyleri tekrarlıyorum. Sonunu bilmek değil burada sorun. Çünkü sonunu bilmediğin şey hayatın kendisiyle ilgili yeterince. Sanat kötülüğün kendisini bile anlatsa, içinde biraz umut ışığı olmalı bence. Nitekim de öyle..
Sting'den Until'i dinleyin..

27 Ocak 2013 Pazar

Laurence Anyways

-Seninle ilk tanıştığımız zaman çok farklı birşey yaşayacağımı biliyordum zaten..

Fred, Laurence ile tanışıyor ve aşık oluyorlar. Laurence ona kendiyle ilgili gerçeği ilk gün söylemek üzereymiş halbuki, vazgeçmiş. Biz filmin sonuna gelmeden bunu bilmiyoruz.
Laurence'ın hep bir yalanın parçası olduğunu ve gerçek manada mutlu olmadığını bilmiyoruz. Biz hep kahkaha aralıklarında gerçek bir aşkın fotoğrafını izliyoruz. Keza aşk zaten gerçek. 
Ta ki Laurence öleceğini fark edene kadar. Biraz daha o yalanla yaşamaya devam edemiyor artık.
Bu beden, bu penis, bunlar diyor vücudunu göstererek, bunlar bana ait değil, bir kadın olmalıymışım. Hep öyle hissettim.. diyor. 
Ve Fred, onun karısı, yavaş yavaş kadına dönüşen kocasıyla bir brunch sahnesinde, kendilerini sorgulayan yaşlı garsona bağırıyor
-Kocana hiç peruk almak zorunda kaldın mı? diye
Laurence ve Fred'in on yıl süren inişli çıkışlı hikayesi. Bitmeyen aşkları ve rağmenleri ve yenilgileri, yengileri belki. 168 dakikalık bir yaşam kesiti. 
Sokakta yapraklar uçuşuyor, bir kapı açılıyor, biri kapanıyor. Ama belki dediği gibi. O gerçekte olduğu şeyden asla pişman değil. Artık bir yalanla yaşayamazdı çünkü. Peki ya aşk. Gerçekten hayatı boyunca sevdiği tek kadını kaybetmesine değmiş miydi?
Çok romantik. 

http://www.imdb.com/title/tt1650048/?ref_=fn_al_tt_1

23 Ocak 2013 Çarşamba

sinek ısırıklarının müellifi

Aslında yağmuruna ve tüm o kasvetine, karanlığına rağmen bugün bir çok günden daha iyi geldi bana. Kendimi biraz daha toparlanmış bir işe yaramış ve biraz mutlu, heyecanlı ve birşeyler yapmak üzere gibi hissediyorum. Bu his tabii ki geçici bir heves veya anlık bir duygu da olabilir, bir adım da olabilir. Mühim değil. Yarım kalmışlığı tamamlamaya başlama hissi.
Ve sevgiliden değerli bir armağan belki.
Olabileceklerin en iyisi. Bir köşede unutulmaya yüz tutmuş, eski bir hediyeye kaymıştır belki gözlerim. Dün saat geceye yaklaşırken ve karanlık tüm evlerin üstünü kapatırken, belki beni tüm o sıkıntılı ruh hallerinden çıkaran şey küçük bir hediyedir, ne dersiniz?
Haftalar öncesinde elinize tutuşturmuş, yanağınıza bir buse kondurmuş adamdan size gelen bir hediye. Bir de hep mutsuzluğunuzu bilen, mutsuzluğunuza iyi gelmek için elinden geleni yaptığını bildiğiniz birindense eğer..
Sinek Isırıklarının Müellifi...
Günümüzün edebiyatında kitaplar aforizmaların toplamından oluşuyor, insanlar da yalnızca birilerine söylenecek cümlelerin peşinden koşuyorlar, edebiyat kolayca dolaşıma girecek cümlelere dönüşüyor...diyor bir yayınevi sahibi. Ben onun ne demek istediğini anlıyorum. Elimde o zamana kadar yarım kalmış tonla kitap var ve bu kötü bir alışkanlığa dönüşecek diye korkuyorum, sinek ısırıklarına kadar..
Baş karakter oturduğu binanın alt kat komşusunun evine su sızdığını öğrenince yardım amaçlı gidiyor.. Bir süre sonra ......sızıntı yapan bir musluğu tamir eden Cemil, musluğu yerine taktı, vanayı tekrar açtı neyseki sızıntı kesilmişti. Halbuki sızıntı hep vardır, ip gibi yaşadıklarınızdan, okuduğunuz kitaplardan, seyrettiğiniz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır...diyor.
Cemil durmadan bir yerden tanıdıkmış hissi veren bir arkadaşınız sanki. Aslında ben onu gerçekten tanıyorum. Onun oturmasını, birşeyleri geride bırakmak için çabalamasını, yemek buharının yüzüne çarpmasını, bir şeyler yaparken suratıma bakmasını ve mutsuzluğu tanımasını, anlamasını...yanımda olmasını...biliyorum.
Öyle biri, size mütiş bir hediye veriyor sanki ve içinde bir tutam kendisi var, o bilmese de
Ve sanki kederin en kuytu köşede saklanmasının ve kötü anıların bir kol mesafesinde olmasının bir önemi kalmıyor artık...ve bu blogun müellifi biraz gülümsüyor bu sabah. hoş. çok hoş.

teşekkür ederim

22 Ocak 2013 Salı

kuzu gibi

belki bazı günler bazı günlerden daha kötüdür ve  sizin bunu düzeltmek için elinizden birşey gelmez.
ve belki o bazı günlerin o bazı günlerden daha kötü olması için hiçbir sebebe ihtiyacınız yoktur. salt, nedensiz kötülük gibi. böyle şeylere inanmasanız da, dışarıda, herkesin doğuştan iyi olduğunu söyleseniz de, içinizde bir başka siz, için için bilir ve inanır. bazıları yalnızca kötüdür o kadar. aynı sizin geçmekte olan o gününüz gibi...diyerek kendinizi kandırabilirsiniz. birşeyleri herhangi bir nedene bağlamaksızın örtbas edebilirsiniz tabii, bir de en çok kendinizi kandırmış olacağınızı ve bu şekilde iyileşemeyeceğinizi de bilirsiniz. daha bir içinize kapanırsınız ve o kötülüğün karabulutu sizi sanki hiç gitmeyecekmiş, sizi hiç terk etmeyecekmiş gibi sarar.
ve tüm o olumsuzluğu üzerinizden atmak için bir yerden başlamanız gerektiğini bilirsiniz. idrak etmek mesela ve idrak etmek için tespit etmek gerekir. sonra üşenmeye başlarsınız. çünkü daha kolay bir yolu vardır. böyle küt diye gelip hayatınızın orta yerine oturmuş tüm o sıkıcı ve daraltıcı duygulardan kurtulmak için daha kolay bir yol. değiştiremediğiniz herşeyi geçiştirebilirsiniz. bu sizin en büyük silahınızdır. tüm o olumsuzlukları geçiştirerek yaşarken, hayatınızı geçiştirdiğinizin farkında bile olamadan geçiştirilirsiniz, zaman tarafından. ta ki o sıkıntılar artık baş edemediğiniz noktaya gelene kadar. ta ki aslında en baştaki çözümün aslında en basiti olduğunu anlayana kadar. ta ki artık birşeyleri düzeltmeye geç kaldığınız ana kadar, geçiştirilirsiniz. ve elinizde herhangi bir şey kalmadığında ve dertleriniz ve tüm o kötülükler artık hayatınızın kendini meydana getirdiğinde öylece dikilirsiniz. daha önce karşısında durup dikilemediğiniz şekilde. peki bunları geri sarıp birşeyleri düzeltme şansınız olsaydı nasıl olurdu. belki en baştan birşeyleri hiç yapmazdınız,belki o kişilerden en baştan uzak dururdunuz veya belki o işe, o aşka hiç başlamazdınız, veya oraya hiç gitmezdiniz, veya onu hiç tercih etmezdiniz, o kadar hızlı karar vermezdiniz, o kadar ağırdan almazdınız...gibiler. hayatın bu şekilde geçeceğini düşündüğünüz her an biraz daha yanılırsınız ne yazık ki. çünkü hata yapmaya mahkumsunuzdur.

ve ne yazık ki bugün pek güzel hissetmiyorum. neşeli ve keyifli ve ceylan gibi değilim yani. oralarda bir yerlerde kuzu gibi yatan bir sorunum var ve ben şu oturduğum yerden kalkıp onunla hiç muhattap olmak istemiyorum. sorun bu, biraz arsız olur ondan tabii. ben de ona kendimce kuzu diyorum. kuzu gibi yatsın orada. belki boynuna bir çan takarım da, geldiğini biraz önceden görebilirim. belki de kuzuyu baştan kesmek lazım. karar veremedim doğrusu.

21 Ocak 2013 Pazartesi

değişmeyen tek şey..

Değişim yol almaktır. İlerleyebilmektir. Gelişmektir. Ve hepsinin zıttını içinde barındırsa da
bugün bu köşeden size bahsettiğim değişim, makul ölçüde pozitif, yararlı olarak dönüşmektir.
Değişim yalnızca kendi köklerini her defasında başka bir şeye dönüştürmeye çalışmak anlamında devrimsel olarak değil, köklerini koruyarak evrimsel olarak da gerçekleşebilir.
Geçmişi düşündüğün zaman kat ettiğin yolun kendisidir.
Değişim bir yoldur yani.
Her türlü etkiye ve etkileşime açık, her adımda bir şeyler ekleyen ve eksilten uzun, sonsuz bir yol.

