27 Mayıs 2013 Pazartesi

fermanı padişah, bizimki Willis maşallah!

Dünyaya son hızla bir meteor yaklaşmakta.
Dünyanın çekirdiğinde büyük bir patlama söz konusu.
Hızla yayılan bir virüs tüm insan ırkını tehdit ediyor.

Olabilir.

Yani insanlığın geleceği senin elinde.

Yapma, eyleme.

Zombiye dönüşüp birbirimizin etine saldırıp, koşmaktan yoksun-beyinsiz embesillere dönüşmemizi engelle.
E ne de olsa hücreleri hızla öldürüyormuş.

Diğer taraftan kan emici vampirler gibi, birbirimizin temiz yanlarını sömürüp, seks partilerinde içip içip binbir türlü ahlaksızlığa davet çıkarabiliriz ki.
Promile bakar hepsi.

Haklısın tabii, illa büyük bir meteor veya önüne geçilmez bir virüs olmak zorunda değil. Onlar Amerikan filmi. Bizimki müslüman uyarlaması.
İçki.
İnsanlığın geleceğinin en büyük tehdidi.
Bizim patron da Brucu Willis garii.
O sırtlanacak tüm dünyanın yükünü.
Büyük fedakar, kurtaracak bebelerimizin geleceğini.
Ne pahasına olursa hem de.
Gerekirse gidecek o nükleer bombayı tüm zehiri-şehrin göbeğine yerleştirecek.
Geleceğin resmi bir nevi Persepolis.
Bazıları bunu yalnızca çizgi film sanıyor!
Bana mahsuru yok.
Bu ülkede en çok alkol satışının hangi yasaklı illerde olduğunu ben halihazırda biliyorum.

E doğru söze de ne demeli.
Tüm kötülüklerin anası.

Hz. Muhammed, Mekke dolaylarında dolanırken, bir grup insanı bir masada oturmuş hoşbeş ederken görmüş. Yanındaki yaverine sormuş. Bunlar ne yapıyorlar diye. Yaveri de içki içiyorlar demiş. Hz. Muhammed de Helal olsun diyip yoluna devam etmiş.
Tam dönüş yolunda yine aynı grupla karşılaştığında bakmış bu sefer hepsi birbirine girmiş. Kavga ediyorlar, küfrediyorlar. Bu seferde basmış, haram olsun demiş.

Hoş demiş. Ki bunu herhangi biz hz.'in demesine de gerek yok bence.
Anekdot olsun.

Bizim padişah hazretleri Willis de bu hesapta herhal. Kötülüklerin anasını götüm götüm hareketlerle bir hizaya getirecek, sonrası şamda kayısı
Neyse, şöyle bir düşündüm ben de.
Prens haklı!
Hüseyin Üzmez. Memleketlim. Malatyalı kendisi. Medarı iftiharımız. Diğer adı sübyancı.
Olur ya, düşün daha içmeden neler oluyor.
Haklılar tabii.
İnsan kendini bilmeli, kendinden korkmalı en çok. O kapalı kutular ardında geçen binbir türlü düşünceyi  ben mi öngöreceğim? O görecek tabii. O kuytu karanlığın altında nasıl bir sapkınlık nasıl bir açlık yatmaktaysa... ben geleceği ayyaş, kafası kıyak görmek istemiyorum diyor.
Babababa...
La bugüne kadar işte olan biten bu. Bu koca gençlik kafası kıyak edepsizlere dönüştü.(yalnızca sen ben değil yani, bizim analar babalar ve dedeler de gitti arada)
Şimdi, bundan sonrasını da kurtaracak Willis.
E dediğim gibi.
Korku, adamın kendisi.
Zihniyeti belli.
Benim baldır bacağımdan, kırmızı dudağımdan akan o köhne şehvete karşı o neyi pantalonun içinde tutamadığını daha iyi bilir.
Varsın yasaklasın zaten dert değil.
Ne içki yasağı ile bir neslin temizlendiği görülmüş
Ne de binbir türlü baskı ile hizaya getirilmiş bir halk
O da bunu biliyor olmalı zaten.
Küçük oyalamalarla başka peşkeşlerin ardında zaar.

Ben de bugün tahrik unsuru olan herşeyin üstüne soğuk bir ayran içeceğim.
Bir memlekette yalnızca birey değil aynı zamanda kadın olmanın zorluğunu göre göre.
Hem de dudağımda kırmızı rujum, kısa şortum bir de en kötüsü kalemimle.

