28 Aralık 2012 Cuma

Mutlu Yıllar

Çift rakamlardan nefret ederim. Bu hep böyleydi. Öyle tuhaf batılları olan bir insan değilim pek. Ama bir yerde konusu olduğunda şap diye yapıştırırım lafımı hemen, hiiç tereddüt etmeden
"Çift rakamlardan nefret ederim"
Şöyle bir muhakeme yapıyorum, öyle derinlemesine inmeden. Tabii her yılın güzellikleri var, kendince başarıları, iyilikleri falan ama benim için 2013 başka bir önemli.
Geçen gün bir arkadaşım da aynı şekilde anımsattı, ama tam hatırlamıyorum.
Bu arada en sevdiğim rakam 13. Bir nevi benim uğurlu sayım. Bu en çok 13.cuma filmine olan ve size manasız gelen tutkumdan da kaynaklanabilir, veya uğursuzluğuna inanılan bir şeye sahip çıkma güdüsü de olabilir ki aynı nedenden kara kedileri çok severim, merdiven altından geçerim ve evet gece tırnak keserim.. Neyse hem çift hem 13'lü yaşayacağım ilk ve son yıl olacak 2013.
Çok hoş değil mi?
Ben bana uğur getireceğine inanıyorum.
Bu sene hayatımdaki en büyük değişiklik iş değiştirmem oldu. 7 sene boyunca aynı yerde çalıştıktan sonra oradan emekli olacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Bir de vazgeçiyorsunuz. Üşeniyorsunuz, tembelleşiyorsunuz. Benim hala orada, 7 senenin üstüne devam eden arkadaşlarım var (darısı başlarına) neyse büyük ve önemli bir adımdı benim için. Ve bir de hayatın başka taraflarını gördüm, daha gerçek ve daha mesleki...Biraz geç de olsa iyi bir gelişme oldu benim için.
Ve ilişki koçluğum, ben biraz ilişki koçuyum. Kendini yönetemeyenlerden, kel ve merhem arasındaki ilişkiyi bilen bilir, ben akıl vermekte mötiş yetenekli, kendiyle ilgili bunun antisi olan dehalardanım:) neyse yıl sonuna doğru en azından bazı şeyleri daha rayına oturtmuş bulunmaktayım. Şimdilerde her şey biraz daha kıymetli ve sakin gibi. Alışmışlık da olabilir ama böyle olması çok hoşuma gidiyor.
Bir de asla bitmeyen 3-4 senedir ağzıma yapışmış kitap projem var. 13 bölümlük kitabımın 13.bölümünün son 6 sayfasındayım :) redakte edip bitirmek ve ilgili kişiye vermem gereken kitabımı, hayırlısıyla 2013'te bitirmeyi planlıyorum.
Çok müthiş şeyler izleyemedik 2012'de. Tabii Barbara, Michael (beni yerden yere vurdu ama), hala izleyemediğin Hunt var (şu an aklıma geldi bu arada akşama onu halletmeliyim :)) ve benim için en önemlisi Rises :) hariç. Aslında şu an kafam durdu, ama büyük projelerden beni Rises hariç büyüleyen pek bir şey yoktu diye hatırlıyorum.
Promethues fena değildi. Tabii ki çizgi film uyarlamaları...
Neyse 2013 de daha daha iyi filmler bekliyorum. Bir de hastası olduğum kişilerden daha iyi filmler bekliyorum.
2013'te bir öykü kitabı yazmayı planlıyorum. Tüm anti ütopya kitaplarımı tekrar elden geçirdikten sonra, küçük distopik hikayelerden oluşan bir kitap yazmayı planlıyorum.
Ve daha çok spor. Yazın havuz kenarında küçük bir Victoria Secret yürüyüşü yapmayı ve üstüne üstlük kendime o kanatlardan almayı...... :)
Kızlarla biraz daha vakit geçirmeyi....
Hooopsss en önemlilerden bir tanesi, tabii ki en azından bir kere daha kaymayı planlıyorum.
Umarım Bora bu yazıyı okumuyordur. Yoksa yüreğine düşen yangını hissedebiliyorum :))
Yazın bir terslik olmazsa yine dalmayı, sonra Bora'yı ikna edersem biraz dağa tepeye çıkmayı..
AAa tüm bunların öncesinde nisan ayında arabayla Romanya ve Transilvanya sehayati.. Off bir kaç kişiyi daha ikna edip, iki araba o yola gitmeyi planlıyorum. Çünkü ben en çok vampirlere inanıyorum. Hatta onların hastasıyım denebilir. Böyle kolum bileğim açık, boynumu yan yatırıp gezeceğim. Yemin ederim. Tüm şah damarlarım al senin...falan diyeceğim :) yerse tabii.
Ve yazın büyük bir amacım daha var ama onu buradan yazmayacığım. Nazar mazar değmesin. (tutarlılık)
Belki biraz da kenara para atmayı planlıyorum. Bakalım söz vermiyorum ama. Ve hayır kredi kartımı kırmayacağım kesinlikle. Yeni yılda da biraz alışveriş yapacağım. Bir kaç güzel şey var aklımda onları alacağım.
Biraz gezmek istiyorum. Böyle yakın yerlere gitmek istiyorum. Biraz daha rakı içmek, arkadaşlarımla sohbet etmek, masa kurmak istiyorum.
Festival festival dolaşmak ve tüm ödül törenlerini izlemek istiyorum.
Olmadı bir gün o ödül törenine gitmek istiyorum.
Ve evet henüz izlemedim ama Daniel Day Lewis küreyi alsın istiyorum ve Homeland tabii ki. Argo'dan ve onun getirdiği senatörlük tartışmasından tiksinmem bir yana artık aynı propogandaları duymak istemiyorum.
Ve Nolan'ın yazdığı züpermen hemen gösterime girsin istiyorum :) ki züpermeni ben hiç sevmem.
Batman bittiiği içn ağlamak da istiyordum ama geçti, erkeğimi Malick'li yeni yeni projelerde görmenin heyecanı kapladı içimi :)
Ve biraz da sizin için olsun;
Tüm sevdiklerimin ve herkesin yeni yılı hak ettikleri güzellikte olsun diliyorum.
Daha çok çalışın daha çok yorulun ama ne olursa olsun tembellik yapmayın, yan gelip yatmayın böylelikle daha daha mutlu olun diliyorum.
Bir de küçük süprizleriniz olsun. Şeker tadında böyle. Büyük değişikliklere yol açmayan ama kendinizi iyi hissedeceğiniz hoş süprizler olsun.
2013 kötülere inat iyilerin yılı olsun diliyorum
Mutlu yıllar arkadaşlar, iyi olan herkesi seviyorum..
İyiliğin tanımı bende biraz değişik, paniğe kapılmayın :)


Yahu bir de şu resme bakınca insanın çocukluğu geliyor aklına, kırtasiye önlerinde o dönen zımbırtıların önündeki hediyelik kartlar.. Çeşit çeşit alınan o kartlar, bugün bile bende değişik bir hayal etkisi yaratıyor. Evet doğru biraz Bedişleşiyorum. Yani allaana ya baksanıza şu resme, insanın ufalıp şuracağa giresi geliyor. Bir şömine hayal ediyorum, sıcacık bir ev, yeni yılda sokakların bembeyaz olması, huzur verici bir sessizlik ve o camdan dışarı seyretmek istiyorum. Bir de tombala oynamak. Evde rahmetli dedem olsun istiyorum. Hani beni büyüten bana bakan, sırdaşım dedem olsun. Sonra bir ara dışarı çıkıp kartopu da oynamak istiyorum. Aynı yazın sokak aralarında, kaldırım üstlerinde patlatılan çatapat gibi, arkasında bıraktığı hoş koku gibi, yüzümde aralıksız bir tebessüm olsun ve hayat bu kadar zor, derin ve anlamlı ve çelişkili olmasın istiyorum. Çocuk gözüyle bir kartpostal güzelliğinde ve naifliğinde herkese gülücükler katsın diliyorum...
Mutlu yıllar, sevdiklerinizle..

**Bu arada bu yazı bu yılın son yazısı olduğundan, biraz erken yazılmış bir yılbaşı yazısı oldu

27 Aralık 2012 Perşembe

Kıyamet sonrası ve sinema

Aslında bu kadar fantastik hikayelerin yaşandığı ve fantastik açıklamaların yapıldığı bir ülkede, zamanda insan sinema ile gerçekliği bazen birbirine karıştırabiliyor. Haklısınız.
Bazen hangisinin daha gerçek hangisinin bir senaryo olduğu anlaşılmayabilir. Ve kimbilir belki herhangi bir gelecekte, geçmişimizi düşündüğümüzde kurgusal olanı anılarımız sanabiliriz.
*Mesela üniversitesine 3500 tane askerle giren bir başbakan, fantastik bir film kahramanından başka ne olabilir ki?
*Yüzlerce öğrencinin cezaevlerine tıkılması kıyamet sonrası teorilerinden biri değil mi sizce de?
* Bütün görsel ve yazılı basının tek bir elde toplanması ve yönetilmesi, büyük biraderin durmadan bizi gözetlemesi, anti ütopik bir gelecek tasarımı değil de ne?
*İşsizlik oranının bu kadar yükselmesi karşısında hareketsiz kalan onbinler ve açlık sınırının genişlemesi ve bunlara rağmen iktidarın tekrar ve tekrar %50 oy alabilmesi, "They Live" filminden kalma uzaylıların etkisi altında olmanın bir işareti değil mi?

Aslında her şeyi bazen bir kenera bırakmak gerekiyor haklısınız, bazen yalnızca sinema insana iyi gelebilir. Belki bazen daha kötüsünü görmek şu an için şükretmek anlamına da gelebilir, bu da muhafazakar sinema olarak yerilebilir ancak bence hepsinden çıkabilecek başka bir anlam var. Bugün o yüzden populer olan the day after tomorrow veya armegedon veya onun gibilerden bahsetmeyeceğim. Ama bilim kurgu ve fantastik sinemada bende iz bırakanları biraz anmak istiyorum.
Ortaya karışık olarak..