Bir de tutarlılık var.
Tutarlılık tek başına, bir şeyin değişmesinin tam karşıtlığı, dogmatik bir hareketsizlik veya sürekli aynı devinime sahip olmak değil...
Tutarlılık bilginin davranışa dökülmesiyle gerçekleşir.
Bir insanın sürekli ve aynı hatayı yapması onu hayatta hataya karşı tutarlı kılabilir
ancak herkesin kabul edeceği üzere tutarlı bir insandan bahsetmek mümkün değildir.
Veya mantıksız, anlamsız ve faydasız hareketlerin tekrarlanması, değişmemesi (!) bu da daha çok kişinin bakış açısındaki kısırlıktan veya bir şeyi tekrarlayarak bir şey olma çabasından gelebilmektedir.

Yani hem değişime açık hem tutarlı olmak, sözsel olarak ne kadar kolay ifade edilirse edilsin, her zaman kaymalara ve sapmalara açık insan hayatında zor bir iştir.
Riski yüksektir demek istiyorum.
Neredeyse bir karınca hızında, hayatta hiçbir adım atmadan, neredeyse olduğumuz yerde sayarak bir hayatı hiçlik içinde heba edebiliriz. Sonra buna tutarlılık deriz. Yalandır tabii, arkamızdan birşey yapamadı, olduğu yerde kaldı derler, biz yalnızca gideriz.
Veya uzun atlayışlarla, alakasız kökleri bir araya getirmeye çalışabiliriz, sonra buna ahenk deriz ki bu tanımlama kesinlikle cehaletimizden gelir, veya buna değişim deriz, bu da aslında bizim hadsizliğimizden gelir ve aklımızca uzun atlamalarda şampiyon olan biz, her şey olmaya çalışırken hiçbir şey olamadan göçüp gideriz. Arkamızdan da bize dönek derler ki bunu son derece hak ederiz.

Ve bu senin içinde, o çok derinlerde, aslında..larla başlayan cümlelerin gerisinde ne kadar da şahane, iyi bir insan olduğunun söylenmesiyle kıymetlenmeyiz. Veya ne kadar yürekli (!) veya ne kadar bilgili (!).. Sen, seni sen yapan şeyleri başkaları düşündüğünde, ya hiçbir şey yapmadan kaybolmuş olabilirsin, veya yalnızca hızlı fikir değiştiren bir başka kayıp.
Yani zamana ayak uydurmamak lazım gibi büyük laflar etmiyorum buradan. Ama insan kendini biraz da nakış gibi işlemeli.
Bilgiyle.
Bilmediğiniz şeylerden zaten yükümlü değilsiniz ve daha da önemlisi bu sizin ne olacağınızı belirleyen büyük bir sınav değil. Bu daha çok küçük küçük bir çok sınavın toplamı, hayatın kendisi. Küçük adımlarla büyük işler, aceleye getirilmemiş, içselleştirilmiş bir şeyler yapabilirsiniz. Ne olmaya karar verdiyseniz o yolda emin adımlarla yürüyebilirsiniz. Veya nasıl bir insan olduğunuz tabii ki hepsinden daha çok önemli. Ancak hayat o kadar kolay değil demek istiyorum. Bir zamanlar attığınız sloganları tersine çevirmek için eğer kendinizi bilgiyle yoğurduysanız, yani başlangıç noktanız aslında daha alt bir noktadan geliyorsa ve siz durmadan yükseliyorsanız, bu değişimle doğru orantıda sizin dağarcığınız da artıyorsa,sizden alınacak çok şey vardır emin olabilirsiniz.
Mesela o zaman isminiz Turan Dursun olarak yazılabilir ve onlarca yıl sonra birileri sizi yasaklı, yakılmaya değer ve şeytani bulurken, insanlar hala sizin eserlerinizle beslenebilir. Siz karanlıktan gelen o çirkin çığlıklara kulak asmadan gelişmeye, geliştirmeye devam edebilirsiniz ve bir de yüreklisinizdir. Yürekli olarak anılırsınız. Her zaman.
Ve büyük manşetlerle veda edebilirsiniz.
Veya küçük satır aralarında kaybolursunuz. On yıllık  yazdığınız gazetenin sayfalarında on satırlık bir yazı olursunuz. Ve kimse anmaz sizi. Tarihin milyonlarca olan köşelerinden birinde, siz hızlı 'değişimlere' açık kaldığınız için değil yalnızca, bir de tutarlı olmadığınız için. Bir de bilgiyi doğru kullanamadığınız için, öylesine başka biri gibi göçüp gidersiniz. Bir yabancı olarak.

18 Ocak 2013 Cuma

Kırmızı postitli kız

:) gerçek bir hikayeden kesittir :)


















Soğuk bir kış sabahında, kolunda çantası, saçlarını tepesinde toplamış yürüyordu. Hayat alışkanlıklarla doluydu tabii, her şey artık bir rütine bağlanmış ve o yalnızca ezberlenmiş hareketleri tekrarlıyordu.
İstasyonun önünde kafasını hafifçe yukarı kaldırdı. Aslında niyeti etrafa baktığında ona geç kaldığını hatırlatan saatle göz göze gelmek değildi, veya hemen yan tarafında dikilip haince kendini tepeden tırnağa süzen o yaşlı kadını da görmek istememişti ve yüzene düşen su damlası. Yukarılarda bir yerde tanrı ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Emin olamazdı tabii, aşınmış duvarlara baktı, bir de raylara ve peron dolusu insanlara. Çoğu zaman karşılaşmaları bir tesadüftü, ama bir süre sonra ikisi de bilerek saatlerini birbirlerine göre ayarlamaya başlamışlardı. Bilerek hareket etmeye başladığı o ilk günün gecesinde karar vermişti yanında kırmızı postit taşımaya kız.
O sabah onu trende göremedi. Ne kadar olmuştu. Haftalar. Haftalar insanın hayatında neleri değiştirirdi ki. Artık böyle tuhaf mucizelere inanması için bir nedeni yoktu. Belki vapur seferinde  dedi. Belki o gün şans bir kere daha onun yüzüne gülebilecekti. Elindeki postiti tekrar çantasına tıkıştırdı. Her gün bıkmadan kitap okuyan biri ne kadar kötü olabilirdi ki?
İnsanları tanımak için çok şey görmeye gerek yoktu tabii.
Bilgi bir insanı tek başına iyi biri yapabilirdi.
Vapur iskelesine geldiğinde adımlarını sıklaştırdı. Her zaman karşılaştıkları yerde eğer şans ondan yanaysa yine karşılıklı oturacaklardı.
Kulak uğultusu kesildi biraz, tabii onu uzaktan öyle sessizce  kendini izlerken gördüğünde. Belki ayakları da biraz hafiflemiş olabilirdi, öyle süzülerek ön tarafa doğru ilerledi. Montunun kapuşonunu hafifçe geriye itti. Artık kahkulleri düzgünce alnını örtüyordu. Küçük bir gülümseme.
Küçük bir filört.
Kimse zarar görmeyecekti.
Vapurun o bulutları yırtan çığlığı yankılandı gök yüzünde.
Hava sanki biraz daha yumuşamış, onun eldivensiz elleri bu sefer üşümüyordu.
Haftalardır biraz gözlerine düştüğü ve bazen gözlerinde kaybolduğu adama soru sorma vakti gelmişti, gelmişti de, cesaret başka birşeydi tabii. Daha gerçek. Kelebekler gibi olmayan. Kalbini biraz daha zorlayan birşey.
Ya bir kez daha şansı olmazsa, diye düşündü. Ya bu onun hayatı boyunca kullanacağı tek atışsa ve ıskalarsa eğer her zaman içinde uhde kalacaksa.
Kırmız postiti çıkardı çantasından utana sıkıla. Ve evet yan tarafında oturan bütün o teyzeler, amcalar, genç kızlar biraz ona bakıyordu sanki.
Anlamış olabilirler miydi?
Kime ne...
Bana neden öyle bakıyorsun diye yazdı, dolmadan bozma kalemiyle.
Küçük bir gülümseme ikonu kondurdu sonuna. Önemli olan nasıl sorduğuydu.
Hafifçe öne doğru eğilip, erkeğin önünde açık duran kitabın üzerine yapıştırdı hızla.
Şimdi nereye bakması gerekiyordu.
Tabii, ah ya, o kapuşonu asla çıkarmamalı ve belki de kar maskesi takmalıydı.
Utanmış mıydı?
Tam olarak değil, ama hemen tepkisini görmek istemekle, oradan gitmek arasında sıkışmış kalmıştı biraz.
Bir süredir varsın ve gözlerimi senden alamıyorum,  dedi çocuk.
Hoş.. Hoş bir başlangıç tabii.
Eğer işe yararsa bir on yıl sonra anlatılacak güzel bir anı.
Bir de ender birşey.
Tekrar sesler yükseldi yan yana oturduklarında. Ve tekrar renkler göründü, belki hava biraz soğudu onlar birbirleri hakkında konuşurlarken. Belki bazı cümleler tam yerine oturmuyordu. Belki bazı şeyler hiç aşılmaz gibi duruyordu. Ancak karar vermek için her şeyin ötesinde biraz erkendi. Biraz sabretmesi gerekiyordu ikisinin de. Belki kimsenin yazmadığı veya kimsenin okumadığı yep yeni bir hikayenin başlangıcında olabilirlerdi.
Veya belki yalnızca öylesine bir hikaye daha başlamadan biterdi.
Ne olursa olsun denemeye değerdi.