Saygılar vekilim..

23 Mayıs 2013 Perşembe

OT üzerine, biraz da Ankara

O gece büyük rakının ardından bir 35'lik aldık ve Nurol'la oturup yirmi yıllık gelecek planımızı yapmaya karar verdik. O kızlarla hemen evlenecektik. Çünkü biz neşeli olduğumuz nispette ciddi adamlardık, bu dünyaya gönül eğlendirmek için gelmemiştik. O meseleyi hallettikten sonra kaç çocuğumuz olmalı sorununa geldik. Toplamda 13 çocuğumuz olmalı kararını aldık. Çünkü Tolstoy'un 13 çocuğu vardı. Ve biz ikimiz birleştiğimiz zaman en azından bu konuda Tolstoy'a yetişebilirdik. Çocuklar beraber büyüyeceklerdi ve birbirlerinden hiç ayırmayacaktık onları. Toplamda 13 çocuğumuz olacağı için zengin olmaya da karar verdik mecburen. Gerekirse ruhumuzu satıp zengin olacaktık ama bunu toplamda 13 çocuğumuz olduğu için yaptığımızı hiçbir zaman unutmayacaktık. Zengin olduğumuz için çok büyük acılar çekecektik. Spor arabalarımızda ve jakuzilerimizde ağlayacaktık. O kadar çok ağlayacaktık ki herkes acıyacaktı bize, 'keşke zengin olmasalardı diyeceklerdi ama ne yaparsın 13 çocukları var toplamda, mecburen zengin olmuşlar.'
Çocuklarımızı sadece birbirleriyle kavga ederlerse dövecektik. Tekme tokat  dövecektik onları o zaman çünkü çocuklarımızın bizden çok birbirlerini sevmesini istiyorduk. Onlara bisiklet almayacaktık çünkü bize alınmamıştı. Bisiklet alırsak büyüyünce bize benzemezlerdi, başka birinin çocuğuna benzerlerdi. Jet ski alacaktık onlara bu yüzden. İşte bunun gibi şeyler...

Hikayenin ismi Misket Mahallesi..

Dün kuzinem (barikanınkuyusu) elime yeni çıkan OT dergisini tutuşturdu. Sağolsun. İyi de yaptı. Yeni çıkan aylık  derginin 3. sayısı. Edebiyat Mizah dergisi. İçinde kimler yok ki.. Ben tek tek saymayacağım. Meraklıları alır bakar.
Barikanınkuyusu bu hikayeyi okumalısın demişti. Bir süredir yine okuma sıkıntısı çektiğimin farkında. Tam ağzıma layık bir öykü. Cümlelere dikkat et dedi. Ben bilseydim bu sayıda öykünün yarım kaldığını yine okur muydum? Okurdum tabii.
Beni Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimize götürdü. Biraz tabii. Aslında tam bir erkek hikayesi. Aşk falan yalan yani. Adam gibi hem de, böyle mahallenin bıçkın ve gururlu delikanlılarının hikayesi. Ve birde valolma aslında.
Nurol ile Nurullah
Ender ile Çetin

Bir de bu memlekette tüm hikayeler Ankara'da geçince daha mı bir güzel oluyor bilmiyorum.
Bir şehrin tekdüzeliğinden bu kadar canlı renklerin çıkması ilginç tabii...

Öğrenciliğim döneminde gittim Ankara'ya, bir kaç defa. Bizim niyet belli. Vize başvurularında belirtilen gibi 'turistik' amaçlı değil yani. Daha çok 'politik'. Biz merkezi eylemlerin, üniversitelerin, kızılayın falan insanıydık o zaman. Ben bir kentin insanlarının bu kadar tutkulu ve coşkulu olduğunu o zaman görmüştüm ilk defa. Bu ülkede birşeyler olacaksa orada başlayacağına da inanmıştım tabii. Taburelerinde oturduğumuz sokaklar, yudumladığımız çaylar, dolaştığımız kampüsler hepsi doğru birşeylere işaret ediyordu sanki.
Hala tadı biraz  damağımda kalmış hissi, İzmir'in deniz havasına inat, Ankara'yı sevdim ben.
Bir otobüs yolculuğunda.