Dün The Bay (2012) filmini izledim. En sevdiğim kıyamet teorilerinden biri. Kaynağı en başta belirsiz gibi görünen bir virüs, bakteri yayılıyor ve ilk önce tüm deniz canlılarının sonra insanların hızlı ve acı çekerek ölmelerine neden oluyor. Amerika'da küçük bir sahil kasabasında başlayan hikayenin 4 Temmuz gününe denk gelmesi de oldukça manidar. Ama filmde yalnızca kamera görüntülerini kullanılması (telefon,güvenlik, araba, sokak, tv çekimi, gizli kamera..) gibi ve tam olarak kimsenin hikayesi olmaması güzel bir kafa. İzleyici kimseyle empati kurmuyor ve kimseden direkt nefret etmiyorsunuz. Ancak iyi bir öykü olmasına rağmen yine de bazı yerlerin kısır kaldığını vurgulamak isterim. En sevdiğim konulardan biri olan bu bilim kurgu filmi biraz da o yüzden bana ondan önceki ustalarını anımsattı.
The Happening, doğaya dönen bilim kurgu yüzü, bize doğanın kendisiyle can vermişti veya Cloverfield'da başlayan bir gençlik hikayesi, hızla bir istilaya dönüşmüştü ve hareketli kamera bizi hikayeye biraz daha inandırmıştı. The Mist keza dinin muhafazakar ve dogmatik yönünü sorgulayan mistik bir film olarak hafızama kazınmıştır, aynı etkiyi yine bir Shyamalan filmi olan The Village da bana göre toplum düzenine karşı gerçekçi bir bakış açısıydı ama bilim kurguyla alakası olmadığndan onu geçiyorum. Ancak yine de The Village'ı eğer izlemeyen varsa tez zamanda bu açığı kapatmalarını ve Shymalan'ın en iyi filmini görmelerini öneriyorum. Kırmızı renge olan toplum yaklaşımı da dillere şayandır, bilginize..
Neyse aslında bilim kurgu denince akla gelen Blade Runner, Stalker veya Aliens gibi kültlerden bahsetmek istemiyorum veya Star Wars/Trek veya Geleceğe Dönüşler... hepsi kendi alanında çok başarılı filmler ama benim gözümde mesela 28 Days/Weeks Later gerçekten kıyamet sonrası hikayeleri için büyük bir öneme sahip. 28 gün sonra filminde, Jim'in yattığı hastane yatağından büyük bir sessizliğe uyanması ve her şeyden bihaber olması, hastane odasının camından baktığı dünyadaki yalnızlığı ve çaresizliği ve o sokaklarda tek başına hiçbir şey bilmeden yürümesi ve aynı anda arkasında, çevresinde büyüyen tehlike seyirciye görsel bir ziyafet çektiriyordu. Zombi filmlerinin meraklısı olmayanlar için bile, Danny Boyle'un gerçekçi atmosfer oluşturmaktaki başarısı tartışma götürmezdi. Yine kıyamet sonrası hikayelerinden olan Contagion yalnızca yıldızlı kadrosu ile değil, kıyametin 2. günü ile hikayeye başlayıp, gün be gün ilerlemesi ve yine gerçekçi çekimleriyle ilgi odağı olmuştu. İnsanlar arasında hızla yayılan ve kaynağı belirsiz virüs karşısındaki çaresizliği çok güzel bir dille anlatan filmin 1. gün ile bitmesi ise güzel bir süprizdi, yine bence.
Ve The Divide, aslında dışarıdaki dünyada yine nedeni belirsiz bir şekilde patlayan bir kimyasal bombanın dünyanın sonunu getirmesiyle başlayan film, bu kıyamet hikayesinden çok bize bir mahzende kilitli kalmış insanların nasıl çileden çıktığını ve birlik beraberliğin nasıl bir Mercan adası hayali olmadığını anlatan nitelikli bir filmdir. İktidar savaşı için insanların kendi somut koşullarının değişmesine aldırış etmemeleri ve o baskın egonun fiziksel koşulların ötesinde bir güce sahip olduğunu gösterir izleyiciye. Mahsur kaldıkları kapının arkasında patlayan bir kimyasal bomba ve sona eren hayata karşılık, asıl yaşanan cehennemin içeride, insanların yaşamak için oluşturdukları mahzende olması biraz düşündürücüydü doğrusu.
Bir İngiliz filmi olan Monsters da hem çekim kalitesiyle hem hikayenin gerçekçiliğiyle akılda kalanlardan bir tanesi. Farklı sınıflardan gelen iki yabancının birbirini tanıma hikayesinin işlendiği değişik bir kıyamet filmiydi. Bir filmin iyi olması için büyük bütçeli olması gerekmediğinin ispatı niteliğindedir Monsters. Gerçekten ağızda tatlı bir tat bırakan bu filmi de izlemeyenlerin tez zamanda görmelerini öneririm. 
Yine The Road filmi kıyamet sonrası bir baba kızın hayatta kalma hikayesinin nasıl başladığının bir önemi yok. Dünyanın nasıl o hale geldiğiyle bile ilgilenemiyor seyirci. Asıl önemli olan, hiçbiri kahraman olmayan insanların tutunma çabası. Viggo Mortensen'in hayat verdiği baba, kızının gözündeki tek kahraman yalnızca ve en büyük yoklukta bile gidilecek bir yerin olduğunu, mücadele etmekten vazgeçmemek için her zaman bir neden olduğunu gösteren, umut veren bir film The Road.
Lars Von Trier'in Melancholia ise yine favorilerimden biri olmuştu. Dünyaya hızla yaklaşmakta olan bir başka gezegenin getireceği bir sondan daha çok, sonu gelmekte olan dünyadaki yüzeysel, sığ ve yalan ilişkiler üzerine ve onların gerçekliği üzerine, cesaretin ne olduğu üzerine veya inancın, muhteşem bir filmdir. Yalnızca son sahnede kurgusal oluşturdukları çadırın altında tereddütsüz durmalarının verdiği abartı hissi dışında her şey o kadar şiiresel ve bir o kadar teatral işlenmiştir ki, büyülenmemek söz konusu değildir. Korkakların cesurlaştığı, cesurların maskelerinin düştüğü bir ayakta kalma hikayesi de diyebilirz. Toplumsal bir zorunluluk olan klasik bir üst sınıf evlenme seromonisiyle başlayan film hızla tüm ahlaki perdelerin devrilmesine tanıklık ettiriyor seyirciyi. Ve bu yalnızca dünyanın yaklaşmakta olan sonuyla ilgili değil, ayrıca bu kostümlere ve zorunluluklara bir dayanamama hikayesi.
Yine benzer filmlerden biri olan Another Earth ise ilk filmini izlediğim Brit Marling'in yaratıcı kaleminden çıkmış güzel bir öykü. Dünyanın aynısından bir tane daha bulunsa ve o dünyada sizin tıpkınız bir yansımanız olsa ve o dünya hızla size yaklaşsa ne yapardınız. Ve hayatınızda, geçmişinizde değiştirmek istediğiniz çok büyük bir utancınız var, bir ömürboyu bunun ağırlığıyla yaşamak zorundasınız veya değilsiniz, kimbilir belki size başka bir seçenek şansı daha sunuyor bu son, bu son fikri. Another Earth yine düşük bütçeli ama başarılı bir film.
3 tane ayrı hikayeden oluşan Doomsday Book ise 3 ayrı kıyamet hikayesin anlatan yaratıcı bir film. Yedikleri etteki virüsten dolayı çıldıran insanların hikayesi birinci bölümü oluşturuyor, besin zincirinin halklarının bu çıldırış da nasıl yer bulduğunu anlatıyor; ikinci hikaye ise insanlar mı daha gerçek yoksa bir robot mu. Peki insanın kendi eliiyle yarattığı bir robot, insan zekasını geçebilir mi, peki ya tanrı olabilir mi, sorusunu cevaplıyor ve üçüncü ve benim favorim olan hikayede ise, dünyaya hızla yaklaşmakta olan meteor veya gezegen sizce ne olabilir. Dünya nüfusunun çoğu ölümle yüzleşmek üzere, kaçabilecek yerleri olanlar sığınaklarına koşuyor. Peki orada ne kadar dayanabilecekler. Ya peki o meteorun!! dünyaya yaklaşmakta olması ya senin küçük bir internet siparişinle gerçekleştiyse.. Güzel bir Güney Kore filmi, bilginiz olsun.
Eski bir film olan Water World gerçekçi bir gelecek tasviri olmasına rağmen iyi yönetilmemiş bir filmdi bence ama Reign of Fire'ın (kesinlikle Christian Bale'e kıyak geçmiyorum) ejderhaların dünyasına sıkışmış olan insanların hayatta kalma mücadelesi bir kenera, aptal amerikanlıların aptal politikalarını yeren ve hiçbir koşulun onların cehaleti ve nobranlığı üzerine bir etki yapamayacağını gösteren eğlenceli sahneleri için bile izlemeye değerdi.
Miniroty Report yine geleceğin dünyasında, suçu önceden belirleyip cezalandırma uygulamasının doğruluğu üzerinde duruyor. Suçu önceden tespit etmek gerçekten işlenmesi anlamına geliyor mu sizce de. Ya insani olan her şey hatalarımızla birlikte varsa ya kahinlere hiç ihtiyacımız yoksa ve suç ve hata ve eksikliklerimiz bizi daha doğru yapıyorsa gibi soruların üzerinde duran başarılı bir distopik filmdi.
Hemen buradan atlayacağım Butterfly Effect ise mükemmel gelecek tasarımının asla olamayacağı üzerine bir film. Hiçbir şeyi mükemmelleştiremeyeceğimizi kabul etmemiz gerekebilir. Doğru insanla doğru ilişkiyi yaşamanın hiçbir yolu olmayabilir veya o yalnızca doğru insan olmayabilir.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind ise şu hayatta bazen gerçek kılmak istediğim tek film olabiliyor. İnsan acıya bir nokta sonra hiç dayanamayabilir. Birini en çok ne kadar sevebilirsiniz? Michel Gondry'nin muhteşem yönetmenliğinde Joel Barish aşkın ona verdiği acıya daha fazla dayanamayacağına karar veriyor ve hayatının tek aşkını tüm hafızasından sildiriyor. Clementine'i. Bu işlem sondan başa doğru işliyor. İlk önce yeni anılar sonra daha eskiler ve sonra yok oluyor. Hikaye asıl olarak bir birlerinden vazgeçmemeye karar veren ikilinin tekrar birbirlerine tutunma hikayesine dönüşüyor.
Biraz ağırlıklı bilim kurgulara dönersek yine John Carpenter'ın They Live filmi, en şahane senaryolardan birine sahiptir. Muadilleri de vardır aslında sinema tarihinde ama bir uzaylı istilası altında bir iktidar savaşını ve iktidar araçlarını tüm çıplaklığı ile veriyor film. Yavaş yavaş insanları kimliksizleştirmeye çalışan uzaylıların kullandığı sloganlar bugünün dünyasına da hiç yabancı değil. Düşünmeyin, sorgulamayın, yiyin, için, yatın... cinsinden. Size de tanıdık geldiyse eğer filme de göz atmanızı öneririm. Eskimeyecek filmlerden bir tanesi.
Yine iyi bilim kurgulardan sayılar The Day The Earth Stood Still'i ben pek sevmem doğrusu.
Vanishing on the 7th street, ilgi çekici bir başlangıç yapsa da, insanların bir anda kaybolmaya başlamaları ve karanlık arasıdaki ilişkiyi iyi bağlayamamış filmlerden bir tanesi bence.
12 Monkeys en iyilerden sayılmakla beraber, The Fifth Element, The thing, Gattaca ve yine bunların arasında en favorim olan Dark City kesinlikle ölmeden hatta yaşlanmadan izlenmeli. Truman Show'u andıran Dark City gerçekten hem kurgusal hem konu bakımadan güçlü bir film. Dünyanın düz ve metalik bir tepsiye dönüştüğünü düşünün. Kaçabilecek hiçbir yeriniz yok ve sınırlar sizin her tarafınızda. Kimsenin bir geçmişi yok, tüm geçmiş yalancı günün gece saatlerinde yer değiştiriyor. Geçmişi olmayan insanlar sizce geleceğe sahip olabilirler mi? Bir başka anti insanlaştırma filmlerinden bir tanesi..
Ve en son olarak benim diğer favorilerim;
Anti ütopya hikayelerinden uyarlama olan filmler gerçekten edebiyatta da önemli bir yere sahipler. Gelecek kurgusu belki yazılanlar kadar karamsar olmayabilir ama bir bakış atmaktan zarar gelmez çünkü sanatın, düşüncenin hatta üremenin sınırlandığı, yasaklandığı bir zamana o kadar da yabancı olmadığımızı düşünüyorum
Equilibrium ve Never Let Me Go ve Matrix ve 1984 (ilk önce okunmalı tabii) ve güçsüz bir senaryoya sahip Looper izlenmeli..
İnsan tarlaları, renklerin, parfümün, tablolalır yasaklanması, peki hangi dünya daha gerçek sizce. Kablolar arası geçiş yapabiliyoruz ve insan orduları, yığınlara dönüşmüş omurgalılar yalnızca. Bir ses durmadan tepelerinde, onlara ne yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını söylüyor ve her zamanki gibi insanın doğasına aykırı bu insani durumda bir isyan, bir başkaldırış var. Birileri bozdukları düzeni yine eskiye çevirmek istiyor. Ya bir gün her şey için geç kalınırsa,ya yıkması yüz yıllar alan hayatlarımız, tek kalemde tekrar kazanılmazsa..