*beğendim doğrusu :)

16 Ocak 2013 Çarşamba

Burhan Doğançay



"Sanat, bir kuşun kanatları gibidir. Onsuz toplumlar deve kuşları gibi kafalarını toprağa gömmeye mahkumdurlar" babamın sıkça yaptığı bu alıntının kime ait olduğunu bilmiyorum.
Ama sanatla ilgili naçizane bir kaç yorumum var tabii. Kıymetini kendince bilmeye çalışanlardanım ben de. Hem de her türlüsünün. Yani beğenmediğim anlamadığım, yorumlayamadıklarımı yerenlerden değil daha çok bir süreliğine de olsa onlardan uzak durmayı tercih edenlerden. Bir sonraki sefere, kendime biraz daha bir şeyler katınca anlayabileceğimi düşünenlerdenim. Biraz optimistçe.
David Lynch gibi. (eskiden nefret ederdim)
Artık benim bakış açımla ilgili veya bilgimle ilgili olduğunu düşünüyorum. Veya Tarkovsky. Sinemacı bir arkadaşım bana onu anlattığında, gözümde inanılmaz bir yere yükselen Tarkovsky'i salt kendi gözlerimle izlediğimde anlayamıyorum.
Benim dağarcığımdan kaynaklanıyor, kabul ediyorum.
Ve eskiden cahillik, bunu anlamsızlaştırırken, şimdi yalnızca bir kaç şey daha öğrenmek istiyorum. Bilgi, bilgiye sahip oldukça güzelleşiyor, kıymetleniyor çünkü.
Sanatı yorumlamak ve sevmek de öyle muhakkak.
Sürrealizm mesela, soyut resim, jaz müzik, uzun betimlemeler, sembolik sanat..
Klasik anlamda alışık olduklarımızın ötekileri.
Kolay yoldan olmayanlar.
Anlamadığı şeyden korkar derler insan için. Biz anlamadğımız şeylerden hem korkup hem nefret edebiliyoruz.
Ancak hepsinden ayrı zor bir şey sanat.
Üretmek zor çünkü. Verecek tonla başka kavgan varken, onunla kavrulmaya çalışmak ve sonuçta hiçbir şey olmama ihtimalin çok yüksek iken, yine de sonsuz bir sadakatle devam etmek zor. En zor şartlarda üzerine titremen, hayatın her alanından sanata bir pay çıkarmak, farklı görmek, gördüğüne biçim vermek de öyle. Ve zaten hep farklı damgası yeme ihtimaliyle yaşamak.
Anormalleşmek bir nevi.
Bir de bu anlaşılmamaya karşı yine de bir  duruşun olması, destekçi ve sevecen bir tavrının olması. İnsanlara sevgiyle bakabilmek, üreten yabancılara sahip çıkabilmek ve beynelmilel olmak aynı zamanda, inatla yine de burada kalmak veya bir tarafının sürekli gitmesi.
Bez parçalarından, gazete küpürlerinden ve duvarlardan ve renklerin hepsinden bir ton yaratmak mesela...
Neyse sözü çok uzatmayacağım. Bugün babamın bir dostu, hocası gibi gördüğü ve saydığı arkadaşını, sevgili Burhan Doğançay'ı kaybettik.
Evimizin duvarlarında bir kaç tablosu asılı kaldı şimdi ve ben daha onu tam anlayamadan, göçüp gitti.
Üzüldüm

15 Ocak 2013 Salı

2013 Altın Küre


70. Geleneksel Altın Küre Ödülleri dağıtıldı. Türkiye saatiyle pazar sabaha karşı.
Ve benim için pazartesi günü başlayacak olan eziyet seanslarına bir çağrıydı bu. Asla gazete açamazdım. Herhangi bir haber programı dinlemek yasaktı. Ayrıca tüm arkadaşlarımı psikopatça önceden uyarmak gerekiyordu ki onların arasında patavat yoksunları var, işte internet siteleri de dün eziyetti. Yok imdb'ye girme yok ekşisözlük olmaz zaten, face'in anasayfadan uzak dur, odur budur derken kazasız belasız pazartesi akşamına vardım ve içilen iki biranın üzerine şöyle ayaklarımı uzatarak töreni izlemeye başladım.
Benim hayatımda her şey biraz panik biraz gerginlik nedenidir. Şimdi beni yakın tanıyanlar bilir, o yüzden anlamsız bir şekilde ödül törenini izlerken öylece ayaklarımı uzatmama aldanmayın. O yalnızca kırmızı halı seansı içindi. Bir süre sonra telefonumun sesini sıfırladığımı düşündüğünüzde, o bizim koca sessiz evde, yan odada yatan annemi uyandıran şey benim sevinç çığlığımdan başka bir şey değildi.
Komik.
Bir de Christian Bale'i -hiç bekelemiyordum- öylece hafif uzamış saçlarıyla,siyah takımıyla, yine o tuhaf ve sert ifadesiyle, kurban olduğum peltek diliyle, David O Russell'e ait Silver Linnings Playbook filmini takdim ederken gördüğümde, nutkumun tutulması. (Oscarı kazandığı ödül töreninde beni gözünüzde canlandırmaya çalışmayın)