Şimdi de Behzat Ç insanlarının ağzında bir Neşat Ertaş türküsünün dolanması tesadüf değil o yüzden. O meyhaneyi bulup çay bardağında rakı içme hayalleri de.
Anlıyorum hepsini.
O yüzden Emrah Serbes'in hikayesinde bir karakter aşkını anlatırken kendini bir limonun sıkılmış yarısına benzettiğinde şaşırmıyorum. Veya Barış Bıçakçı'nın bir hastane odasındaki baba tasvirine.
Kahvenin telvesinin neden dibe çöktüğüne.
Bir memleketin havasının insan üzerindeki etkisine mi bakmak istiyorsunuz. Yüzünüzü memleketin ortasına dönün.
Orada aradığınız cevabı bulacaksınız derim.

Bir İstanbul sevdalısından, ankara övgüsü olsun bu yazı.
Bir de yalnızca o hikayeyi okumak için de olsa dergiyi alın derim.
Kaçan ağzınızın tadı yerine gelsin diye hem de..

Teşekkürler Barikanınkuyusu

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Tres Dias

Lars Von Trier, isminin telafuzu bile hoş.
Ben de şaşırdım kaldım. İlk defa özgün bir senaryo yazmamış demek ki, ben de geç farkettim diye.
Ne kadar çok dokunmuş hikayesi Üçüncü güne diye (Tres  Dias).
Kıyamet haberinden sonra doğaya doğru yol alan bir aile. Büyük bir aksiyon dışında biz yine yalnızca bir ailenin kendine dönüşünü izleyeceğiz sandım tabii. Yaşamak için yalnızca 3 günleri kalan bu ailenin dramının başka bir dramadan kaynaklandığından habersizim o sıra. Ben yalnızca kıyamet karmaşasından kaçtıklarını sanıyorum ayrıca..

Melankoli'deki Clare karakterini (C.Gainsbourg), 3.Gün'deki Anne (Rosa) karakteriyle özdeşleştirip, bu küçük defoyu hiç yakıştıramıyorum Trier'e. Nasıl olur da bu kadar kopyalar diye düşünüyorum. Agresif oğul, bir çatışma yaşadığı da belli, tamamen C. Dunst'ın canlandırdığı Justine ile özdeşleşiyor. Derken...
İş değişiyor.
Küçük bir ters köşe. Ama sürprizi bozmamak için birşey söylemeyeceğim.

2008 yapımı Tres Dias (3.Gün) filminin İspanyol yönetmeni F.Javier Gutierrez ilk uzun metrajı. Ve daha büyük bombası (çok gerekli görmeyebilirsiniz)
James O Baar'ın çizgikaleminden uyarlama Crow'un yeni versyonunu yönetecek olması. Yeni filmde başrol oyuncusu ise Luke Evans, Brandon Lee'cilere duyurulur.

Konusu: İspanya'da bir kasabada yaşayan anne oğul, televizyondan dünyaya son hızla yaklaşmakta olan meteor haberini duyarlar. Spikerin söylediği kadarıyla dünyanın önde gelen devletleri bunu engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır ve bir karmaşa yaratmamak için bu haberi gizlemişlerdir. Bu meteorun, dinazorları ortadan kaldıran hadiseden 5 kat daha büyük bir darbeye yol açacağını söyleyen haberler sonrasında Rose, agresif oğlu Ale'yi de yanına alarak, şehrin dışında yaşayan torunlarının yanına gitmeye karar verir. Şehir boyunca kaybedecek birşeyi kalmayan insanların manzaralarını görürüz. Çorak ve terk edilmiş kasabaya ulaştıklarında ise artık 3 gün boyunca yaşamak için bir nedeni olan Rose dünyanın yok olacağı gerçeğini torunlarından saklamaya karar verir. Hikaye buraya kadar klasik anlamda bir kıyamet filmi izleyeceğimizin sinyalini vermiş olsa da, asıl hikaye buradan sonra başlar.
Karmaşa her yeri vurduğu gibi cezaevlerini de vurmuştur. Mahkumler isyan etmiş ve bir çoğu serbest kalmıştır. Artık dışarıda olan yani bir nevi özgür olan seri katil Lucio'nun ise dünyanın sonuyla ilgil ibir derdi yok gibidir...

19 Mayıs 2013 Pazar

hayat avcısı..