The Island ve Repo Man ve K Pax ve In Time (iyi bir konu ama güçsüz senaryo örneklerinden kendisi), Fountain vs...
Ayrıca toplumsal eleştiri yönünün ağır bastığı en iyi bilim kurgulardan biri olan District 9, yasaklı bir bölgeye tıkılmış uzaylılar ve Nijeryalılar. Hangisi daha ürkütücü. Ve biz dünya insanları, uzaylıları bile sınıflandırabiliyoruz ve faşist politikalarımızı onların üzerinde bile gerçek kılabiliyoruz. Bu yalnızca bir sinema filmi değil bence. District 9 aynı zamanda, sınırsız baskı, korku ve otoritenin filmi. Onlar, yani yabancılar mı daha çok tehlikeli dersiniz, bence filme bir göz attıktan sonra tekrar konuşabiliriz.
Unutmadan Moon filminden de kısaca bir not düşmek istiyorum. Kimin daha çok insan olduğu üzerine. Kimliğin doğuştan bir hak olup olmaması üzerine, Never Let Me Go'nun korkunç hikayesini anımsatan Moon filmi, tek başına bir "insan"ın uzayın sonsuzluğunda hayatta kalma mücadelesi. Kaçırılmamalı derim.

Bilim kurgu sinemasından sevgilerle...

26 Aralık 2012 Çarşamba

kahırdan kara nehir

951'de bir denizde bir gençle yürüdüm üstüne ölümün..
Dostluğun başka tarihlerde başka emsalleri. Dün yazımda kadınlardan bahsetmiştim, aslında biraz da dostluklardan dem vurmuştum ya, ender olanlardan, bulunmayan dostluklardan, içi dolu olanlardan, işte bugün Refik Erduran ile ilgili olan yazı düştü önüme.
Sanki bana kendini anımsatmak istercesine, bir de dilimdeki tek şair Nazım'ın hikayesini sürdü tekrardan gözüme.
Ben de tekrar kendimi düşündüm okuduğum hikayenin satır aralarında, insanlarımı bir de, benim insanlarımı :) en sevdiğim şiir gibi kimi hala dünyayı öküzün boynuzunda zannediyordu biliyorum ama birileri de Erduran gibi dostluğu yüceltiyordu.
Hoş bir nostalji kapladı içimi sabah sabah, biraz masamdaki tavşan kanı çayımın tadından veya belki  biraz annemin dün akşamdan hazır ettiği kaşarlı sandviçimden bir de önümde yayılmış ağa gibi bana bakan gazetemden, biraz etkilendim bu sabah..
Elinde tüfeği, dürbünüyle, bir deniz motoruna atlayıp, arkadaşını karadenizin engin sularında özgürlüğe götüren Erduran'a öykündüm biraz bu sabah..
Bunu bir sır olarak neredeyse kırk yıl saklayabilmelerine..
Cesarete

..Kahırdan siyah nehrin üzerinde yürümesi mi gerekecekti, çıplak ayakları buz kesmiş, nasırlı elleri titriyormuş ve kör gözleriyle. Kahırdan siyah nehir olur mu diye sormuş ona bir gece önce göğüslerinin arasında kaybolduğu karısı. Gülümsemiş, babasından kalma eski bir hikaye olduğunu söylemiş, onun gözlerinin içine derin derin bakmış, uzun uzun solumuş, sanki veda ediyormuş da haberi yokmuş gibi. Gözlerini bir daha açtığında kahırdan siyah nehrin önünde dikilir bulmuş kendini, bir adım atması gerekiyormuş, arkası zifiri karanlık ön tarafı karanlık bir nehir, içinde kahırın sesleri yan tarafında ne olduğunu dahi göremiyormuş.
Cesaret demiş kendi kendine, bir adım atamamış yine de.
Bir kaç saniye sonra önündeki görüntü bulanıklaşmış, biraz daha zaman geçince tamamen kör olmuş zavallı.
Nehrin içinden gelen kahırın sesleri daha bir yükselmiş sanki, bir de yüzüne acımasızca çarpan rüzgarın sesi. Sicim gibi vurduğu yerde ince çizikler bıraktığını hissediyormuş bizimkisi
Cesaret demiş.
Kara kahır nehirinden daha mı kötü burada dikilmek diye düşünüyormuş bir taraftan.
Ayakları bileklerinden sanki yorgun düşmüş de, taşıyamayacak durumu gelmiş. Çıt diye kırılıvermiş, dizlerinin üzerinde yere düşümüş, acıyı hiç böyle hissetmemiş olmasından çok şimdi bir de bilmediği karanlığa doğru emeklemek zorunda kalacağını düşünmüş..
Yüzünden, açık kollarından boynundan geçen rüzgarın bıraktığı kesiklerden akan kanın sıcaklığını hissedebiliyormuş
Kendini böyle bir cehennemin içinde bulmak için ne yaptığını hatırlamaya çalışmış o da
Hayatının her anını, her saniyesini tüm yaptığı yanlışları gözden geçirmiş bir daha.
Bulamamış
Cesaret diye tekrarlamış kendi kendine. Artık kahrın alçalmaz sesi kulak zarını yırtıyormuş. Envai çeşit insan çığlıkları, ağlaşmalar, iç çekmeler, öfkenin sesi sarmış tüm benliğini. Kollarının üstünde doğrulacak gücü dahi bulamamış kendinde. Bir süre sonra bileklerinden başlayan yanma yukarılara  doğru çıkmaya başlamış. Gözleri görmese de farkında tabii, alev almış, yanıyormuş. Yanan etinin kokusu çarpmış sonunda burnuna. Tam son nefesini vermek üzereyken çıplak toprağın üstünde duyduğu ayak seslerine vermiş tüm dikkatini. Birinin yanında dikildiğini hissedebiliyormuş. Adamın korkusuzca ön tarafa doğru hareket ettiğini fark ettiğinde, onu durduracak dili de yerinde yokmuş artık.
İnsan bilmediği bir karanlığa doğru gidemezdi, öyle öğrenmemiş miydi kendisi.
Yine de dur diyememiş yabancıya
O bildiği karanlığın içinde yavaşça kaybolurken, diğer yabancı kahırdan nehrin içine dalmıştı bile..
Cesaret.
Nerede kaybolmak daha kolaydı tabii.
Kahırdan kara bir nehrin içinde bir yabancı olarak mı
Bildiğin tanıdığın en azından gördüğün bir tarafta kör olarak mı..

Kahırdan kara bir nehir en azından Nazım'a can verdi..

25 Aralık 2012 Salı

biraz kadın sohbeti

üç beş tane otuzlarına gelmiş gelmemiş gelmek üzere hatun oturup konuşuyoruz. Ara ara, bize keyif veren hallerimizden bir tanesi de bu. Kadınlar üzerine, yanlışlarımız üzerine ve yapacaklarımız üzerine. Herkes ayrı bir karakter tabii, farklı geçmişlerden geliyor ve aslına bakarsan tuhaf benzerliklerine rağmen gelecekten farklı şeyler umuyoruz. Yine de sohbet belli noktalara yaklaştıkça sanırım bizim varlıığımız da birbirine yaklaşıyor ve tek büyük ortak yönümüz olan şikayetlerimize varıyoruz.
Sakın ha yanlış anlaşılmasın bu yazı, kadın üzerine, kadın olmak üzerine bir yazı değildir. Bu yazı, bazı kadınların bazı halleri üzerinedir. Mesela benim ve benim çevremdekiler gibi.
Biz en çok kadınlardan şikayetleniyoruz. Türkiye'de kadın üzerine yapılan ender çalışmalardan birinin içinde olan eski bir arkadaşım bana Sindirella Masalı diye bir kitap önermişti. (kitabın isminden tam emin değilim)
Yıllar önce okuduğum kitaptan aklımda kalan tek satır, kadınların erkekleri varılacak yer, diğer kadınları geçilecek engel olarak görmeleriydi.
Ben de defalarca aynı şeyi yapmıştım ve bazı noktalarda aynı şekilde düşünmeye devam ediyorum. Bu durum ne kadar kadın olduğunuzla ilgili değil belki de, ne kadar cinsiyetler üstü düşündüğünüzle ilgilidir.
Neyse bana kızanlar çok olacak biliyorum, o yüzden konunun üstünde hiç durmadan geçiyorum. Dün yine böyle kızlarla oturup sohbet ederken düşündüm de, zor iş hakkatten kadın olmak, en çok da kadınlar yüzünden.
Bazı kadınlar kadınların hayatını cehenneme çevirmekten haz duyuyorlar, bu bir gerçek
ve bazı kadınlar yıkımların üzerine güçleniyorlar bu da
ve bu karakter, dünya görüşü veya tutunma biçimi işte adına ne derseniz deyin tabii ki yalnızca kadına herhangi bir cinsiyete ait değil, ama en çok kadından dolayı maruz kalmak dokunuyor benim kanıma.
Tecavüze uğrayan, şiddete maruz kalan, aldatılan, okutulmayan, yok sayılan kadınlardan ve onların dramalarından bahsetmiyorum, yönetici kadınların egolarından, metrobüste yanınıza oturan ve yalnızca kadın olduğunuz için size daha çok abanma hakkı bulanlardan, bar taburelerinde erkek arkadaşlarınızı, kocalarımızı falan ayartanlardan, yalnızca yalanla ayakta duranlardan, sayısal rekora bakanlardan, edepsizçe çemkirme hakkı olanlardan ve utanmayanlardan, sizin acınacak hallerinizden tuhaf bir zevk alanlardan, sizinle gereksiz bir rekabete giren meslektaşlarınızdan, yemek yediğiniz yerde sizi ayağınızdan saçınıza hiç çekinmeden kahpece süzenlerden bahsediyorum. Sizi hor gören hemcinslerimizden, bizi yok sayan hemcinslerimizden ve fırsatını bulursa eğer hiç çekinmeden kafamızı ezecek olan bizlerden bahsediyorum.
Gereksiz aşırı duygusallıklarının altında yatan başka aşırılık halleri ve hiç bir zaman ne istediğini bilmeme, dostluk anlamının onlar için bir şey ifade etmemesinden ve bir erkek için, koca için sizi yani kız arkadaşlarını kolaylıkla satabilenlerden bahsetmek istiyorum.
Bir pipim olaydı iyiydi, düşüncesi veya
yaşlanınca bir dede olmak istemem
belki de biraz bunlara karşı olan tepkimden.
Ve en sevdiğim filmleri izlerken, kadın girmemeli, işte bu sahnenin içine etmemeli, aşk da nereden çıktı burada abii' dedirten düşünce de aynı yerden geliyor tabii ki
Erkek filmlerini sevmem
Erkek sohbetlerini çekmem
ve bazı arkadaşlarımın bana cinsiyetsiz gözle bakabilmeleri de bundan kaynaklanıyor olabilir.
Ama yine de bu kadar denyoluğa ve dingilliğe rağmen şanslı benim üçünden beşinden iyi kadın arkadaşlarım da oldu ya şu hayatta, daha ne isteyeyim.
Ne istediğini bilen ve her zaman adil davranabilen, pozitif ayrımcılığa asla ihtiyacı olmayan ve onurlu tutarlı kız arkadaşlarım. Beni satmayan, zor anımda yanımda olan, yanlarında olmaktan zevk aldığım ve bir de güvendiğim kız arkadaşlarım.
Beraber gülüp eğlenebildiğim, politikadan, magazine, kitaplardan filmlere, herhangi bir cinsiyete mal olmamış tüm düşünceleri paylaşabildiğim ve ojeyle, elbiseyle ve erkek problemiyle kısırlaşmış bir muhabbetin dışında kalan dostluklarım olduğu için biraz şanslıyım.
Güzel şeylerin hiç bitmemesi dileğiyle bitsin bu yazı da..güzel insanları seviyorum..gerisine bir tekme de benden..