Hollywood yabancı basın birliğinin dağıttığı ödüller arasından tabii ki en önemlisi olan ve en son dağıtılan Drama en iyi film ödülünü Argo aldı. Vizyona girdiği hafta gidip gördüğüm ve üzerine yazdığım Argo filminin üzerinde durmayacağım. Ancak çok beklenen bir sonuç olmasına rağmen yine de içimin bir köşesinde jurinin de ters köşe yapabileceği beklentisi yoktu desem yalan olur. Büyük ihtimal Argo, yoksa kesin Zero Dark Thirty ama hani olur ya belki gerçekten Django Unchained alır diye umuyordum (henüz izlemedim). Tarantino için umuyordum, yemin ederim. Aslında derdim Argo'nun kötü bir film olmasıyla ilgili değil. Argo hatta sinema  dili açısından iyi bir filmdi. Aksiyon dozunu çok iyi bir şekilde kotarmış, izleyicinin ilgisini gerekli şekilde tutabilmiş, sahneleri, sahne geçişleri, iyi bir filmdi. Yani teknik olarak, sinema açısından bir kaç ufak detay hariç Argo'yu kötüleyecek durumda değilim. Zaten Ben Affleck oyunculukta ortalamanın altında kalmış olmanın verdiği hırsla da olabilir benim gözümde The Town filmiyle iyi bir şeyler yapacağının sinyallerini vermişti. Dramatik yapısı güçlü filmler yapabileceğini ispat eden Affleck aslında geleceğin iyi yönetmenleri arasına adını yazdırması da muhtemeldir. Ancak benim burada üzerinde durduğum şey bu koyu oryantalist bakış açısının ağına düşmesi. Ödül konuşmasında bile yurt dışındaki askerlere teşükkür konuşması yapması, o şovenist bakış açısını göstermekte yeterliydi. Belki Hollywood'da iyi bir yönetmen olmanın yasası bu şovenizmden geçer diye düşünenler olabilir. Ben kesinlikle katılmıyorum. Hem yüksek bütçeli, hem popüler olabilecek hem de doğru mesajı veren filmler yapılabilir (en azından iyi niyetli filmler). Yine altın küre kazanmış bir kaç örnek verirsem eğer, Social Network, Atonement, A Beautiful Mind, American Beauty, Schindlers List bunların arasından bazıları.
Ve Argo, özellikle süreç düşünüldüğünde kesinlikle niyet anlamında olumlu bir yerde durmuyor. Neyse belki olgunluk aşamasında bir de karşı pencereden bakmaya başlayabilir Affleck.
*Argo- En iyi yönetmen /  En iyi film
Ve Yine diğer çok önemli ödül olan En iyi Senaryo'yu Django Unchained ile alan Tarantino'nun o tuhaf ego konuşması beni benden aldı. İki grup halinde teşekkür konuşmasını yapacağını söyleyen Tarantino, ilk etapta tüm ekibine teşekkür etti. Mantıklıydı. Asıl kendine ait bir fikir çizmemize yardımcı olan şey ise ikinci teşekküründeydi.
Senaryo yazım aşamasında, yazdıklarını durmadan yakın çevresiyle paylaştığını söyleyen Tarantino, onlara teşekkür etti. Biz izleyici ise, bir fikir alışverişi olabilir mi acaba diye düşünürken, (ama gerçekten benim için olması pek mümkün değildi) Tarantino hemen izleyiciyi, (dinleyiciyi) düzeltti. Hayır, hayır tabii ki kimsenin ona fikir vermesine, eleştirmesine veya birşeyi düzeltmesine izin vermiyordu. Tarantino, elindeki metni onlara okudukça, onların kulağından metni tekrar duyabiliyordu.
E ben sana ne diyim ki, insan değilsin Tarantino!
*En iyi senaryo - Quentin Tarantino (Django unchained)
Aslında küçüklük kitabımız olması dışında, bir de çoğumuz Victor Hugo'yu yalnızca onunla tanır, eski film versiyonlarında görmüşlüğümüz var ya, hikayesi bizim yüzyılımızın en popüler hikayelerindendir. Sefiller.
Komedi Müzikal kategorisinde Les Miserebles en iyi film ve oyunculuklar dahil üç ödül topladı. Anna Hattaway nefes kesiciydi. Hugh Jackman, ekibin önünde şarkı söylemeyi, kalabalığın önünde çıplak kalmaya benzetti. Ve Tom Hooper. Ben onunla ilk Kings Speech filmiyle tanıştım. Filmin ne anlattığnı tam kavrayamasam da, o aşırı pasifist duruşu hoşuma gitmemişti. Ama yine dönem filmlerinde belli bir başarısı olduğunu düşünmekteyim.
Ve benim için diğer bir büyük rekabetin olduğu alan Drama En iyi erkek oyuncu bölümündeydi. Gerçekten yalnızca memleketiyle ilgili değil (İngilizleri biraz -aslında tüm adalıları- severim). Böyle dik duruşu, mağrur bakışı ve bilge ve mütevaziliğiyle bir de tabii çıkışsız ve tutarlı yaşantısıyla peşinden savrulma hissi yaratan Daniel Day Lewis. 1957 doğumlu aktör hali hazırda zaten 5 oskar adaylığının ikisini kazanmış durumda ve toplam 74 ödüllü bir oyuncu. Ve sanki aslında bir haksızlık yapılmaz ise, o ne zaman oynasa, başka yerde birileri ifadesiz kalıyor sanıyorum. Elindeki metinde ne yazıyorsa o oluyor Lewis. 7 altınküre adaylığından ikincisini kazanan Lewis'e giden 3. oscar yolunu ben buradan görebiliyorum. Bir de ödül konuşmasında kalkıp Tony Kushner için (senarist) onun kelime hazinesi ve bilgi dağarcığı olmadan ne yapacağını sordu.
*En iyi erkek oyuncu - Drama- Daniel Day Lewis (Lincoln) 
Bu yıl hızlı bir yükseliş yapan Jessica Chastain ile ilk Tree of Life'ta (Terrence Malick)  tanıştım. Ard arda Debt, The Help, Take Shelter daki performanslarıyla göz dolduran Chastain'in önü açılmış gibi görünüyor.
Ve Winters Bone ile ortaya çıkan Jennifer Lawrence'dan benim beklentim zaten yüksekti. 1990 doğumlu aktris en iyi komedi/müzikal kadın oyuncu heykelini aldı bile.
Ve diğer iyi haber ise kesinlikle yine Django Unchained'in müthiş oyuncusu, Christoph Waltz'dan. Leonardo DiCaprio ile birlikte yrd. erkek oyuncu dalanda aynı filme iki adaylık kazandırdılar.
Ve galiba artık Tarantino kadrosuna kesin bir şekilde giriş yapmış olan Waltz ikinci kere altın küreyi kucaklıyor. Onun da oyunculuğunda insanı inandıran bir şey var. Inglourious Basterds'daki ani italyanca konuşmaları, psikopat dönüşümleri göz alıcıydı. İngilizce, Almanca ve Fransızcayı akıcı olarak konuşan Waltz, aynı zamanda İtalyanca'ya da bir yatkınlığı var gibi görünüyor. Oscar'ı ikinci kere kucakladığında şaşırmayacağım Waltz için diyeceğim yegane şey, ben olsam  Tarantino'nun kucağından ayrılmazdım.
En iyi yrd. Erkek -Drama- Christoph Waltz
Ve bu sene izleyip en çok etkilendiğim film. Amour. En iyi yabancı dilde film ödülünü alırken, Haneke'nin sahnedeki tekinsiz duruşu beni ürkütmedi değil. Bu adam yakında ölecek korkusuna düşen ben, onu hızlandırılmış film yapmaya davet etmek istiyorum. Yaşayan en büyük ustadlardan sayılan Haneke ölmeden 50 film daha yapmalı girişimine katılmadan önce, o aldığı heykelciği oyuncularıyla paylaştığını söylerken, bence salondaki en samimi konuşmayı yaptı.
En iyi yabancı film -  Amour
Ve son olarak beni ilgilendiren Homeland dizisi. En iyi drama dizi en iyi kadın oyuncu en iyi erkek oyuncu ödüllerini topladı.
Gerçekten de geçen gün bahsettiğim gibi Lost'tan sonra izlediğim en iyi dizi olan ve bunu açık ara götüren bir dizi Homeland. Claire Danes insanüstü performansı, Damien Lewis, son sezonda şaha kalkan performansı.. Aslında yine Claire Danes, gerçekten yıldız tozundan, psikopat bir ajana dönüşmüş bir oyuncu. Rakiplerini aciz bir duruma düşüren bu başarısı hakkında söylenecek çok şey bulamıyorum. Hemen 3.sezon başlasın. Hemen!
En iyi dizi, erkek oyuncu, kadın oyuncu- Homeland- Claire Danes - Damien Lewis

Ve bu da Bora için ek bilgi olsun :) Skyfall, Adele, En iyi şarkı ödülünü aldı.

Şimdi de biraz ondan biraz bundan bölümünde sıra....
*Bradley Cooper sinemadan para kazanmaya Hangover ile başladğını söyledi. Oradan pek de ileri gidecek gibi görünmüyor kanımca.
*Bon Jovi, en iyi şarkıdan adaydı ve o yaşına rağmen hala çok yakışıklı  ve hoştu açıkcası.
*Jack Black in para ve kilo arasındaki doğru orantıyı ispat etme çalışmaları, koca bir balona dönüşmesi..
*Amy Adams'ın Marchesa marka ten rengi elbisesiyle göz doldurması
*Nicole Kidman'ın yanındaki Keith Urban'ın pespaye görüntüsü çekilir gibi değildi.
*George Clooney, hem yakışıklı ve gittikçe gençleşmesi hem bu sefer törenden önce içmediğine yemin etmesi.. Argo'nun yapımcılarından olan G. Clooney, Amerika'nın politik sözcülerinden biri olma yolunda ilerliyor, ilerliyor da, Ben Affleck'in onun adını teşekkür listesinde saymayı unutması falan, anlamsız bir telafi çalışmaları. Böyle sanki bir yalakalık, gerçek dışı bir gösteri merakı. Benim hoşuma gitmedi.
*Jennifer Lawrence'ın Dior marka mercan kırmızı elbisesi ne kadar nefes kesiciyse, kamera karşısında o kadar gergin gözüküyordu.
*Anne Hattaway'in kendi gibi akris olan annesi Kathleen Ann'den sonra Fantine'i oynamış olması da, mütiş bir deneyim olmalı
*Julianne Moore, eğer adaylar arasında olursa kazanacağına neredeyse emin olduğum diğer bir oyuncu. A  Single Man'den sonra perçinlenmiş dostluğun bir işareti gibi Tom Ford markalı elbisesiyle kızmızı halıda boy göstermise hoştu.
*Adele'in ingiliz aksanı
*Leonardo DiCaprio neden saçını koyu kahverengiye boyatmıştı bilmiyorum. Robot gibi duruyordu.
*Ewan McGregor, herkes iskoç olmalı sözünü gerçek kılmak istercesine. Son izlediğim Lo İmpossible filmi ne kadar kötü olursa olsun ben onu diğer onlarca iyi performansıyla anıyorum, ve tebrik ediyorum doğrusu.
*Amy Poehler ve Tina Fey arasındaki müzip kimya dozundaydı da, Kathyrn Bigelow'u takdim ederken, James Cameron'ı okadar yerin dibine sokmalarını anlayamadım. Hem de yüzyıl önce bitmiş bir evlilik üzerinden. Onunla geçen 5 senesi, işkencenin ne olduğunu anlaması anlamına geldiğini belirten Poehler, Bigelow'un o yüzden böyle filmler yapabildiğini söyledi. Biraz ayıp ettiler bence.
*Lincoln filminin yönetmeni Steven Spielberg'i ben hep koyu bir cumhuriyetçi olarak bilirim. Tuhaf bir şey popüler ve yaptığın işte iyi olmak sanırım. Filmini eski Amerikan başkanı (demokrat) Bill Clinton'ın sunması mı daha tuhaftı, yoksa espiriyle karışık onun sahnede Hilary Clinton'ın kocası olarak takdim edilmesi mi bilmiyorum.
*Homeland dizisinin muhteşem oyuncusu Claire Danes'in, dizide Abu Nazir'in peşinden koşarken 8 aylık hamile olması..
*Homeland dizisi Mandy Patinkin'in(Saul) bir Amerikan Müzikal Tiyatrosu oyuncusu olması. Bizim onu Homeland ile duymamız.....
*Arnold ve Sylvester'ın botoks şampiyonasına katılma durumları
*Jodie Foster'ı hatırlamak

2013'te öyle geçti gitti.....

