23 Aralık 2013 Pazartesi

1

Eski yazıların titrek harfleri üzerinde dolanırsın durduk yere ve kendine aralarında bir yer ararsın. Tüm o sıkışıklığın içinde harfleri sağa sola itersin ki, bir yerlere sığıveresin. Olmaz.
Bazen yalnızca eski fotoğrafların eskimiş karelerindeki yüz ifadeni taklit edersin, ayna karşısında. Kendini eskiden olana benzetmeye çalışırsın, bir iz ararsın. Olmaz.
Birgün her şeyin nasıl olacağını tahmin ettiğin o uzun geçmişte, her şeye rağmen yine de asla bugüne hazırlıklı olmadığını anlarsın, daha öncesinde nasıl hayaller kurduğunu anımsamaya çalışırsın. Olmaz.
Neyi düşünmek sana iyi geliyorsa, en çok sevdiğin rakamları, en çok sevdiğin kitapları, film karelerini düşünürsün, onlara benzetmeye çalışıp, başaramadığın hayatında. Olmaz.
Sonra da o nefret ettiğin sessizliğin arkasına sığınırsın. Ufalırsın birşeye sığımaya çalışırken. Olur.
Yok oluncaya kadar ne kadar daha küçülebileceğini, en minicik halini tasavvur edersin şimdiden. Başkasının hikayesi gibi hatırlamak istemediğin bir geçmişi zamansızlaştırmak istersin.
Daha neler yaşanabilirdi ki, kimbilir.
Yüreğin bir yangın yeri misal.
Neden bu memlekette en çok ormanları yakıyorlar.
Bilemezsin.

4 Aralık 2013 Çarşamba

hikaye nasıl bitti annecim?

Sonun başlangıcından önce.
Çocuklar bende kalsın demişti aslında.
İlk önce on sekizine kadar, sonra benim uyanıklığım aklına gelmiş olacak ki, yok yok yirmi ikisine kadar. Üniversite bitene kadar onları etkileme, beyinlerini yıkama şansım vardı tabii. Haklı. En son otuzda karar kıldı. Otuzdan sonra alırsın çocukları dedi.
Bir anda aklına geldi tabii, ya torunlar! Onları da kendim gibi mi yetiştirecektim?
Yok yok, dedi. O kadar da değil. Torunlar o saatten sonra benden etkilenir, dedi...

Boşanıyoruz yani. Aslında ben sustum. O hala gülümsüyordu. Boşanıyorsak çabuk söyle en azından İspark ilk on beş dakika boyunca ücretsizmiş, dedi. Gülümsedim. Ben veririm İspark'ı dedim. Gülümsedi. Birer bira içelim dedim. Kabul etti. Aslında güzel bir rakı içebilirdik dedi.

Sonra oturduk şöyle karşılıklı. Hisar'da. Ben işte bir süre saçmaladım. Ellerimi kenetlediğim parmaklarının üzerinden çekmek istemeden ona neden olamayacağını falan anlattım. Koca bir sır perdesini aralıyormuşum gibi de değil üstelik, tam bir acizlikle tam bir korkaklıkla yaptım. Ara ara da ağladım. Tamam dedi. Zaten hep tamam der. Anlıyormuş, öyle söyledi. Yine de bunu beklemediğini de. Ben sürprizim tabii, dedi. Ben riskliyim, değil mi? diye üsteledi. Alakası bile yok dedim. Geçer dedi. Elimi artık çekmem gerektiğini söyledi. Çektim. Bak, beş dakika sonra elimi tutmamaya alışacaksın. Sonra üç beş gün sonra benim olmamama da dedi. İçten içe bana kızıyordu, biliyorum. Bunun alışma problemi olmadığını ona anlatmaya çalıştım. Ne kadar gitmek istemediğimi, ama kapanmamış defterlerim olduğunu vs. Dinledi. Yüzünde hiç kötü bir ifade görmedim. Üzüldü. Gözlerinden belliydi. Bir de ara ara kurmaya yeltenip yarım bıraktığı cümlelerden.

Sonra bana ilk defa birisi salak dediğinde haklıydı. Böyle boşluğun ortasına bıraktı kelimeyi. Ne öncesi vardı, ne sonrası. Salak..

Kabul ettim.