*Kadın sorunun sosyolojik ve tarihsel gelişimi hiçe sayılarak yazılmış bir yazıdır. Dürüst olalım günlük yaşamsal sorunlarla ilgilidir yalnızca yoksa böyle afili cümlelerle, kendini iyi hissetmek için politik çıkarımlara falan gerek yoktur burada.
Benden söylemesi... saygılar

24 Aralık 2012 Pazartesi

İlahi Komedya ve Kar Fırtınası

Hayatta hiçbir şeyden eksik kalmayacaksın. Valla bak çevir yoldan tesadüfü üç beş kişi sor hepsine. Aynı şeyi söyleyeceklerdir ağız birliği etmişcesine. Yapmadığın için pişman olmaktansa, yapıp pişman olmayı tercih edeceklerdir.
Bir de insanın içindeki merak duygusu, türklerin bunun için çok güzel gediğine kelime takımları :) bile var. Biraz da ona yenildim herhalde, içimdeki merak duygusuna ve bir de işte gelip soruyor sana, tam bir soru olmasa da, fiilin "gidiyoruz" çekiminin üstüne, ne dersin ekliyor :) kararlı kibarlardan kendisi, mühim değil ama ben de hevesliyim bu sefer. Gidiyoruz diyorum.
Nereye gidiyorsun gerizekalı sorusunun binlerce cevabı var tabii..
Benimki, Kartepe'ye.
Kendi "İlahi" komedyamı yazmaya, benim hikayemde de ilahi kelimesi sonradan eklenmiştir, benimle orada yaşananlara maruz kalanlar bilir. İlahi bir yönü yoktu, onu kişisel cehennemimle tasvir etmek istedim o kadar.
Neyse gelelim hikayeye,
Cumartesi akşamı küçük hazırlanmalar, arkadaşların özellikle Yasemin'in kar kıyafetleri desteği sonrasında saat 7 gibi yola çıktık. Baho, Bora ve ben. Arabanın arkasında oturan ve durmadan üşüyebilen ben için babamın bıkmadan kurduğu şu cümle kulaklarımda çınlıyor
"Ağustos ayında boku donan ilke"
Evet ben, arabadaki sorundan kaynaklı durmadan rüzgar eser kıvamda oturduğum arka koltukta pek bir sessiz, üşütük ve bereli, montlu, atkılı kalıyorum. Her zamanki gibi. Çok hareketli olmayan araba yolculuğumuz sonrasında (yaklaşık 1 saat) Sapanca'daki arkadaşlarımızın evine varıyoruz.
Dünya güzeli evlerine bu arada :) Müthiş bir masa hazırlanmış, balıklar bahçede ızgarada, şarap alınmış, mezeler, maç falan derken bu arada küçük bir rakı eksikliği krizi başarıyla yönetiliyor ve hep beraber rakı şarap eşliğinde sofraya oturuyoruz.
Sohbet muhabbet derken tabii, damardaki alkol promili de gittikçe artıyor hızımızı alamayıp Trivial Pursuit'e geçiyoruz. Son dönemlerin en iyi oyunu tabii, ama soruları ezberlemedikçe. İsim vermiyorum, bu yazıyı okuduğunda o kendini biliyor olacak :)
Neyse Malcom X ile biten, kandırılmışlığımın üstüne zaferle sonuçlanan oyun üzereni çekilen güzel ama kısa bir uyku ve sabah sekizde yoldayız...
Kayak takımları kiralamacalar, yok pantolon yok eldiven yok atkı takmayacaksınlar, yok iç cebe konulan fıstıklar ve bu hikayenin içindeki en ilahi öğe olan Bora'nın sabrı..
Tüm tatile damgasını vuran sabrı..
Hala yıldızlı üç puana sahip, siz düşünün.
Neyse biz gittik iki arkadaş ikimiz de hiç bilmiyoruz, babypist denilen yerin yan tarafında işte kayak takımlarımı ayağımıza geçirmeye çalışıyoruz, benimki hızır gibi yetişiyor tabii bu arada. Geçen sene hiç kayamamış olmasına aldırış etmeden, o kadar hevesle gelmiş olmasına da, saatlerce yalnızca biz iki yeteneksizle ilgileniyor.
Babypistte küçük kayma sekansları daha çok küçük düşme, kıç üstü devrilme sekanslarına evriliyor. Tabii bu daha enerjimizin üst düzeyde olduğu ilk saatlerde. Kendi başımıza kalkıyoruz, yine de Bora hep ayağımızın dibinde, çıkan kayak takımlarını yerine yerleştirmeye çalışıyor.. Bize ayaklarımızı nasıl kırmamız gerektiğini, bedeniminizi nasıl dik tutacağımızı nasıl yavaşlayacağımızı falan gösteriyor. Tabii ben durmadan asabiyet halindeyim. Hep öfkelim, o bana "iyi hadi bak güzel, bravo" dedikçe daha çok sinirleniyorum. Of diye söylenip, iyi falan deyip durmalar, böyle asık surat, çatık kaşımla kaymaya çalışmalar falan arasında iyi şeyler de oluyor.
Babypistte tabii, çünkü bazen bakıyorum gerçekten oluyor, gerçekten gidiyorum, dönüyorum, yavaşlıyorum, durabiliyorum, yuppii yani olabilir bir şey bu.
Peki senin neyine gerizekalı ki, 10. piste çıkıyorsun.
10.pist dediğimiz zaten 12 tane pisti varmış Kartepe'nin ve en zorlarından biri. Siz düşünün.
Çıkması da bir o kadar eziyetli. Bir dolu insanın gürüh halinde beklediği telesiyej sırası.
Hadi o kadar bekledin, onla yukarı çıkman bile 14 dakika sürüyor. Düşünün ki pistler saat 4 civarı kapanıyor. Bir de biz tam yukarı çıkarken tipi başlamadı mı? Al sana şans, bilekten ellerinin kesilmesi için bir neden daha. Müthiş yani, soğuk üstüne soğuk biniyor ve biz hayatımda ilk defa dağa giden ben, Kartepe'nin en zor pistlerinden birine çıkıyorum.
IQ yerlerde geziyor..
Peki o tepeye çıkmak için o kadar zahmete katlanıp, o kadar zaman kaybediyorsun ya, Bora beni bilgilendiriyor, inmesi yalnızca 1,5 dakika sürüyor diyor. Hadi ya diyorum içimden, ne kötü, bizimde üç beş dakika sürse hakikatten kötüymüş, bir daha insan olan o sıraya girmez diyorum.
Ben çok detay vermeyeceğim ama şunu bilin yeterli.
Yaklaşık 55 dakikada aşağı indik.
İndik: Yuvarlandık, düştük, kalktık - kalkamadık, düştük, biraz kaydık, düştük, düşürdük, zincirleme kazaya sebebiyet verdik, nefessiz kaldık, düştük, ayağımızdan takımlar çıktı, takamadık, yürüdük, bata çıka yürüdük, Bora ayağında takımları iki elinde biz iki yeteneksizin takımları ile kaymaya çalıştı, düştük, hala sabırla bize öğretmeye çalıştı, düştük, biz yine düştük derken işte toplam 55 dakika, ruhu bedenden ayrılmış iki acemi, kaybolan (diğer pistte bir koca) bize kaymayı öğreteceğim diye helak olan ve günden pek bir şey çıkaramayan üç numara ve günü şampiyonlukla sona erdiren on kere zirveye çıkmayı başaran baho :) falan filen derken donumuza kadar ıslanan biz, birden çok atasözünü birden ihlal ettik.
Hem de aynı günde hem yaşa oturduk, hem merakımızın kurbanı olduk, hem de bir müsibet olarak :)

*Bu arada günün ilk saatlerinde çekelen eğlenceli kısımların resimleri aşağıdaki gibidir, sevgiler....
 

 

 


 


21 Aralık 2012 Cuma

Helallaşalım

Bugün evden çıkarken babamın elini, anamın gözünü, kardeşimin alnını öptüm,
Odama son bir kere daha baktım, şimdiye kadar neleri eksik etmişim, neleri istiflemişim, ve hiç temizlemediğim yerleri..
Ve cam kenarına sıkıştırılmış çakmaklar, hala babanın bulma korkusuyla bir yusufçuk edasında yaşananlar ve The Dark Knight posterim ve Christian Bale, onunla bir kere bile tanışmadan gitmek
Ve Sevgilim gözlerine dalıp gittiğim, böyle usul usul sessiz bir veda aramızdaki
Ve bu sabah  son bir defa gök yüzüne baktım, onun bu kadar uçsuz ve mavi olduğunu bilmezdim
Ve sokaklar, boş kaldırım kenarları, karın kapattığı kir ve umut dolu ev pencereleri
ve çocuklar henüz hayatlarının daha başlangıcında çocuklar,  peki onların suçu neydi ve aşıklar
bu sabah birbirlerine daha bir sıkı sarıldılar, şimdiye kadar birbirlerini kırdıkları için pişmandılar,
gözlerinden biliyorum..
Ve en sevdiğim domatesli sandaviçim ve hiçbir zaman içmekten bıkmayacağım portakal suyum ve en sevdiğim kitaplarım, sayfalarının kokusu ve sinema filmlerim geçti aklımdan, bir de yapmaya üşendiklerime üzüldüm bu sabah, pişmanlıklarıma kahroldum ve bir gün daha verseler bana diye düşündüm, hayat ne kadar da yaşamaya değer , ne kadar da kıymetliymiş meğer..
En çok da tüm sevdiklerimi alıp, Şirinceye veya hallice Fransız köyüne gitmediğime..