14 Ocak 2013 Pazartesi

düşler diyarı, ancak bu sizin düşleriniz değil

Klasik toplum anlayışı ve çoğulculuk bireyin ne olduğuyla ilgilidir. Genel kurallar çerçevesinde ne kadar ayak uydurduğu, ideallerinin ne kadar ortaklaştığı ve ahengi ne kadar bozmadığı önemlidir. Cümle pozitif kurulur. Gizli diktesinin altında ise yumuşak ve içi boşaltılmış bir hoşgörü vardır. Ne kadar uyarsan o kadar mutlu olursun. Aslında ne kadar uyarsan o kadar göze batmazsın, yalnız kalmazsın diktesi. Stephan King'in korku hikayelerinden çıkma, tek çatılı, bahçeli, küçük havuzlu evler... Mangal yapan aileler, sarı saçlı mavi gözlü çocuklar, ve babalar mangal başında, anneler limonata taşıyor, renkli elbiseler, neşeli önlükler.. Fotoğraf her metrekarede aynı rengi yazar. Aslında benzerliğin kabusu gibi, eski bir hurafeye inanalar gözlerini kısarak baktığında o renk cümbüşünün içindeki kara delikleri görebilirler.
Kara deliklerin ait olduğu kabuslar ise, ahenki bozmakten geçer. İşte biraz da o yüzden
Susarsınız.
Şöyle ki günlerdir bir damla su içmemiş gibi susarsınız.
Veya suyla dolup taşıyor gibi susarsınız.
Bozmamak için.
Farklı olmamak için.
Doğuştan farklı olanın bile yalancı bir hoşgörüyle karşılandığı bir toplumdan dışlanmamak için.
Foucault büyük kapatılmada, deliliğin ilk ortaya çıkışını ve toplum içindeki yerini anlatırken suya dönüyor. O saf hakim toplumun içine karışmaması gerekenlerin, yani tabiri caizse diğerlerinin birer sal ile suya gönderilmesinden bahsediyor. Bardağın bir tarafı dolu. Su ile onları tedavi edebilirsiniz de, su ile onları öldürebilirsiniz de, veya yalnızca aranızda olmamaları gereksinimi.
Güç sende olduğu müddetçe uzaklaştırmak.
Tolstoy'un hikayelerinde Sibirya'da kürek cezaları.
Veya hücrelere kapatılmalar.
Aslında yine temel ihtiyaçlardan biri olan aidiyetlikten yoksun bırakmak.
Çirkin ördek yavrusunun rengi karadır. Kara kedi uğursuz.
Dışlanan kara çocuklar...
Onların adı öteki, ötekiler ve onlar yalnızca tenlerinin rengi değil, ne olmadıklarıyla tanımlanırlar.
Sizin gibi olmayanlar. Sizin gibi yaşamayanlar, düşünmeyenler veya belki yürümeyenler, sevişmeyenler.
Tüm antiütopyacıların ortak karanlık gelecek tasarımlarında korkutucu devletin tektipleştirdiği insan yığınlarının dışında kalanlar. Herkesin beyaz giyindiği bir toplumda tenlerini kırmızıya boyuyanlar. Onlar.
Beğenmediklerin.
Beğenmediklerinle ilgili Düşler Diyarı filmi.
Ve çıplak. Hiçbir estetik kaygısı yok. Toplumun temel taşlarının hiçbiri yok filmde. O yüzden bazı izleyici için rahatsız edici. Bazısı için yalnızca tanıdık değil. Aslında hepsinin altında yatan şey aynı. Onlar ötekiler ve biz onları beyaz perdenin üstünde bile görmeye çoğu zaman tahammül edemiyoruz.
Bir çocuğun gözünden, bir su bendinin ötesinde, yasak bölgede, sanayinin zıttını oluştururcasına yaşamaya çalışan üç beş insanın hikayesi.
Devletin artık elini tamamen çektiği, yükselen suların yok etmek üzere bıraktığı,'leğen' in içinde yaşıyorlar. Hayvanlarıyla birlikte besleniyorlar, birilkte içiyorlar, yatacak yerleri bile farklı, tenekeden bir sal yapmışlar. Sal bile öteki aslında, hiç alışık olduğunuz gibi değil. Nasıl geçiniyorlar alarmı yanıp sönüyor başınızın üstünde. Onlar yalnızca geçiniyorlar. Birlikte. Bir de direniyorlar. Gittikçe büyüyen bir sanayinin karşısında evlerini terk etmemek için.
Ve küreselleşme, eriyen buzullar ve suların yükselmesi.
Bizim görmediğimiz dünyanın daha gerçek daha uzak bir tarafına bakış atıyor bu film. Bir çocuğun fantastik dünyasının küresel ısınmayı yorumlamasını görüyoruz. Doğadaki her şeyi dinleyen bir çocuk Cimcime. Çamura bata çıka yürüyor, her zaman kirli, oyuncağını topraktan yapıyor, bir de doğanın hayvanlarından, onlarla bir gün vedalaşabilir, buna bile hazır, o yükü bile taşıyacak kadar altı yaşında. Plastik botları, öğrenilmiş bir kız çocuğu olmayı çizmiyor ona kimse. Hayatta kalmayı öğretiyorlar yalnızca, parçalamayı, avlanmayı, yaşamayı.
İlkel, ama gerçek. Varlık göstermeye çalışan ötekiler onlar. Ve toplumun onları kendi içine sürüklemek için kullanabileceği bütün araçları reddedecek kadar gururlu. Bir de farkındalığı yüksek. Kalbindeki hastalığı onu yavaş yavaş ölüme götüren bir baba biraz da o yüzden onu evinden koparan devletin doktorunu itiyor.
Ölümü basitleştirmiyor Düşler diyarı. Yaşamı, istediğin gibi, sana ait olan yerde, tarihi yarattığın yerde yaşama mücadelesini yüceltiyor.
Kaçırılmaması gereken bir film..

11 Ocak 2013 Cuma

why so serious ?

Dün işe gelirken buzda kayıp popomun üstüne düştüm ve ayaklarım gerçekten yerden havalandı ve düşmeden önceki son beş saniye düşeceğimi biliyordum ve evet gerizekalı gibi basamakların tam orta yerinden yürüyordum çünkü biraz kızgındım, saçma sapan bir haksızlığa uğramıştım ve o yüzden hızlıydım ve böyle o merdivenlere gidene kadar ayaklarımı asker gibi yere tak tak vurarak gitmiştim ama önemli olan bunlar değildi, önemli olan daha önceden kimseden duymadığım bir şeyin başıma gelmesiydi.
Siz duydunuz mu bilmiyorum ama ben düştükten sonra geçici olarak bir de kör oldum.
Gülmeyin
O kadar ağrının ve acının üstüne evet hiç de abartmıyorum kör oldum.
Şaka yapmıyorum, el yordamıyla ayağa kalkıp, annemin sonradan sölediği kadarıyla ruha dönmüş renksiz suratım, titreyen ve yara içindeki ellerim (sol elim) ve yüreğim ağzıma gelmiş bir tırsaklıkla ve acıyla tıpış tıpış eve döndüm.
Gözlerim açık ama ben bir şey görmüyordum.
Anneme göre ağrıdan dolayı korku şoklaması geçirmiştim. Bazıları bunu hiç bilimsel bulmadı ve şekerimin düşmüş olabileceğini söyledi.
Benim ise umrumda değil o asansöre nasıl ulaştığım ve o asansörün kapısını nasıl açamadığım en kötü kısmıydı.
Bir de Javier Bardem'i düşündüm en çok.
Eve ilk girip, ağlayarak, o salondaki kanepenin üzerine kendimi yüz üstü attığımda aklımda içimdeki deniz filminin Ramon'u vardı. Ve ben o kadar emindim ki, % çok yüksek bir ihtimal bir daha yürüyemeyecektim veya en iyi ihtimal kalçamı ikiye bölmüştüm .. gibi..
Benim acı eşiğim biraz düşük.
Annemlerin üzerimdeki montu çıkarmaları yarım saat sürdü, benim kuş yemeği kadar ekmeği boğazımdan indirmem beş dakika, ağlamamın durması on beş dakika... siz hesaplayın işte.
Alt üstü karda kaymış ve düştümştüm.
Bu arada bir gün önce yine düşmüştüm. Aynı elimin üstüne ama onu komik bir hızla ve kıvraklıkla atlatmış olduğum için üzerinde bile durmamıştım.
Bu ciddiydi tabii.
Neyse yatalak geçirdiğim bir güne en çok Christian Bale ve Nolan damgasını vurdu. Tüm gün Batman üçlemesinden sahneleri izleyip  durdum. Bunun dışında Rust and Bone diye çok güzel bir fransız filmi izledim ve tamamen Anna Karerina'dan ve Age of Innocence'dan çakma izlememiniz gereken Deep Blue See, berbat bir filmdi. Sonra arkadaşlarla konuşmacalar. Üzüntülerin ortadan yok olması, kızgınlıkların geçmesi derken, yine günü ben elimde Amour'a ait 5 Oscar adaylığıyla ve Batman'imle kapattım.
Nolan'ın paralel sahneleri sunma yöntemine bir kere daha aşık oldum. Kendimden geçtim. Mesela Rises'da, Blake ve Gordon'un kurtarılması. Sürgün sahneleri ve yerin altına hapsolmuş polislerin çıkış sahneleri şölendi. Dark Knight da, iki gemideki insanların karar anları muhteşemdi, Begins de, Brucu'un vazgeçmesi ve montunu çıkardığı sahne, karanlık Ra al Ghul ile dövüş sahnesi  ve omuz yaralanması, neyse saymak istemiyorum, Joker'in dilinin durmadan dışarıda olması, o gırtlak konuşması, Bane'in fiziksel gücü ve o mistik ses tonu, Batman'in oluşması, babasıyla ilişkisi. Üçlemenin korku ve kahmanlık üzerine kıymetli sözleri.. derken, yine en son Alfred'in suratındaki gülümsemeyle uyudum.
Bu Michael Cane acaba her sahneye çıktığında benim içimdeki abuk nostalji... neyse belki benim anormalliğim. Kötü bir haftasonu girişini son anda yırttım anlayacağınız.
O yüzden yaşanan olumsuzlukları bazen çok kafaya takmamak lazım.
İnsan yaşarken ağır geliyor ama sonrasında pek bir hafifliyor.
Eğer sizin de canınızı sıkan, kafanızı meşgul eden böyle gereksiz olduğunu bildiğiniz dertleriniz varsa, en azından bugün cuma, bugünlük bir kenara bırakabilirsiniz..
Küçük bir alıntıyla iyi hisseder misiniz bilmiyorum ama
Why do we fall, sir? So that we can learn to pick ourselves up

*what doesnt kill you makes you stronger
ahahaha daha iyisi var burada
*I believe whatever doesnt kill you simply, makes you...stranger

Bazen herkesin düşmeye ihtiyacı olabilir. O kadar da kötü değil.
O yüzden yüzü asık herkese soruyorum,
hem de ben siz düşünün
why so serious??