The Imposter

Belgesellerdeki genel havanın aksine, hiç de izleyiciyle arasına bir mesafe koymuyor, bir öğretmen öğrenci ilişkisi veya öyküleme eksikliği de hissetmiyorsunuz. Bir an bile. Bart Layton'un işi ustaca kotardığını söyleyebilirim tabii.
Polisiyeye olan ilgim tabii ki benim yaşıtlarımın bir çoğu gibi sayın Fletcher'la Cinayet Dosyasından (Murder, She Wrote) - bu arada bu orjinal ismini de 2 saniye önce öğrenmiş bulunmaktayım ve gayet yakışıklı bulduğumu da söylemek isterim -
 geliyor ve evet ben katil uşaklı hikayeleri ve ters köşeleri çok severim.
Eğer bana mantıklı bir son vermeseniz bile, mantıksız bir sona her zaman fitim.
Hay anasını... lardan çok hoşlanıyorum ve açık ağız böyle -e ne oldu? şimdiler'den nefret ediyorum.
Yönetmen kendine göre çizmese de, ben, kendime göre bir son yazmalıyım. Yani en azından yönetmen o demokratik hakkı bana tanımalı diyenlerdenim. Neyse.
Belgesel tarzında bunun ne kadar imkansız olduğunu söylememe gerek yok tabii ki. Yani ucu açık bir demokrasiye veya sonu izleyici için tahrip etme durumu mümkün değil.
Belki biraz da bu yüzden, biraz de genel öğretici havanın benim üzerimde yarattığı o gerginlikten, az belgesel seyrederim (Seyrederken kendimden geçtiğim ve evet çok sevdiğim doğru olabilir, ama tercih etmememin altında yatın gerçeği öğrenmek hakkınız değil mi? )
Belgesel, işin biraz resmiyeti, fotoğrafın gerçek manada hareketli hali ve bir de şahitli olma durumları falan.
Ve sinemadan kopmak istemediğiniz anda sarılacağınız bir öyküyü bulmak genelde zordur. Veya gerçek sizi rahatsız ettiği zaman kendinizi başka bir şeyle oyalayamazsınız. Çünkü tamamen gerçekleri izlemektesiniz. Ve filmlerin, kahramanlık hikayelerinin aksine hayat size her zaman belirli bir sonla gelmeyebilir.
Yani daha açık konuşmak gerekirse eğer, Holmes-lar veya Fletcher-ların çözemeyeceği bir dosya bu.
Mutlu mutsuz son mümkün değil, diyorum.

Size sonuyla ilgili bir şey söylemek istemiyorum. Ancak türkçeleştirilmiş isminin gerçekten çok daha güçlü olduğunu söyleyebilirim.

Ve öyle bir tuhaf ki, gerçek bir hikayeyi gerçek insanların ağzından dinleme şansına ve bir de hayretlik bir hikayeye şahitlik yapma şansına sahipsiniz. Tüm tuhfatlıklarına ve yarım kalmışlığına rağmen.
Kaçırmayın derim.

İddaya göre, Teksaslı bir ailenin en küçük oğlu olan Nicholas Barclay 14 yaşındayken ortadan kaybolur . Tüm ailesinin bütün aramaları ve onu bulma çabalarının yıllarca hiçbir sonucu olmaz.
Herkes tam umutlarını kestiği bir zaman, yani yaklışık 3,5 yıl sonra İspanya'dan gelen bir telefonla her şey değişmek üzeredir.
Kaybettikleri zaman sarışın mavi gözlü 13 yaşındaki Nicholas bulunmuştur.
Hem de İspanya'da.
Esmer, kahve rengi gözlü ve yirmi üç yaşındadır.
Bir sahtekar.
Peki ya bir sahtekar için bu kaybolma hikayesi aslında bir başka hayat şansıysa.
Peki ya başkaları ondan daha büyük sahtekarsa?
Yalanla dolu bir hikayede belki de kandırılan yalnızca sizsiniz.

Hikayenin gerisi sizin :)

15 Mayıs 2013 Çarşamba

A KahPe var!