***
1 dak. kusma molası.....
devam
***

Afedersiniz... ben biraz gerizekalıyım da, bu da Çelik'in şarkı sözü gibi oldu değil mi?
O küçücük insan beyninin nelere inanabileceği hala çözülemedi. Okyanusları yaranlar, yaradanlar, uçan halılar, sihirli lambalar, enerji, insan tanrılar, merdiven altındakiler, üstündekiler, sol omuzlar sağ omuzlar ve kader ve işte hepsine layık bir son. Kıyamet günü, mahşer zamanı, büyük hesaplaşma, ödeşme zamanı..
Büyük harflerle yazsan etkisi büyüyecek kelimeler
Halbuki hepsi birer film ismi
Bir de kimsenin yaşamından daha fantastik değiller.
İlle bir şeye inanmak için yanıp tutuşan bu milyarlar her halde canlı türünün en işe yaramaz en boş mensubular.
Gerçek hayatı film, filmleri gerçek hayat yapmak için yoksa bu kadar uğraşmazlar..
Diye düşünmekteyim, belki biraz iyimserim
Belki de gerçekten artık hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyorum.
Ama en azından yalan söylemiyorum.
Helallaşalım...
Helallaşalım çünkü:
Ben dört senelik üniversite hayatımda bir kere bile Uludağ'a çıkmamış olan ben (bkz: Bursa'da okuyup dağa çıkmayanlar), yarın arkadaşlarla hala karıştırdığım ya Kartepe ya Kartalkaya tarafına gideceğim. Ve hala hiç bilmediğim ya board ya kayak yapacağım.
Büyük ihtimal de ya kolumu ya bacağımı ya da kalça kemiğimi kıracağım
ve olduğumdan çok  değil, biraz daha özürlü olarak bir süre daha yaşamaya devam edeceğim. Ne uğruna: Kaymak.
Ah türkçesini sevdiğimin memleketi...
Neyse birileri telaşlı tabii, sabah telefon konuşmasında, aşkım sen otur bir kaç video seyretler (bkz: video seyrederek kaymayı öğrenen genius), yok ben şimdi sana nasıl öğreticeğimler ve yersiz şaşkınlıklar karşısında hissedilen stres ortamı...
Ama ben pek kafayı takmayı düşünmüyorum, daha çok kafama göre takılmayı tercih ediyorum, deneriz olur, olmazsa bakarız başka bir yoluna, bir de şarap var, iki sohbet edecek insan var ve kıyamet de kopmamış, ben bir kere daha gökyüzünü görmüş olacağım, sanki bir kıyamet filminden çıkmış gibi rahat ve huzurlu  ve kıymet bilen ...falan derken.. yine kiilitlenmek üzereyim...pardon arkadaşlar biraz geyik günümdeyim :)
Sonuç olarak en azından bir süreliğine bir uzvumla vedalaşma ihtimalim yüksek.
İnsanın ömrü hayatında kaybettiği küçük bir uzvu olsun, değil mi??
:))))meclis dışarı
Neyse panik yok, her şey yolunda, iki gündür uykusuzum dün Zindan Adası (Shutter İsland) bir önceki gece arkadaş sohbetleri beni engelledi.
Ve yemin ederim bir süre daha uykusuz kalırsam kıyameti kopartırım.
Beni yakından tanıyanlar bilir, öyle bir checklist'im var. Ne olursa, olmazsa kıyameti kopartırım diye.
Hem benim listenin küçük günahlarınızla alakası da yok, ama kişesel cehennem konusunda üstün başarı madalyamdan nasiplenmiş bir kaç kişi tanıyorum.
Kahvaltıda domates olmaması
Uzun süre aç kalınması
Şeker düşmesi
Üşüme
Sevdiği bir şeyi izleyememe
Heyecanla bir şey anlatırken sözünün kesilmesi
Ve yalnızca birinin böyle saçma sapan davranışlarını sevmeme
Küçük haksızlıklar
Büyük haksızlıklar
Keyfi olarak (en çok bu maddeyi sevmekteyim) -bkz:gizli faşist :)

Pöf birileri de keşke bana inansa, benim de kendi çapımda yapabileceklerim var.
Neyse şimdilik helallaşalım
Herkese iyi haftasonları..

19 Aralık 2012 Çarşamba

Pursuit of happiness

Yok hayır, yanılıyorsun dostum, bu o senin bildiğin Will Smith'li drama filmi değil.
Türkçe meali, mutluğu arama, peşinden gitme diye çevrilebilir ancak ek bir kelime ile tüm anlamı değişebilir de.
Misal: Right to the pursuit of happiness. Mutluğu arama hakkı. Dünyanın en emperyalist ve kapitalist ülkesi tarafından halkına tanınan, insan hakları beyannamesi ve anayasal haklar bildirgesi ile koruma altına alınan temel haklardan bir tanesi.
Mesela yalnızca bu hakka dayanarak azınlıkların, mesela eşcinsellerin hak taleplerinin gerçekleşmesi, kısmi de olsa bazı eyelatlerdeki kazanımları..
Toplam 4 sayfadan, 7 temel maddeden oluşan 1787 tarihli Amerikan Anayasası'nın beslendiği dört ana unsurdan bahsediliyor.
insanların eşit yaratıldığı
yaşama haklarının olduğu
özgürlük haklarının olduğu
mutluluğu arama ve erişme haklarının olduğu
Tabii ki bu yazıyı okuyan herkes kendi milletine bile ciddi hak ihlalleri uygulayan bir ülkeden bahsettiğimi biliniyor.
Ekonomik gerilemenin Amerikan devlet politikasında yarattığı saldırganlık politikasını nasıl arttırdığını da, bununla beslendiğini ve en büyük hak ihlallerinin bu dönemlerde yaşandığını da..
Bu dünyada demokrasi beşiği olan ve örnek gösterilen başka ülkeler için de geçerli.
Mesela daha çok kimsenin bilmediği İskandinav gerçekliği var.
Kadın hakları ihlalleri, porno sektörü, fuhuş, tecavüz ve ensest üzerine...
İskandinavların en karanlık yönlerinin metal müzik ve ihtihar oranı olduğunu sanan bir milletin evlatları için bu bilgiler şaşırtıcı olmalı, doğru..
Ancak demokratik hakların anayasa tarafından güvence altına alınması ve bağımsız hukuk ile bunu yürütmenin zorunluluğu esnek bir dünya görüşüne açık değildir.
Kabul edersiniz ki, bugün ister fraksyonunuz oligarşi, ister faşist diktatörlük, ister yarı/tam feodal devlet.. fasa fiso hangisini derse desin, temel hakların hiçe sayıldığı ve kaldırıldığı bir ülkede mutlak olan tek şey sonucun insandan yana olmayacağıdır.
Dönemsel hak ihlallerinden bahsetmiyorum dikkatinizi çekerim.
En azından başvurabileceğiniz bir yolun olduğunu bilmeniz bile kısmi bir rahatlığa neden olabiliyorsa, artık o hakkın da elinizden alınmasından bahsediyorum.
Misal bugün kent hastaneleri projesini hayata geçiremediği için güçler ayrılığından şikayetlenen başbakan için bile türk tabipler birliğinden yapılan açıklamada "iyi ki hukuk var" ifadesi kullanılabiliyor.
İşlerliği olsun olmasın, şimdi herkesin ağzında sakız, zaten kuvvetler ayrılığı kalmadı, zaten istediğini atıyor, istediğini görevden alıyor... açıklamaları.
Anayasal haklar ihlal edilebilir, delinebilir, bu insanlıkdışı kabul edilebilir, bunu karşı mücadele edilebilir, hem de buna karşı siyasal, örgütlü, örgütsüz mücadelenin dışında, hukuki anlamda da mücadele edilebilir. Yeterki bir dayanağınız olsun.
Şimdi bir de dayanağınız olmadığını düşünün.
Neyin ihlalinden bahsedeceksiniz.
Neyi örnek, emsal göstereceksiniz.
Korkunç.
Bu laf oyunları, laf ebelikleri korkunç boyutlara geldi, çünkü eğer amacı başka bir gündem yaratmaksa artık baya ustalaşanlar dilin, aklın varmadığı, o kadar da olmazlara kadar gidebiliyorlar.
Eğer bu gerçekçi bir politikaysa ise, artık benim dilim gerçekten varmıyor arkadaşlar..

Eğer anayasal haklar ve hukuk senden yana değilse, misal (hayır Katar'dan, Suudi'lerden falan değil) küçük bir düzünleme örneği ile yine Amerika'dan
1971 Haklar Bildirgesi;
2. madde: İyi teçhiz edilmiş bir ordu özgür bir devletin güvenliği için elzemdir; ancak, halkın silah bulundurma ve taşıma hakkı ihlal edilemez.
*16 yaşından gün almış birisi, herhangi bir izne gerek duymadan Vermont Eyaleti'nde silah satın alabilir, taşıyabilir.
Açın bütün istatistiklere kendiniz bakın. Tüm aslında dış politikasına paralel olan bu anayasal hakkın bazı elzem sonuçları var.
Ve siz anayasayı istediğiniz gibi düzenleyebilirsiniz, ancak bunun sonuçlarıyla siz de bir gün yüzleşeceksiniz. Bunu unutmamak lazım.

18 Aralık 2012 Salı

köprü ve otoyol güzeli, size gelecek bedava, zararı tüm gerizekalılara

Aslında bu "gerizekalı" kelimesini gerçekten çok severek ve inanarak kullanıyorum. Ve böyle arkadaş sohbetlerinde telafuz ederken özellikle bastırarak söylüyorum. Sanki o şekilde söyleyince içi daha bir dolu dolu, anlamı daha yerinde, bir de karşımdaki beni daha bir anlayacak gibi hissettiriyor. Doğru mudur, değil midir tartışılır ama ben böyle seviyorum.
Dün Zaytung'daki bir haberin başlığı o yüzden çok hoşuma gitmişti:
-Şirince, Dünyanın dört bir yanından gelen binlerce GERİZEKALIYI ağırlamaya hazırlanıyor..
Bu benim milletimin kaderi herhalde. Bir süre sonra kabul etmek lazım.
Ve sevgili Aziz Nesin, %70'lerde tevazu gösterdiği oranı, tepkinin rasyonalleği karşısında %90'lara çıkarmamış mıydı? Tebessümle hatırlıyorum.
Ve bunlar kesinlikle moron, idiot, salak, saf ve naif falan değiller. Bunlar kelimenin tam anlamıyla biraz da mizahi bir şekilde gerizekalılar. Doğuştan değil. Bir kaza sonucu da değil, evrimsel gerzeklerden bahsediyorum ben.
Mesela:
Bir de %50 sorunu var hatırlarsınız. Bu toplumda iki kişiden biri geri zekalı. Çok mu ağır oldu. Merak etmeyin kimse üstüne almıyor zaten. Beş kişi oturuyorsunuz mesela, herkes orada olmayan bir başkasıyla kıyaslıyor.
Demek ki şöyle demek daha doğru.
Bu memlekette iki kişiden biri akıllı, sağduyulu, bilinçli ve bilgili..
Şimdi siz de dahil, birlikte oturduğunuz beş kişiye sorun bakalım.
Hangi davranışlarıyla nereye dahil oluyorlarmış.
"En azından yapmadıkları"yla, "ellerinden geldiği kadar yaptıkları" arasında sıkışmış yobaz aydınlar neler sıralayacaklar, sıralayacaksınız çok merak ediyorum..
(ben de dahil)
Tabii bazılarınınki böyle devamlılık arz etmiyor, benimki onlardan. Mütevva göstermiyorum emin olabilirsiniz. Çünkü tahmin ettiğiniz üzere, devamlı gerzeklik, dönemselden daha tercih edilirdir. Farkındalık ve yüzleşme açısından.
Neyse..
Toplumun bu gerizekalılık kaderi 21 aralık geyikleriyle son bulmayacak ne yazık ki, geçen biri de yazmış, çünkü hedef 2070 gibi.
Küçük artçıl kıyametlerle idare edeceğiz bir süre...
Düşünmemekten yavaş yavaş beyin kıvrımlarımız kendini yok edecek
Sonra hareketsizlikten kas sistemimiz çökecek
Tepkisizlikten sinir sistemimiz
Geriye o kadar insan kalacaksınız, kalacağız.
Korkmayın, sizden daha uzun zamandır o şekilde yaşayan toplumlar var.
Ve neyse ki 150 milyon yıl sonra dünyadaki karaların hepsi tek yönde birleşecekmiş, tek ve devasa bir kıta ve onu çevreleyen devasa tek bir okyanus, karbonmonoksit ortalamasına bakarsak ve volkanik hareketlerin ön gördüğü kadarıyla güneş bugünki çapından daha küçük ama ışınları daha dik gelecekmiş. Yani yeryüzünün ortalama sıcaklığı 50 derece artacakmış. Üzülmeyin diye söylüyorum.
Yani aslında kimseyi bekleyen bir gelecek yok, o yüzden de içimizi rahat tutabiliriz.
Değil mi?
Çünkü ne de olsa hepsi insana hizmet diye düşündüğümüz yanılsamadan,
sosyal devlet anlayışından
sosyalizm ütopyasından
uyanmak zorundayız..
Çünkü temel haklarımızın hepsinin bedava olması bir saçmalıktan ibaret.
ve biz zaten milyarlarca yıl önce yaşamış dinazorlar gibiyiz.
150 milyon yıl nedir ki?
Koç + Gözde Girişim
*Bilmeyenler için, Gözde Girişim, Ülker'in yatırım grubu, Otoyollar ve köprülerin ihalesinden kazançlı çıkıyor. ÖYK ve Danıştay onayı bekleniyor. 5,72 milyar dolar. Bir yıllık geliri yaklaşık 1 milyar dolar.
Size ne!
Bayramlarda köprüler bedava zaten ve karayollarında çalışan tanıdıklarınız yok ve belki siz daha çok kaldırım insanısınız ve gemiyle seyahat ediyorsunuz.
5,72 milyar dolara, sizin yıllardır ödediklerinizle yapılmış, onarılmış, bakılmış, yani size ait olan evinizin arka ön bahçesini başka birisi satıyor, kiralıyor.
Pehh.
Namus değil ki bu, bekaretinin peşinden gidesiniz.
Üzerinden çoktan tırlar geçti biliyorsunuz.
Üzerinizden
Zararı size değil ne de olsa, o yüzden
İçiniz rahat olsun, ne de olsa siz gerizekalı değilsiniz!