Bakın bugün cuma ve yan yan oturduğum sandalyemin üstünden blog yazımı dahi yazabiliyorum ve ayrıca birikmiş iki günlük işlerimi yetiştirmeye çalışmam da bonus olarak ve açım hala yemek yemedim ve sigaram yok, bu özürlü yürümemle bir de bakkala gitmem gerekecek. Neyse bu pazar altın küreler var..iyi olan bir şeyleri düşünün.
Bugün cuma...sevgiler saygılar
Hepinize iyi haftasonları

9 Ocak 2013 Çarşamba

Başparmak??? itinayla kırılır, zaten yeri orası değil..

Sabah sabah aslında iyi bir güne başlamıştım, birileri bu olumlu hissiyatım içinde bunu engellemeye, beni kötü hissettirmeye falan çalıştı tabii. Tuhaf tabii. Hassasiyet yalnızca başkalarının ağzına sakız olabilir ve onlar istedikleri zaman sizin yalnızca canınızı bu nedenle sıkabilir ve sonra hiçbir açıklama yapmadan kendi .. köşelerine çekilebilirler.
E öyle durumlarda ağzı açık tırt gibi arkadan bakakalan sizin önünüzde çok seçenek yoktur tabii. Ya tüm gün noluyor ki acabalarla kıvranabilirsiniz, ya da omuz silkip, kasımpaşadan devam edebelirsiniz.
Siz bilirsiniz.

Neyse geçiyorum bunu....Muhteviyatı biraz değişti ama

Başka bir hikayeye...
Benim sevmediğim bazı şeyler vardır. Aslında garip bir cümle oldu biliyorum. Sevmediğim demeyelim de özellikle 'hassasiyet' gösterdiğim bazı şeyler var.
Bilgi önemlidir tabii. Böyle Foucault gözüyle de algılanabilir veya daha basitinden işte yeni zamanda çabuk ulaşılıp çabuk tüketilmesi, hızlandırılmış cahiller ordusu..
Bilginin oyunlarla, yarışmalarla veya arkadaş sohbetlerinden edinilmesi..
Google ile ilişkilerimiz, birer ekşisözlük veya vikipedi insanına dönüşmemiz. Makul ölçüde hepsi kabul edilebilir ama bilgi zor birşeydir. Bilgiye ulaşmak basitleştikçe onu hazinenizde tutmak o derece zorlaşabilir. Çünkü tekrar edilmeyen veya kullanılmayan bir tüketim aracına dönüşecektir.O yüzden çoğunluk birinci dünya savaşının bitim tarihini hatırlarken mondros ateşkesinde şöyle bir takılabilir. Birinci dünya savaşını bilmeleri bilginin sık kullanılmasından, mondros ise bilgisizlikten gelir (öylesine seçilmiş bir örnektir kimse üstüne alınmasın)
Konuya gelirsek, bilgi öyle kıymetli bir şey ki, ben bilgi ile konuşan insana biraz fazla kıymet veririm. Bir insanın bilgiye sahip olması gerçekten hem nadirdir hem de değerli. Bir o kadar kıymetli olan diğer bir şey ise bilgiye ve ulaştığınız ağa karşı duyduğunuz saygıdan gelir.
Bu daha çok hakkını vermiştir. Kendi emeğinizle edinmediğiniz bilgi için dili geçmiş zaman yerine, mişli geçmiş zaman kullanmak, kişinin cehaletini değil, saygınlığını gösterir. Kimse birer mucit, kaşif değildir. Tabii ki hiçbir bilgi, çok özel bir durumunuz veya kabiliyetiniz veya vs. işte bir haliniz yoksa muhakkak bir kaynaktan edinilmiştir. Ancak mesela kendiniz okuyarak, izlereyek, araştırarak, soruşturarak edindiğiniz bilgiyi herhangi bir arkadaşınıza aktarmanızla, başkasının size aktardığı bilgiyi, sizin kendi bilginiz gibi satışınız arasındaki farktan bahsediyorum.
Acıklı.
Ve anlaşılabilir.
Çünkü öyle yapınca o bilgi o insanın üzerinde emanet, eğreti durur, karşınızdaki bilgiye biraz sahip bir insansa bunu bilir, emin olabilirsiniz. Zaten sizin satış yaptığınız insan o bilgiye bile sahip değilse, o zaman konuşacak bile konu yok aslında. Davul davula denksiniz.
....geçen gün Ahmet'in dediği gibi.... veya duyduğum kadarıyla..... veya Ayşe bir kitap okumuş..... veya bu da böyleymiş tam hatırlamıyorum ama...mış......müş.......miş'ler sizi daha kötü yapmaz demek istiyorum.
Başkasının cümlesini olduğu gibi, virgülünü bile değiştirmeden çalanları ve sonra nereden çaldığını unutup onu çaldığı kişiye satanları biliyorum ben.
Yazık.
Çünkü insanı hayvandan ayıran şey, heyecanlanmayın, düşünmek değildir.
Başparmak.
Kavrayabildiğimiz ve üretebildiğimiz için tarih yaratabilmemiz..
Sonra bir gün bunla ilgili keyifli bir paylaşımda bulunuyorsunuz, mesela, hem de mesela bu kişi dünya üzerinde sizin özellikle böyle bir hassasiyetiniz olduğunu bilen iki kişiden biri ve bunu özellikle altını çize çize onunla daha önceden uzun uzadıya konuşmuşsunuz ve sizi anlamış.. gibi görünmüş veya sizi onaylamış gibi... Ve üzeriden çok zaman geçmeden sizin onunla paylaştığınız herhangi bir bilgi size geri dönüyor, hatta bu dönüş sırasında sizin söylediklerinizi bile yine dinlemeden, onun cümlelerini tamamlamanızı gözardı ederek...ve sohbet bittiğinde, -e ben bunu sana demiştimlerinize karşı, -he olabilir, hatırlamıyorum..ları...
Siz aslında o bilgiye sahipsiniz ve sırf o yüzden onun o güzel baş parmağını kırarsınız ya, hadi neyse...
Bir de anladınız ki artık ve neyseki, sorun bilgi değil, aldığı kaynak belki de.
Demek ki o kişi ya sizden bilgi almak istemiyor, bu tuhaf bir rekabet duygusundan da kaynaklanabilir veya sizi o kadar kale almak istemeyebilir.. veya bilgiye saygı duymuyor da olabilir...
3 seçenek de size tek bir fikir verir ve siz unutmazsınız.
Bazı insanlar sekiz parmakla idare edebilir işte hem de hayatları boyunca, öyle emanet ve eğreti..
Sizin elinizde on, cebinizde artı ikiniz var merak etmeyin, bilgi yine kutsaldır, güçtür neyseki. Bunu da yalnızca ona sahip olanlar bilir :)

Biraz Foucault'ya saygılarla..


Not: Aslında keyifli bir yazı yazacaktım gerçekten (dünkü kar maceralarımızla ilgili ve mutlu uyanmıştım) ama sabah sabah hem canım sıkıldı, hem de bir anımı hatırladım, içime çok dokunmuştu, onu da yeri gelmişken buraya iliştirmek istedim.

8 Ocak 2013 Salı

AMOUR

-Ya ben senin durumunda olsaydım, bunu hiç düşündün mü?
-Evet, tabii ki düşündüm, ama düşünmek yaşamak değil

Bir şekilde burjuva kültürü üzerine sinema yapmayı seven Haneke bu sefer bize en naif fotoğrafı sunuyor. Boşluğun ortasında salınan piyano, bütün duvarları baştan sona kitaplarla dolu bir salon, tüm anılarının saklandığı fotoğraf albümleri, klasik müzik dinletileri, tablolar, Anne'nin omzundaki paltosunu kibarca almaya ihmal etmeyen Georges ve çocuklarıyla mesafeli ilişkileri, ve yemek ritüelleri, ve her bir ricadan sonra teşekkür etmeleri...
Tüm o burjuva alışkanlıkların ortasında bir aşk. Albümlerin de ispat ettiği gibi, zamanla daha içe kapanan, yalnızlaşan, duvarları büyüyen bir aşk. Birlikte ölmeye karar vermiş iki insan ve yalnızca o evde, onlar için en korunaklı yerde, tüm alışkanlıklarını yaşayabildikleri ve sokağın (dışarının) tehlikesinden onları koruyan o evde ölmek istiyorlar. Biraz da o yüzden izleyici kapı her çalındağında aynı Georges gibi rahatsız oluyor. Kimsenin içeri girmesini istemiyor. Veya her bir yabancının ağırlanışında hemen bitmesini bekliyor. Ve Georges yatak odasının kapısını kilitilediğinde kendi öz kızının oraya doğru gidişini bile cüretsizce algılıyor seyirci.