Sonra aslında Paris bileti alacaktım, bakıyordum diye geveledi. Benim daha fazla ağlamamı istemediği için yarım bıraktığı cümlelerden birinde. Gidemeyeceğiz yani. Yoksa ben gidip öyle salak gibi seni bekleyecek değilim...i tamamlamadı.

Ne kadar sürer.. diye sormadı mesela. Sorabilirdi. Belki biraz yeltendi ama sustu.

Peki öyle olmasaydı dedi. Aslında kendi de biliyordu. Alakası bile yok. Nasıl olduysa öyle harikaydı ki her şey, sorun benim dirayetsizliğimde.

Bir şeyler daha anlattı bana. Kimseye anlatmadığı. Yine bazen güldük. Yine bazen güldürdü beni. Oturduğumuz süre boyunca bir daha hiç elimi tutmadı. Doğal olarak. Bazen öyle bir şey anlatırken dokundu, bir saniyeden hallice. Sonra da üç kere kalkıp gitmeye karar verdik. Üç kere vazgeçtik. İki kere hesap ödedik. Sonra o kadar hızlı kalktık ki masadan. Biraz daha kalsak hiç ayrılamayacakmışız gibi.

Çocuklar sende kalacak yani dedim. Hayır saçmalama, dedi. O şakaydı. Çocuk her zaman annesinde kalır dedi. Gülümsedim. Yine biraz ağladım.

Hikaye nasıl bitiyor annecik diye soracak tabii bana.

Nasıl cevap versem. Henüz onu bile tanımıyorum ki...

Angels Share'i kesin izle dedim. Hayır dedi. Acı çekmek istemiyordu belli.

Biraz bir film hikayesi gibi. Ben hep severim fantastik hikayeleri. Hep iyi sonla biterlerdi hani?

Rapunzel misin sen? diye sormuştu bana. Saçların öyle uzun ki.

Deniz seviyesindeyim. Kale yıkıldı. Büyü dağıldı. Yine arda kalan dünyanın gerçek ama çirkin yüzü. Saçlarımı uzatsam onu peşi sıra sürüklerdim. Artık bir kalede değildim. Saçlaramı kessem mi diye sorduğum da, sakın ha demişti. Saçlarımı en az ona toplamıştım ben de. Bir yabancıya.

Sen bu arabadan indikten sonra, kokunla birlikte gidiyorsun ya. Geriye hüzün kalıyor yalnızca.
İyi birşey söylemişti tabii. Biliyorum. Ama çoğu zaman biliyor gibi davranmadım ona.

Biz de o son yolculukta, Dire straits'den Tunnel of Love'ı dinledik.

Sonra da hüzün kaldı geriye.

Hoşçakal dedim inerken, hoşçakal dedi.
Belki başka bir hayatta, belki...

Hoşçakal.


***Eski tarihli yazdığım bir hikayeden alıntıdır.

3 Aralık 2013 Salı

... üzereyim

Hadi çıplaktı ellerin

Hadi o zaman daha gençtin bilmiyordun

Hadi tüm o koşullar elverişliydi

Kadim dostluklara, geçici marazlara falan inanmıştın en fazla

Ve aynı zamanda bir çizgi filmden distopik bir gelecek çıkarıp, çoğunun tahayyül dahi edemeyeceği bir sırada sen ağladın öyle mi?

Tanımıyorum. Seni.

Ama bir insanın çıplak elle, hem de bile bile, kaç kere elektrikli tele dokunacağını biliyorum.

Ve bunu senin yüzüne bakarak dedim.

Bencilim diye. Biraz bencilce olacak ama dedim. Sen çoktan o tellere dokunmuşsun. Çarpılmışsın zar.

Eğer aşk çıplak elle dokunabilmekse tellere, kaç kere yapabilirsin bunu, tekrar tekrar..

Burada komik olan kısım ise, ben elektrikli telim.

Bu hikayedeki kötü karakter.

Bana dokunma ile dokunmayın bana bir süre arasında gidip gelen karakter. Ne yapacağını bilemediği için bileğini kesmek üzere olan karakter.

Şimdi sen dans etmek mi istiyorsun. Al sana, bütün pist senin.

Şimdi sen kendi alanım mı diyorsun. Şehrin bu yakasındaki, al tüm hayat alanın olsun, yıllardır uğrunda şavaştığın. artık umurumda değil.

Sonrada şarkı neden öyle söylüyor?

Ben böyleyim. Demiştim en başta.