17 Aralık 2012 Pazartesi

İçinde Yaşadığım Deri

İnsan derisi, yalnızca kanlı etin üstüne giyindirilmiş geçici bir kıyafeti sergilemiyor demek ki, insan teni aynı zamanda altında gerçek benliği, cinsiyeti, zaafları, şuuru taşıyor olabilir mi?
Zihnimizde canlandırdığımız gerçekliğimiz ayna önünde görmeye alışık olduğumuz şey tarafından kandırılabilir mi?
Estetik kaygımız bizim tüm varlığımızı belirleyebilir mi?
Ya bildiğimiz her şeyi unutmanın vakti geldiyse eğer kim olduğumuzu veya ne olacağımızı nasıl bilebiliriz?
Veya fark etmez.. Çünkü bütün bu soruların Almodovar sinemasında bir cevabı var.
İçinde Yaşadığım Deri (La piel que habito) filmi, yalnızca kurduğu absurd yapısı ve alışılmışın dışında takıntılı bir aşk hikayesi olmasının dışında, bir de deri altında yaşanan korkunç bir hapsolmuşluktan bahsediyor. Yani insanların seçme şansı olmadan birlikte doğdukları cinsiyetlerini ömürleri boyunca taşıma diktesine biraz değişik bir yön verip, bunu doğduğu ve belli biçimlerde kabul ettiği cinsiyetini, kimliğini kendi rızası dışında değiştirilmesine ve istemediği bir yapay gerçeklikle o derinin altında yaşamaya hapsedilmiş bir ruhu anlatıyor bize.
Takıntılı bir doktorun belki biraz da mutsuz yaşamından sıyrılmak için, belki biraz da tanrısal egosunu doyurmak için gittiçe daha takıntılı bir tonda mesleğine olan düşkünlüğü, onun geleceğini de belirliyor. Karısınn yanarak tanınmayacak hale gelmesi, genetik ve insan cildi üzerine yaptığı araştırmalarda, sınırları hiç zorlanmadan aşmasına neden olmuş ve bunu bir amaç haline getirmiş olan Robert Ledgard, kızına tecavüz etmeye yeltenen bir genci kaçırıp, tabiri yerindeyse kendi yarattığı ilkel mağarasına zincirler. Belli dozlarda ölmesine izin vermeden, burada başlayan kişiliksizleştirme çalışmaları başarıya ulaşmaya başlayınca, kızının ölümüyle birlikte bu Vincente karakterini mağaradan kendi yaşadığı malikaneye doğru çekip, onu biraz intihar eden kızına biraz ölen karısına dönüştürür. Nefret ettiği, hayatını karartmakla suçladığı bu baş düşmanı Vincente'den melez bir güzel yaratır ve hastalıklı bir biçimde ona duyduğu hayranlık zaman içinde aşka dönüşür.
Ancak bu hikaye bir yerde de artık Vera olan tutsağın hikayesidir. Git gellerle, artık cinsiyetsizleşen Vera'nın kendini korumaya çalışması boşuna değildir. İki kanallı televizyonda gördüğü yoga programı onu içine dönüp kendini korumaya, esas varlığını orada saklamaya davet ederken, diğer bir kanalda izlediği hayvanlar dünyası üzerine olan belgesel de, onu içsel olan her şeyden uzaklaşmaya, aslolanın salt yaşamı korumak olduğunu hatırlatmaya davet eder. Ya yalnızca hayatta kalmanın bir yolunu bulacak, ya da içinde bir yerde Vincent'a ait olan parçasını koruyacaktır.
Ama her iki düzlemde de, Vera başka bir düzensiz zihnin ve artık genel kabul edilen çoğunluk zihniyetinin dışında kendi gizli varlığıyla yaşamak ve çoğunluk zihniyetine karşı mücadele etmek zorundadır. Ve bunları yaparken en büyük düşmanı da bir bakıma yine kendisidir. Zaman zaman unutmaya gittiği varlığını hatırladığı yerlerde agresifleşen Vera'nın iki yönlü konsantrasyonu durmadan akıl karıştırır. Ya gerçekten olduğu şeye artık inanmıştır, ya da olduğu şeyi oynayarak hapseldildiği o deriyi yırtamının bir yolunu arıyordur..

*The Skin I Live In (La piel que habito) 2011

14 Aralık 2012 Cuma

dilek - kıyamet arası

12/12/12 dilek tutma gününden hemen sonra, kıyametten biraz önce bugün hiçbir şey değişmedi, fark ettiniz mi?
Ali Sirmen'in bugünkü yazısından bir bölümü olduğu gibi aktarıyorum,
"...Bu yolla “askeri vesayet bitti, yerine sivil vesayet geldi, hukuk çiğnenerek askeri darbe önleniyor” denerek yeni bir sivil darbe yapıldı.
Sonuçta, hukukun üstünlüğü ve demokrasi açısından, askeri darbe olmuş olsaydı, ne olacaktıysa, yine aynı şey oldu, hukukun kuralları ayaklar altına alındı.
Artık hukuku çiğnemek için, askeri darbeye gerek kalmamıştı, zira sivil darbe ile aynı hedefe varılmıştı.
Kenan Evren’in askeri mahkemeler ile varmak istediği, kimi zaman da varamadığı hedefe özel yetkili sivil mahkemelerle mükemmelen varıldı.
12 Eylül Anayasası’nın mutlak şekilde kurmayı tam olarak başaramadığı, siyasal iktidara bağımlı yargı, 12 Eylül 2010 anayasa referandumu ile sağlandı..."
Yorumsuz..

Pınar Selek'in reddi hakim talebi reddoldu. Hatırlarsanız vicdanı retçileri süründüren bir milletiz biz, biraz reddi- sevmiyoruz sanırım. Kaçıncı kere beraat eden Selek davası 24 ocağa ertelendi, davaya giren altmış avukat mahkeme salonunda oturacak yer bulamadığı için savcı sandalyesine kadar oturmuşlar. Siz düşünün, bir yirmi yıl sonra eğer kalırsa herhangi bir hukuk bölümünde okutulacak cinsten bir davaya dönüştü Selek davası. Bir film hikayesi gibi. Hilary Swank'in gerçek hikayeden uyarlanan Conviction'ı izlediğimde de aklıma aynı şey gelmişti. Hukukun üstünlüğü, her yerde aynı...
Deniz Gezmiş'in mahkemeyi tanımaması aklıma geldi biraz da. Ve daha niceleri.
Reddi- olan şeyleri ben biraz seviyorum galiba. Seni tanımayanı sen de tanıma..
Artık vicdanı redçilere karşı da o kadar katı olmazlar herhalde, ne de olsa askerlik ve ordu mensupluğu son günlerde çok revaçta değil ya, dengesiz Türkiye politikasında bu işler hiç belli olmaz dediğinizi duyar gibiyim.
17'lik Erdal Eren hikayesi var bir de, geçenlerde yanlış hatırlamıyorsan Evren'e sormuşlar. Hatırlamamış. E tabii yüzler binler arasında ben de hatırlamazdım.
İnsanın içi cız ediyor.
Memleketimde kolaydır ama insan zayiatı. O da sivil olmayan anlayıştan geliyor. Anlaşılan o ki, bu iktidar orducu zihniyeti yıkmaya ve onun araçlarına sımsıkı sarılmaya kararlı.
Çelişik tabii..
Bale sahnesinde etek boyunu beğenmeyen bir kültür bakanınız olması
Kan beğenmeyen sağlık bakanınız olması
Ahlak zabıtası iç işleri bakanınız
Ve savaşın eşiğine getiren dışişleri
ve imar
ve hazine
birer küçük masal kahramanları onlar, inanmayın yani.
Siz en iyisimi 12'nin hatırına bir dilek tutun.
Ve bunu kimseyle paylaşmayın..