Hikaye, inmeden sonra vücudunun sol kısmı olduğu gibi felç olan Anne'in kızgınlığı, yadırgayışı ve yükselen gururu, mutsuzluğuna karşı uzunca bir süre Georges'un fedakarlığını ve sabrını yansıtıyor perdeye. Onu bebeğiymiş gibi sarıp sarmalayan Georges gerçekten bize olmayacak bir masal sunuyor gibi görünüyor. Bu yalnızca verilen bir sözün arkasında durma, onu tutma derdi olmadığını daha ilk başka belli eden karakterimiz, sanki tek bir insan olmuşlar izlenimiyle dolduruyor izleyiciyi. Aynı müzikleri seven, aynı meşgaleleri olan, aynı haberleri dinleyen ve aynı şeyleri konuşan bu kadın ve erkeğin birbirlerinden bir farkı yokmuş gibi. O yüzden belki biri olmadğında diğerinin de neredeyse olamayacağına emin oluyorsunuz.
Belki biraz da o yüzden fiziksel acının bile bir çocukluk anısında kayboluşunu izlediğinizde, biraz isyan ediyorsunuz.
Sanki siz hiç sevmemiş gibi, sizi hiç sevmemişler gibi hissediyorsunuz.
Böyle bir sabır, şevkat ve aslında hepsinin ötesinde  dirayet ve Anne'ın kaybolma isteğine karşı, Georges'un onu hayatta tutma mücadelesi, biraz kendi hayatta kalmasına bağlanıyor.
Yabancılara karşı sürekli tetikte ve mesafeli olan o ev, Anne'ın ölümünden sonra ilk defa ve ısrarla bir başkasını misafir ediyor. Georges, evin açık olan penceresinden aslında ikinci kere giren bu güvercini, Anne hayattayken yaptığı gibi camdan geri özgürlüğe yollamasının aksine, tüm pencereleri ve kapıları aynı eskisi gibi sıkı bir şekilde kapatıyor ve güvercini yakalayıp göğsüne yaslıyor. Belli ki bu bir sevgi gösterisi veya belki bir çeşit veda. Çünkü nabızları birbirlerine bağlıymışcasına atan iki kalpten biri durduğunda, izleyici de artık kaçınılmaz sonu bekliyor.
Ve asla bir cinayet ile bir intihar seromonisi gibi değil.
Yalnızca Anne'a istediğini veren Georges, belki o son sahnede artık kendini hazır hissediyor.
O evden çıkmaya...

4 Ocak 2013 Cuma

Beni tanrıya inandır diktası


Ve insan gökyüzüne bir ok aktı, tanrılar bulutların arasından, yeryüzüne döküldüler.
Ve tanrı gökyüzüne bir ok attı, ve insanlar bulutların arasından, yer yüzüne döküldüler.

Duyduğu her inanç sistemine eşit mesafeden bakabilen ve tanrıya ulaşmanın en doğru yolunu bularak, varlığını bir nihai amaca bağlama endişesiyle pi, aynı ismi gibi kendini sonsuz bir döngünün içinde buluyor.
Babasının dediği gibi her şeye inanmak, aslında hiçbir şeye inanmamak değil onun için, daha çok annesinin dediği gibi o yalnızca bir yol bulmaya çalışıyor.
İnanç, tüm naifliğiyle içinde yatan sevgide anlamlanıyor, ilk defa isa ile tanışması, kutsal sudan içmesi, tanrının evini ziyaret etmesi, vejeteryenliği ve namaza durubilmesi de hep buradan kaynaklanıyor. Aslında tüm dinler aynı şeye hizmet etmiyor mu? Veya belki hepsinin karması başka bir din yaratıyor, dinlerden.
Çünkü din insan için diyor. Asla yalnız kalmamasının nedeni, hayatta kalma amacına dönüşüyor.
Onu çevreleyen tüm o gerçeklikle iletişime geçmesinin bir yolu çünkü bu inanç. Pi, okyanusun, balıkların, gökyüzünün, yıldızların ve onu kül yığınına çevirecek yıldırımın ve onu parçalara ayıracak bengal kaplanının bile bir ruhu olduğuna inanıyor. İletişime geçebileceği. Tanrının bir parçası olan. Karşısına çıkan her şeyde tanrının başka bir parçasını buluyor. Ona da ruh diyor.
Böylelikle dünya ile iletişime geçebiliyor ve belki kendince sığ kalmıyor ve cezaladırılmıyor diğerleri gibi. Okyanusun ortasında kıyamet patladığında, pi'nin gemisinde o hayvanlarıyla başka bir macereya atılıyor.
Köpek balıklarına yem olmuyor ve nuhun küçük gemisi, sandalı batmıyor, o suyun içinde binbir rengi gördükçe, gökyüzündeki yıldızların sayısı artıyor adeta. Çünkü ruhani ışığı artık görebiliyor pi, cisimleri daha önceki o mat halleriyle değil, tüm parlaklıklarıyla, fosforlarıyla algılıyor. Çünkü yaşam demek renk demek, tanrı öyle buyuruyor.
Artık tüm o kıyamet alametlerine karşı, bir inanca büründükçe yaşamak için sebep buluyor.
Bu onun tanrının diğer formlarıyla iletişime geçmesine de yarıyor. O yüzden bir etobur adasına düştüğünü hızla anlayabilecek kadar açılmış durumda gözleri.
Hayatta kalma macerasında ki aslında bu tüm insanlığı ilgilendiyor, hayatta kalma macerasında, sırat köprüsünden geçmesi için iki elinden tutan meleklere ihtiyaç duyoyor pi.
Yaşamın kendisi gibi zorluk çeşitlemeleri, altından kalkılamayacak boyutta olsa da olmasa da ona yardımı olacak tek şeyin ve inanmaya değer olacak tek şeyin bu inanç sisteminde yattığnı söylüyor Ang Lee.
Biraz da o yüzden filmdeki gerçeklik algısı, bir kaplanın küçük bir geyik yavrusunu parçalaması gibi, altından tek başına kalkamayacağınız kadar şiddetli bir negatife dönüşüyor.
Seçimi güya size bırakıyor. Ya parçalanmış bedenlerin, mat renklerin, acının peşinden gideceksiniz
Ya da fosforlu ışıklar, masal kahramanları ve tehlikesiz sular size yardımcı olacak..
Seçim sizin.
Ya tanrılardı ok atan, ya insanlar...birileri yalnızca bulutların arasından süzülen oldular.
Ben ise kendimi bildim bileli, mercan adasıyla, sineklerin tanrısı arasında, sineklerin tanrısından yana gördüm.

Ang Lee o kadar parayla ve görüntü kalitesiyle en azından satacak daha gerçek bir hikaye bulsaydı, çünkü kimi masallar yalnızca gerçeklerden beslenirken, kimileri yalnız kendilerini beslerler, unutmamak lazım. Din ve tüm o inanç sistemi belki masalsı bir dünyada sizi hayatta tutmaya,  daha iyi yapmaya, acınızı azaltmaya yarayabilir ama, bu dünyada, eğer tek şansınız varsa tanrı için değil de, ilk önce insan için mücadele etmek zorundasınız. Yoksa bakın etrafınıza, her şey gerçek...
Su sesleri, yaprak hışırtıları, hafif bir meltem, milyonlarca yıldız, şenlikli bir okyanus ve kucağınızda yatan bir bengal kaplanınız yoksa, demek ki bir rüyada değilsiniz..
Ennis Del Mar'ın elindeki fotoğrafın penceredeki manzaraya yansımasıyla biten bir sahne ve yalnızlığın keskin acısı ve yapmadıklarınızın pişmanlığı kesinlikle daha gerçektir.