13 Aralık 2012 Perşembe

bugüne gelen yol dünden geçer

Politik bilincin yüksek olduğu coğrafyada da, düşük olduğu yerlerde de reaksyon ayrı nedenlere bağlı hızlı bir varoluş gösterebilir.
Şunu demek istiyorum, politik reaksyon, özellikle kendi zıttından-baskıdan- kaynaklandığında çok hızlı bir şekilde güçlenebilir ve yaygınlaşabilir.
Bunun dünya üzerinde çokça örnekleri var. Özellikle Güney Amerika'da. Afrika kıtasında. Yanıbaşımıza bakarsak da özellikle İran'da Şah sürecinde yaşananları yaşı yetenlerin veya okuyanların unuttuğunu sanmıyorum. Baskı rejimleri ve yasakçılık mantığı, aslında hepsi faşizmin değişik yüzleri, ne kadar sindirilmiş bir toplum yaratma ideası üzerine konuşlansa da, aslında fark etmeden veya ederek, yalnızca belki bazen geciktirerek de olsa kendi sonunu hazırlamaya mahkumdur. Biliyoruz.
Örneğin Muhammed Şah Rıza döneminde İran'ın, Türkiye ile birlikte İsrail'i tanıyan iki müslüman ülkeden biri olması ve bugünün İran'ı. Tabii hiçbir ülkede olmadığı gibi İran politik çözümlemesinde de küçük başlıklarla herhangi bir yere gitmek doğru bir yol değildir. Ancak burada altını özellikle çizmek istediğim şey, İran politikasının geçmişteki Amerika politikasına olan güdümü ve aşırılıkları, 1979'a gelen süreçte özellikle Humeyni'nin elini rahatça güçlendirmiştir. Yani Muhammed Rıza kendi monarşik yönetimiyle bir bakıma kendi sonunu hazırlamıştır. Toplum içindeki alışverişin en azından daha tutarlı olması belki bu süreci uzatabilirdi, ama Şah, bunu başarıyla oynayamamıştır. Bu uzun vadede doğru hamlelerle oynanabilecek bir oyun da değildir zaten. Tarih ortada.
İngiltere, İrlanda, olaylarını biliyoruz. Filistin ve İsrail, Kudüs sorunu, bitmek tükenmek bilmeyen kızışmaları. Arjantin olaylarını, Şili ayaklanmalarını..
Gelmek istediğim nokta bu baskıcı rejimlerin klasik sonlarıyla ilgili aslında.
Bugün 13/12/2012 Silivri'ye otobüsler kaldırılıyor, cumhuriyetçiler, kemalistler, demoktarlar, zamanında antidemokratlar, milliyetçiler, askerler, siviller ve  diğerleri bir hukuk suçuna dikkat çekmeye çalışıyorlar. Doğru.
28 şubat döneminde, muhafezakarların e-5 boyunca el ele inci taneleri gibi dizildiklerini, türbanlı kız öğrencilerin üniversite kapılarından çevrildiklerini, özellikle türbanlı kesimle ilgili çıkan efsanevi hikayelerin nasıl yaygınlaştığını, türk milletinin en güvendiği birimin ordu diye sonuçlandığı anketlerin yapıldığı...zamanları hatırlıyorum. Bu insanlar ellerini boş bırakmadılar tabii ki, meclise türbanlı girdiği için çıkartılanlar, mesleğinden men edilen başka türbanlı kadınlar, birilerinin anası, ablası, evladıydı tabii. Biraz sermayeleri de vardı. Bir de doğru politika ve örgütlenme yetenekleri, başardılar. Ne yaptılar, kendilerine karşı oluşturulan o baskı rejimine karşı politika geliştirip, iktidara kadar geldiler, durmadılar, devam ettiler, iktidarın tüm araçlarını satın aldılar, tüm ihaleleri kazandılar,toplumun her alanına nüfuz ettiler, geleceğe giden her yolu inşaa ettiler ve yaptılar. Sonra ne oldu, dönüp bakarsak, yalnızca Ergenekon-Balyoz-Odatv falan değil. 29 Ekim kutlamalarına ket vuruldu, Dolmabahçe'deki askerler geri çekildi. Anıtkabir'e saat bilmem kaça kadar insanlar alınmadı. Odalara, iş yerlerine Tayip'in resimleri asıldı, kız öğrenciler türbana zorlandı, okullarda türban dağıtıldı, türk bayrağı asanlarla ilgili soruşturma başlatıldı, yollar kapandı, konserler yasaklandı, paranın üstündeki kemal resminin değişmesi gündemdeymiş. Yok artık daha neler, gitmez mi, isteyin istemeyin işte, istiklal marşının okunma zorunluluğu kalkacak, rosetlerin üstündeki resimler değişecek, bir de anayasanın ilk bilmem kaç maddesi, kaldıysa artık onlar.. Ve kemalistlik bir illegal, yeraltı düşüncesi olarak varlığına devam edecek. Olamaz mı dersiniz. Ben bir kemalist değilim. Ancak biliyorum ki, bu yasaklamalar yasaklananın elini güçlendirmekten başka bir şey yapmıyor. Heyhat, bakıyorum şöyle, tabii biraz fantastik bir çerçeve de çizmiş olabilirim, benim işim yazma tarafında, ama geçmişin baskısı bugün onu böyle güçlendirdiyse, bugünün baskısı yarın seni, peki yarın sen gücü eline alınca yine ne olacak? Bu böyle tavuk yumarta devam edecek mi, yoksa biriniz benim de olduğumun farkına varacak mı merak ediyorum? Ama bugün asıl derdim bu değil. Bugün bu topraklarda bilmem kaçıncı kere tekrarlanan yasakçı zihniyete duyduğum tiksintinin bir kıt daha arttığı bir gün. Hapishanelerde hasta insanlara insanlık dışı uygulamalar olduğunda hala bazen şaşırabiliyorum. Hatta yıllardır yapılan o insanlık dışı uygulamaları normalleştiren, görmezlikten gelen, düzeltmek için çabalamayan bu ülkenin "aydın" "asker" "entellektüelleri"ne yapılan işkencelere de. Bunları da tabii unutmamak lazım. Haksızlıkların meşrulaştığı bir memlekette, gelip o gerçek sizi de vurabilir. Cezaevinde can verebilir, başka çirkinliklere maruz kalabilirsiniz. Bunu o anda gücü elinde tutan kimse düşünmedi tabii.
İnsana karşı politika üretmenin açıklaması olamaz. Bir de cehaletin..
Beslendiği kaynak aynı olduğu müddetçe iki solcu türkü şiir söyledi diye bugün en öngün politikacı ilan edilen, halkın önderini şakşaklayanlar unutmamalı ki, zorbalık hak ettiği reaksyonu eninde sonunda alacaktır. Kendilerinden bilsinler zaten. Onlar gerekli reaksyonu gösterebildikleri için bugün böyleler. Ya diğerleri onların akıbeti ne olacak peki.
Ve bu kadar gazetecinin tutuklu olduğu ve artık neredeyse kimsenin adam akıllı bir şeyler yazamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Elim her hangi bir gazeteye gitmeye korkuyor. Solcular bile artık biraz iktidara oynuyor. Saçma saçan bir karmaşa hakim yani. Resmi ideolojiden ve onun her türlü hallerinden nefret eden ben, biraz sıkılıyorum artık.
Şikayetlenmekten, ders almamaktan, gerekli kozları yerinde kullanamamaktan bıkıyorum. Bir de ihanetten. Yanlış adamla yoldaşlık etmekten. İşte o zaman yine Humeyni'yi hatırlıyorum. Komunistler ve mollaların el ele verip faşizme karşı mücadele etmelerinin üstünden o kadar zaman geçti. İran 79 devriminden sonra mollalar ilk komunistleri telef ettiler. Komunistler kendilerine gelemediler. Peki burada neler oldu hatırlayanlar var mı acaba? 28 şubat sürecinden sonra neler oldu?
Tabii ki tarih tamamen geçmişinin aynası değildir, ama inkar edilemeyecek benzerlikler olduğu ortada.
Bugün Silivri davası ve 14 yıldır süren Selek'in haklı mücadelesi söz konusu.
Utançla hatırlanacak bir geçmiş daha yazacağız yani bugün.
Benim de hala biraz midem bulanıyor doğrusu.

12 Aralık 2012 Çarşamba

kayısı güzeli

Memleketçi olmak belki çok iyi değildir, haklı olabilirsiniz ama ben biraz memleketçiyim, çiydim.. Hala öyle miyim tam karar veremedim.
Benim anne tarafı da, baba tarafı da Malatyalı.
Güzel örneklerinden. Hem sunni hem türk olan annemle, hem sunni hem kürt olan babam çarçabuk evlenmiş. En çok da dünya görüşleri sayesinde. Bence güzel bir hikaye ama şimdilik neyse.
Babam bir alevi mahallesinde büyümüş. O yüzden hemen hemen tüm çocukluk arkadaşları alevi. Çoğu zaman bizi de alevi sanmaları oradan da kaynaklanıyor olabilir tabii. Annem sekiz çocuklu bir ailenin kız çocuğu.Gerici olmasa da gelenekçi ve kuralcı bir aileden geliyor, sekiz kardeş içinde en isyankar, en solcu olan o, babamla tanışır tanışmaz anlaşıyor.
Biraz politik bir ortamda  büyüdüm, kürdü türkü birdi. Bizim için alevisi sunnisi de zaten her zaman birdi, bir de bilen bilir ailemin dine olan yakınlığı en fazla yol üstene bir camii denk gelirse....önünden geçmek için, kestirme yol olarak içinden geçmek için veya sıkışıklık yaşandığında acil durumlar için:)....
Yani mezheplerle, milliyetlerle çok işi olmayan bir çevrede, babamın solcu Malatyalı arkadaşlarının arasında, yuvarlak masa toplantılarıyla büyüdüm bir bakıma. Benim için tüm Malatya işte ilk o zamanlarda solcu olmuş olabilir. Tabii katliamları baskıları duyuyoruz, okuyoruz. Ama olsun ben yine de demokrat Malatyalılara, aydınlarına daha çok güveniyorum. Bir de herkese Malatyalı bir komşu diliyorum.Böyle eli açıklar,böyle yardımsever, böyle içten samimi diye. Biz Malatyalılar biraz tez canlıyızdır bilen bilir, heyecanı öyle bastırıp rengini belli etmeyenlerden olamayız asla, o yüzden düşman fazla barınmaz içimizdelere inananlardandım.
Renklerini sevdiğim memleketim ya orası, işte aslında ben İstanbul'da doğdum ve burada büyüdüm. Malatya yaz tatillerinde teyze koynunda yumulunacak, dede peşinde koşulacak, onlarca kuzenle dam üstünde kayısı çekirdeği kırılıp, arka bağda keçi otlatılacak, çatapat patlatılacak, buğday, mısır tarlalarında koşturulucak, dut ağaçlarına çıkılacak ve doğum günleri kutlanacak, tüm akrabalar (biraz kalabalık) koridorlara kadar taşacak, herkes bir ağızdan konuşacak, ve kimse bir şey anlamayacak toplantılarıydı da. Yani olumlu olan her şey, bir çocuğun gözünden, naif ve temiz yanıydı. Tabii bizim akrabalar gibi. Didişip dursalar da değişik bir duygusallıkları vardı, bakan anlardı hemen. Malatya da insanı gibiydi ben hep ona inanmıştım. Suyu bol, pınarı gürül gürül, gülümseyen insanı gibiydi.
Sonra annemin gençlik fotoğraflarında ilk defa fark ettim, mini etekler, ispanyol pantalonlar, dar gömlekler giyen genç kızlar, asortik gözlüklü abiler amcalar, delikanlılar, bir modernizm beşiği o Akçadağ aslında benim çocukluğumda hiç de öyle değildi. Biraz biraz şehir merkezine indikçe böyle daha da kapalı tarafını görürdüm ya, ondan ben köyü hep daha çok severdim. Çocuk aklı tabii çok üstünde durmuyorsun o zamanlar. Büyüdükçe fark ediyorsun farkı. Sonra senle beraber orada yaşayan kuzenlerin de büyüyor. Hani tonla olanlardan bir kaç tanesi üniversiteye gidiyor. En çok onların dedikleri aklımda. Artık yine şehir merkezinde kızlar askılı bluzlarla dolaşabiliyorlar, kot giyebiliyorlar, birlikte açık havada oturabiliyorlar diyor, memnuniyetle. Bir de neyse ki üniversite var, gelişim için çok önemli diye ekliyor. Malatya gelişiyor,daha da iyileşiyor diye seviniyorum ben de.
Peki ya bugün. Yok Hüseyin Üzmezler mi çıkıyor yine benim oralardan. Sinirlerim bozuluyor.
Yok kalkanlarını Kürecik'e kuruyorlar. Demokrat insanlarımın yaşadığı bizim köylere.
Bir de Sürgü olayı işte. Bu daha yeni. Okul müdürü baş örtüsü dağıtıyor öğrencilere. Kapansınlar diye. Malatya Eğitim-Sen isyan ediyor. Etse ne olacak ya. İktidar öyle.
Malatya aslında bilir eskiden de kirli bir tarafı vardı ya: İşte Özallarla başlayan, Kırcılar, Ağcalar falan...
Biliyorum çok genellememek lazım.
Kayısı da dünya ihracatında bir numara, %70'i bizim oralardan. Her yerimiz bağ dolu. Dünyanın en güzel kayısısı. Her rengini gördüm, patisini yaptım, ellerimle biliyorum. Ve bir de kayısı faydalı tabii, bağırsakları çalıştırıyor, az suyunu kaçırırsan halin fena ama. Bizim Malatya da mı biraz öyle diye düşünüyorum.
Bazıları az suyunu mu kaçırıyorlar canım memleketimin.
Sabah sabah sinirleniyorum.

11 Aralık 2012 Salı

lal

















Hava kurşun gibi ağır
Deniz çarşaf gibi seyrediyor
Gözleri taş gibi, yüreği suskun
Bir bankın üstünde oturmuş o
Sesizliğiyle mücadele ediyor
Ve yırtık montunun iç cebinde bir mektup taşıyor
Asla yollamayacağı, kendiyle birlikte taşıyacağı üç satırlık bir mektup

Yasaklanmış bir kitabı taşır gibi, bir lanet var içinde, kimselere söyleyemediği
Hiçbir yere bırakamadığı bir lanet
Onla birlikte çarptılırılmış bir ceza
Yarım bir elveda notu aslında
O da biliyor ki, tedavisi yok bu diyarlarda

Ve o, başka diyarlara inanmıyor
Yaşama ve insana inandığı kadar
Bir yerlerde dinsiz ilan ediliyor
Bir başka zamanda kahraman
veya bir bilim insanı
Aslında tam olarak hiçbiri olamıyor.