2 Ocak 2013 Çarşamba

2013

Bizim işler zaten hiç kolay olmaz, en kolay olanların içinden bile bir zorluk, bedevilik çıkarmakta uzmanlaşmış bile sayılırız. O yüzden benim beklentim o kadar büyük değildi ve o yüzden olabilecek hemen hemen tüm aksiliklere karşı kendimi bir nebze de olsa hazırlamıştım ve ne de olsa 13 geliyor kafasındaydım. Benim uğurlu rakamım, ne kadar kötü olabilirdi ki???
Merak etmeyin olmadı da.
En azından benim için.
Cuma saat 17 00'da outlooka düşen pazartesi günü tatilsiniz mesajı bana toplan 4 günlük tatili müjdeliyordu. Kesintisiz mutluluk başlamıştı yani ve topu topu bir saat sonra işten çıkıyordum. Mötişşş. Sonra nunumla buluşup yemek yeme ve sonrasında erkek kısmıylan bir nevi kaş/kartepe tarafıylan:) bir şeyler içme planım vardı.
Ayın 28'inde maaşımızı yatırmışlardı. Vauuvvv doğrusu. İyi bir başlangıçtı yani.
Cumartesi günü eski dostlarla barışma, on yıllık kırgınlığı sonlandırma günü oldu benim için. Ve tabii bir de amerikalardan gelmiş arkadaşımızı yıllar sonra görüyorduk, artık ikizlerin babası olan sırdaşımızla buluşacaktık falan derken özel bir gece oldu. Eski efsanevi dörtlü bir araya geldi. Güzel bir yılbaşı arifesiydi ve ben, benim için çok kıymetli olan arkadaşımla tekrar bir araya geliyordum. Sanki aradan o kadar yıllar geçmemiş gibi, gerçek bir sözdü. Çünkü gerçek arkadaşınızla ne zaman bir araya gelseniz zaman geçmemiş gibi devam edebilirdiniz. Bizim de öyle oldu ve kendisi pazartesi sabahı, yani yılbaşı sabahı benim yeni yılımı ilk kutlayan kişi oldu :)
Pazar gününü atlamıyorum tabii ki. Çünkü pazartesi günü çok kalabalık olur diye düşünerek Bora'yı pazar günü alışveriş yapmaya ikna etmiştim. Sabah yaşanan üst üste aksiliklere rağmen saat 16 civarında Metro alışveriş merkezine giden biz yaklaşık iki saat süren alışveriş krizinin üstüne bir buçuk saate yakın kasa sırası bekledik! Abartmıyorum ki kasa sıraları reyon sonlarına kadar uzuyordu ve biz sıra beklerkene kelime avında ustaların ustalığına doğru.... şaka şaka... hala pek bir şey yapamıyoruz.
Neyse o kadar saat sıra bekleyip sıra size geldiğinde metro kartınızın olmadığını hayal edin.
Bizim yoktu. Bora bana ben ona öyle saçma sapan bir süre baktıktan sonra, o elindeki telefonla girişten yeni kart çıkarmaya ben elimdeki telefonla bizim çocukları kart numarası için aramaya....
ikimiz tekrar bir araya geldiğimizde,i kimizde de kart veya numarası yoktu. Detaylarına girmeyeceğim ama arka sırayı biraz hayal edin ve kasiyer kızı ve benim suratımı.
Evet Bora'nın boyu benden biraz uzun doğru. O yüzden onu böyle zıplayarak dövmek istedim!
Neyse.
Bir de ta bir ay önceden kafaya barmen olmayı takmış ben, yılbaşında tonla kokteyl yapmaya hevesliydim. Yok ben içmemler, yok çok masraflar, yok elinizde tarif yoklar, yok hebalar sonucunda gözleri dolmuş, alt dudak titreyen ben bir de hayallerimden o alışveriş günü vazgeçtim.
Buna da neyse, elimizde azaltılmış içki listesiyle beklediğimizden daha fazla para ödeyerek yaklaşık bir üç buçuk saat sonra metroyu terk ettik.
Yılbaşı günü
Sevgili yaso, Tunalara gitmek üzere beni saat 5 civarı siteden aldı. Bu arada onlara bir ay yetecek kadar erzak aldığımı görünce bir daha beni tek başıma (bir nevi) alışverişe yollamamaya ne kadar kararlı olduğunu söyledi.
Ben galiba biraz bu işlerden anlamıyorum.
Sanki dünyanın son gününe hazırlanan acemiler gibiydik. Apartmanın önünde Tuna yazlıkçılara has halimizde sırf ama sırf taşıyamadığımız biraları yüklenmek için sırt çantası getirdi. Merdivenlerle en üst kata, o zorlu ve zorunlu tırmanışı yaparken hem elimizdeki poşetler hem tunanın sırt çantası hem de yaseminin göbeği ve benim kol kaslarım çatlamak üzereydi.
Kazasız atlattık çok şükür.
Sonra hızlandırılmış hazırlıklar başladı. Hızlandırılmış aperatifler hızlandırılmış makarna, köfte sosis ve mezeler ve diğerleri.....
Herkes saat 8 civarı masaya oturduğunda, biraz benimkinin asık suratı biraz elvonun buz gibi elleri falan derken umudum biraz kırıktı doğrusu. Bir de projeksyonun lambasının yanmış olması, bizim bilgisayar ekranından tv seyretmemiz ... derken ve benim shakerı evde bırakmak. Pöf.
Bora'nın beli ağrıyordu. Aslı tabu yu unuttuğum için biraz kızmıştı ve işte en çok Adolf eğleniyordu. Kedimiz :)
Sevgili Aslı, Adolf'un adını hitler diye hatırlayıp durdu.
Adı gibi olmayan kedimiz gece boyunca birimiz için tek
neşe kaynağıydı.

Neyse biz de sonra yemek sonrası, yavaş yavaş biranın yanında şutlanmaya başladık. Şu resimde gördüğünüzden işte envai çeşit içtik. Aldığımız şarabı, votkayı, tekilayı ve işte rom falan bir de tuhaf şurublar ve yine tüm o meyva karışımları falan var. Usta Yasemin tüm hünerini gösterdi ve bize gerçekten abartmıyorum kokteyl ziyafeti çektirdi. İçtikçe içen, içen de içen biz zaten bir yola girmiştik.
Kimimiz hazırlıklıydık tabii, ben ve kızlar ekibi! Kesinlikle şarapla rakıyla kendimizi şişirmemiştik. Az bira ve şut ve az bira ile tüm geceyi, sarhoş olmadan, çakır modda geçirebildik.



Poz vermek için bir ara gelişlerimiz... evet haklısınız biraz zor oluyordu ama hepimiz ayakta! durabiliyorduk. Her defasında birinin canını yakmayı başardığımız pozlarımız bizi bizden aldı :) Her fotoda en az birinin kesin yüzünün asık çıkmasının tek nedeni bu değildi tabii. Her fotoda yüzü asık çıkan sevgilim biraz uykusuz biraz sırt ağrılı ve biraz... ondan bundan derken zaten onun saati 12 etmesinin tek nedeni kibarlığıydı. Herkes bilir. En fazla onikiye kadar kibar olan benimkisi aslında bir balkabağına dönüşecektir ve o yüzden, tez elden, odadaki tek üçlü/ikili koltuğu istila edip, güzellik uykusuna çekildi.  Olsun yine de tüm yerler bizimdi...




Ve şu yan tarafta gördüğünüz poza giden yol gerçekten ince ve meşakatliydi. Mutfakta dakikalarını harcayanlara veya onları hiç üşenmeden zahmetle bize servis edenlere sorun arkadaşlar. Ben ki hazırlık aşaması hariç o popomu oturduğum yerden bir saniye bile kaldırmayan ben gördüğünüz üzere orada hayır, Zumba yapmıyorum. Küçük bir jimnastik gösterisi falan da değil. Evet aynen gördüğünüz gibi göbek atıyoruz. Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir. Zaten ağırlık falan yok ortada da, kaç metrekarelik alanda da kendimizden geçip, ekip dansı yapabildiğimizi göstermiş olduk sanırım. Ve arkadaşlar, erkeklere arkamızı dönerek oynamamız ise... ahhaahaha..
Duvara dönük oynuyoruz resmen ya. Daha neler!!


Neyse iyi kötü içip, dans edip falan geçen saatler sonrasında yine bora uyuyor bu sıra... Sıra tombalaya geldi. Ve uğursuz ve gudubet ben size demiştim dimi? 13 benim yılım. İki kere üst üste tombala yapan ben, beş para vermeden katıldığım çekilişten en çok parayla çıkan oldum. Ahahaha, bu sırada durmadan kaybeden çiftin (yaso/tuna)dipdibe göz göze oturmasına karşın, boranın üçlü kanepede uyuyor olması da pek bir manidardı.. siz anlayın.

Ve işte şu sol tarafımda gördüğünüz son sahne var ya, gerçekten yaklaşık olarak yarım saat sürdü ve gerçekten gider ayak çalan mezdeke ile manyakça dans ettik ve gerçekten yarı uyuyan bora kapı önünde sıkıntıyla o kadar süre bizi bekledi ve tuna durmadan manyaklığımız belgelemek için bizi çekti ve biz hiç oynanamışlar, bu hakkı ellerinden yıllar önce alınmışlar, bunu tekrar kazanmanın heyecanıylen olacak ki, hiç durmadan, vücudumuzun tüm kaslarını hareket ettirircesine dans ettik.
Sapık mıyız neyiz bilmiyorum ama alkolun bizim bedenimizdeki etkisi de bir tuhaf oluyor. Doğum yıllarımızdan kaynaklanabilir 79/80/81 olarak bizim devrelerde biraz yanma, biraz kayma falan görülebilir. Diğerleri genelde yaşına ve biraz başına uygun, bazılarında o kayış hiç yokmuşcasına falan davranıyor zatiii..
Neyse gecenin sonu ise kendine yakışır bir şekilde, dünyanın en komiklik şakalar taksisinde, öne oturan gecenin en sarhoşu ve eğlencelisi olan koricanın, şöferle giriştikleri fıkra şenlenmesiyle sona erdi. Arka tarafta durumdan dolayı şoklanan bizler, gülmekten kramp giren midelirimizi tutarken, şöfer amca herkes alacak dansözünü kendi evine tabii diyor. Koray ise yok at-maması, yok bit-memesi üzerine yaptığı esprilerle tarihe adını bir kez daha yazdırıyordu...
En kötü günümüz öyle olsun diye diliyor ve yılın ilk iş gününde herkese mutluluklar diliyorummmm..
Ay Lav Yu...

Küçük notlar:
*Evet gece saat 11'de ilk defa yayınlacak olan biscolata reklamını bir süre ipad başında beklediğimiz doğru
*O ses türkiye programında çıkan ünlüleri tahmin etmek için gözümüzü kapattığımız ve arkamızı döndüğümüz de
*Tombala sonunda kazandığımız tüm paraları geri paylaştığımız
*Gecenin başında sarhoş olacak gibi bahis yatıracaklarımın turp gibi çıkması
*Erkeeemin, saat on iki dedin mi şıp diye uyuması
*Manyakça şutlanmamız
*Yaso/Aslı dans şov beni benden zaten aldı
*Victria Secret'ı erkeklerin değil kızların izlemesi
*Gecenin sonunda Jose Cuervo içilmesi....

Hep böyle olsun, hep böyle.....