Ne sevmeyi başarabilmiş bir aşık
Ne nefret edebilen bir kötümser
Ne yılmayan bir nefer
Ve ne de gidebilecek kadar gururlu olabiliyor.

Çoğu zaman onu lal biliyorlar.
O ise kendini kör zannediyor
O gittiğinden beri, uzuvları hakkıyla çalışmıyor ne de olsa
Yarım bir insan
Yarım bir hayalet
veya hiçbiri
olamıyor

Bir ürperti olsaydı eğer herhangi bir kuşun kanadında
Bir su birikintisi ortadoğunun her hangi bir çölünde
fark etmez
Bir umut olmak gibi işte bir fakir ocağında
Yine de korkak olmamak istiyor, olmasaydım diyor.

Haklı ya
Git dediğinde gitmişti çünkü
Neden dediğinde susmuştu
Yapabilirizlere inanmamıştı en başta
Şimdi geç kalınmış bir hikayenin ucundan tutar gibi taşıdığı her şey iki katı ağırlığıyla ona dönüyor

Dönüyor da, o şimdi bir bankın üzerinde oturuyor, daha doğrusu ucunda
Emanet gibi bir yaşamı tercih etmişti, yaşamına yakışır oturuyor aslında
Bir ipliğin ucuna bağlanmış, sabun köpüklerinden mutluluk yaratmaya bile çalışmamış
Her sözü yarım kalmış veya tutulmamış
Pişman bile olmaya hakkı yok aslında

Şimdi yaşamayı en baştan tanımlasalar
Onu es geçerlerdi biliyor
Bir zaman makinası yapılsa
Geri dönüp düzelteceği her hangi bir yer yok geçmişinde
En başa dönmek bile istemiyor
Gitmek, kalmak, sevmek, acı çekmek istemiyor
Kendi kendini yok etmek
Kurşun gibi ağır bir havada
önünde tek mantıklı seçenek gibi duruyor
Ve tam da onun istediği gibi kimse onu görmüyor
ne önünden geçip gidenler
ne bankın diğer tarafına oturanlar
ne arkasında dikilenler
acaba o farkına bile varmadan yok olmuş muydu acaba
Yazık diye düşünüyor
Yazık...




10 Aralık 2012 Pazartesi

thank you c.b:)

Sağ taraftaki karın ve sırt kaslarım biraz ağrıyor. Dün mekikte kendimi zorlamış olabilirim.
Ve iğrenç hava, yalnızca ıslak değil aynı zamanda soğuk ve anlamsız bir şekilde esiyor, bir pazartesiye en yakışır halde.
Hiç keyfim yok, biraz bu yüzden, biraz uyuyakaldım, biraz işe bir kaç sorunla falan başladım, ancak şimdi başımı kaldırıp iki satır yazabiliyorum.
Kara kış aslında daha en az 4 ay sahnede olacak biliyorum
ve pazartesiler ömrüm izin verirse her zaman benim canımı sıkmaya devam edecek
ve her hava soğuk olduğunda, daha çok trafiğe kaldığımda, yağmurdan ıslanırken bir yandan da donduğumda
ben yine güne kötü başlamış ve mutsuz olacağım.
oF
Ayrıca o çok beğenilen Looper filmini izledim, filmin ismi Rain Maker olsaymış, daha mantıklıymış, çünkü hikayenin odağı tamamen değişti özellikle ikinci yarıdan itibaren. Ayrıca bin tane cevapsız soruyla biten tuhaf bilim kurgulardan bir tanesiydi. Gerçekten bu tetikçiler neden kendi yaşlılıklarını öldürmek zorundalardı ben anlamadım. Güzel bir fikirle başlanmış hikayeye. Şöyle ki, yine ben distopik gelecek tasarımlarından hoşlanırım. Bu hikaye de 2044 lerde geçiyor, zamanda yolculuğun keşfedildiği ve keşfedilmediği 30 yıllık zaman diliminde geçen bir bilimkurgu hikayesi. Bilmem ne takip sistemi yüzünden gelecekte insanları öldürmek neredeyse imkansız olduğundan, büyük abiler bu tetikçiler denilen sınıfı kullanarak kurbanlarını geçmişe gönderip öyle infaz ettiriyor ve böylelikle onları gelecekten de silmiş oluyorlar. Ancak film bu sistemin en azından biraz da olsa detayları, veya dejenerasyonun boyutları üzerinde durmaktansa, (ki antiütopyalarda hatta bilimkurgularda çevre/toplum betimlemeleri en sevdiğim kısımdır) daha çok bir kovalamacaya dönen film beni kendinden uzaklaştırdı. Küçük Joe'nun hikayesi dışında diğer hikaye neredeyse unutulmaya yüz tuttu. Büyük beklentim nedeniyle de olabilir, ancak çok hayal kırıklığına uğradım. Zaten saat 23 30 da bitirdiğim filmin üzerine, hemencecik The Dark Knight Rises'ı tekrar açıp, en azından iki Alfred, Bruce diyoloğu dinleyip öyle uykuya dalayım dedim. Yüzümde bir gülümsemeyle C. Bale'e bir kere daha aşık oldum:) sonra da sabah uyanamadım ya, o ayrı. Zincirleme reaksyon gibi.
Neyse şu an Grange'ı okuyorum (sisle gelen yolcu). Ama koşarak Zamyatin Biz'e başlayıp en yakın zamanda yüzüncü kere Equilibrium'u izleyeceğim.
Bu arada iyi bilimkurgu için kesinlikle
*Moon
*Districit 9
*Another Earth
öneririm.
Distopyalardan yazmak istemiyorum, o başka bir yazımın konusu olacak. Ben de küçük küçük alan seçmeye çalışıyorum. Kuzen de sanırım biraz inandı bana. Ben galiba anti ütopyaları çok seviyorum. Okuduğum tüm kitapları  tekrar elden geçireceğim ve Huxley ve Orwell ve Zamyatin ve Rand.... Hepinizi seviyorum.
Of bak içimdeki pazartesi şu an kayboldu.
Herkese iyi haftalar arkadaşlar, sevdiğiniz bir şeyleri düşünün gerçekten iyi gelecektir size de..

Yardım için isterseniz benim gibi arada bakabilirsiniz
Christian Bale'in imdb'deki in development bölümüne:))

7 Aralık 2012 Cuma

Argo

Büyük Ortadoğu Projesi, Arap Baharı, 2020 lerin ortalarına doğru en kazançlı-değerli petrolun (Suudileri geçip) ABD'deki petrol olacağının söylentileri. Irak, Suriye, Mısır, Libya....müdehaleleri. Bölgedeki ABD'nin gerçek etkisi ve politikası üzerine artık yazılmayan çizilmeyen kalmadı sanırım.
Petrolün yerine ne yapılırsa yapılsın ikinci bir enerji bulunamadığı, bulunsa da masrafının çok yüksek olduğu da kesin. Yani kalkıp petrol aslında o kadar önemli değil, git gide önemini yitiriyor gibi söylemlerin gerçekçilikten ne kadar uzak olduğu kesin. O kadar zaman geçti, ben daha üniversiteye girmeden konuşuluyordu yok güneş enerjisiyle yok su enerjisiyle yok havayla çalışan arabalar... Olmadı. Tüm dünya Akdeniz şeridinde yaşayan, savaşmayan ve üretmeyen birer beyaz yazlık ev olsaydı, Belki. Binamızın tepesindeki depolarımız, güneş enerjisiyle ısınır ve biz de günün belli saatlerinde oradan gelen sıcak suyla geçinip giderdik. Oldu mu? Don Kişot yel değirmenlerine karşı savaşıyor. Mümkün değil. Koca silah sanayiden bahsediyor, bilmem kaç tane ülkenin toplam milli gelirinden fazla kazanıyor. Tabii ki krizle beslenen kapitalizmin bunlara ihtiyacı olacak. Hem kendi içinde büyüyen açlığı zapt etmek için, hem yalnızca zapt etmek için. Çete savaşlarının desteklenmesi, hükümetlerin çökertilmesi, komşu ülkelerin birbirine düşmesi sayesinde ne oluyor. Artık ufacık çocuğa da sorabilirsiniz.
Satış. Satın alma. Para dönüyor. Büyük paralar.
Şimdi sistemlerinin temeli buraya bağlıysa eğer, üretime değilde, para dönüşüne neden şaşırıyoruz ki. Fakirliğin büyüdüğü bir zamanda, hemen hemen her ülke için, suç oranın arttığı, cinsiyetçiliğin ve gericiliğin büyüdüğü bir zamanda, aynı zamanda lüks tüketimin %10 büyümesi absurd mü sizce?
Değil.
Neyse Amerika diyordum, eğer acil olarak toparlanmazsa, borsadaki ilk altı şirketlerin batması söz kosunu.
İki binlerin başından bir istatistik:
Amerikada yaşayan 3 milyondan fazla insan açlık sınırının altında yaşıyor.
Gittikçe artan evsizler nüfusu.
Amerika nüfusunun %5'i tüm gelirin %40'ının sahibi.
Sigorta şirketleri parçalanıyor. Buna denk olarak sağlık ve eğitim sistemleri çöküyor. Neredeyse açlıktan ölmek üzere olan kendi halkını sokakta, hastane kapısında ölüme terk ediyor.
Memnuniyetsizliğin büyüdüğü topraklardaki bu huzursuzluğu ne ile örtebilirsiniz?
Cumhuriyetçi ve Demokrat politikasının değiştiremediği işte bu büyük ideal, kendi statüsünü korumaktan geçmekte. Bunu da herkes biliyor.
Düşmanlıklar beslenecek ve bunu illahi ki elinde silahla yapmana da gerek yok. Kanlı vahşet politikanı meşrulaştırman için yalnızca doğru araçları kullanman yeterli.
İşte yalnızca bu yüzden Operasyon Argo filminden nefret edebilir insan.
Sinama dili açısından, izlemesi rahat, görüntü kalitesi yüksek, sahne geçişlerinde kopukluk yok, odak noktası belirgin, heyecan kurgusu tam, oyunculuklar iyi, nicelik anlamında tam bir film yani, en azından bence.
Sinema tarihi açısından ise neye hizmet ettiği belli. Filmden çıktığımda biraz daha İran'lı hissettim. İçimdeki ortadoğulu en çok İran Devrim Muhafızını sevdi. Bu tabii benim bakış açım ve hassasiyetimle ilgili. Tabii ki filmin hizmet ettiği şey kendi çapında başarısını sağlayacak, belki oskar heykelciğini kapacak, belki Ben Affleck iyi yönetmeler arasına adını yazdıracak, şimdiden imdb sitesinde yüksek puanla giriş yaptı bile.
Bir de tabii ki ABD'nin ağır ağır işlediği orta doğu evcilleştirme/uysallaştırma politikasının son halkası olan, mahallenin azgın köpeği, biraz aslanı İran'a yapacağı müdehale kesin. Sesler bu filmden sonra biraz daha mı kesilir bilmiyorum. Çünkü artık tarihi biz bu filmlerden öğreniyoruz ya. Böylesine barbar, cahil, acımasız ve karalar içindeki bir halka haddini bildirmenin zamanı gelmedi mi? de diyebilirsiniz, kendinize gelip tepki de verebilirsiniz, seçim sizin.
Ama operasyon Argo, yalnızca bir film değil, aynı zamanda bir propaganda, bundan emin olabilirsiniz.