Osman Koçak, kendisi ilgili yerden ve mevzuyla da baya ilgili.
Diyor ki,
"asgari ücretin 770 küsür olduğu ülkemde;pilot'a 18 bin,hostes'e 8 bin yetmiyor! THYdeGrevVar UçmuyoruzUçurmuyoruz"
Çok ironik konuşuyor farkındaysanız. Çünkü kendisi zaten iktidarın tüm hallerinden bağımsız, emekten falan yana gerçek  duruş sahibi bir partizan partili!
Olur, o da olur..
Manipülasyon efendisi. Babadan öğrenmiş işi, konuşmayı biliyor. Kendi gibi olup, onu kedi gibi dinleyenlere yahu!
Şaşırmamak lazım.
Bizim buralarda fakir edebiyatının bini bir para değil.
Severiz yani.
Fakir ama onurlu genci oynamayı.
Zengin kötüdür ya, bakın tüm türk filmlerinin zengin ama kötü çocuklarına.
Diskolarda içkilerimize hapları atanlar onlardır, sonra ne biliyim arabayla ufak yoksul kardeşimize çarpıp kaçan, kız kardeşimizin zorla ırzına geçen, bizi baştan çıkaran falan filan..
Pilot kötüdür!
Tümevarım/gelim yapıyorum.
18bin yetmiyor.
Hostes kötüdür.
Hali hazırda kadın olduğu için, kırmızı ruj sürüp, saçını tepeden topladığı için.
Aynı zamanda üstüne bir de 8bin mi kazanıyor!
Tü kaka!
Vurun kahpeye.
Asgari ücret 770 tl.
Hele bakın tek satırda ne çok bilgi paylaşıyor.
O ücreti enflasyona göre düzenleyen onun kanından değil gibi. Sonra benim halkım işini bilirleri kim söylemişti. Peki kim parsel parsel satıp ülkeyi, onbinlerce insanı işsiz bırakıp bir de üstüne bugün imf'ye borç bitti dedi!
Yok yok... yalan söylüyorum.
Grev yapan işçiler değil sendika!
Sendika: anarşik komünist onlar! (sayın Koçak anlasın diye 'Kominist' yazacaktım ama okuyana ayıp olur)
Telefonda canlı olarak bağlantıdayız.
Ardiye bölümü tamamen kapalı. Biliyorum çünkü malzemem içeride mahsur kaldı.
Hoş! varsın kalsın!! Biz kazanılacak bir hak varsa bekleriz, destekleriz sayın Köstek! (ay pardon isim hafızam çok kötü benim)
Hemen 11 yıldır orada çalışan arkadaşımı aradım.
Şaşkınız, diyor.
İki taraf da haber yapmaya çalışırken, grevcilerin sesi kısılıyor, şükür.
Kızcağaz diyor ki 'Şimdi iki ucu boklu değnek. İnsanlar korkuyorlar. Çünkü geçen sefer yüzlerce insan işter çıkarıldı, halbuki bilmiyorlar o eylemdi, bu seferki genel grev'!
Bunu bilmeyen, korkan, cayan yalnızca bazı THY çalışanları değil. Bu bu ülkenin bilmez çoğunluğunun meselesi.
Yani aslında hepsinde aynı.
Hedef gösterin, düşman kim?
Manipüle edin!
Grev kırın!
Alın,satın!
Katledin!
neymiş o pilot 18bin kazanıyor..
E yakın o zaman. Siz yakmayı en iyi bilensiniz.
Pilotları yakın, hostesleri recmedelim.
Sonra da derin bir nefes alın.
Onların akıllarına göre grevcilik, komünizm. Tamam tabii ki öyle belki ama onların anladığı anlamda değil.
E buradan ekonomi politiğin dersini verecek de değilim.
Sonuç nedir:
Sonuç komünizm, fakir edebiyatı değil.
Pilotlar da robin hood.
Robin Hoodculuk  diye bir akım yok
Yani biz zenginden alıp fakire dağıtan'cılardan değiliz.
Grevin desteklediği, zengini de fakir edelim değil.
'Zengin' karalamak değil.
Bir yerde sorun varsa, zengin olduğu için değil.
Fakir olduğu için.
Fakir de zengin olsun diye yani, tüm zenginler fakir olsun diye değil.
Basitçe anlattım sanırım.
3 yaşında bir çocuk sayın koçak.

Şimdi yazının başlığına tekrar bakın.
Bizim memlekette sizden çok var sayın Koçak!

12 Mayıs 2013 Pazar

Gergedanlar da uçar zamanı..


Bahman Ghobadi'nin daha önce izlediğim iki filmi, Sarhoş Atlar Zamanı ve Kamlumbağalar da Uçar'dan yıllar sonra izlediğim Gergedan Mevsimi'ni sevmemem, yalnızca İran'daki politik sisteme karşı yapılmış her mesaiyi artık ciddiye almamamdan kaynaklanmıyor. Yoksa Asghar Farhadi'nin Bir Ayrılık filmi ve anlatımına gayet sempatiyle ve hayranlıkla yaklaşabilmiştim. Ancak güçsüz senaryo, yarım kalmış veya hiç olmamış oyunculuklar, benim gözüme çarpan kamera hataları (arşiv gibi olan yerde türk karakterin, Mina'nın dosyası için uzaklara bakarak seslenmesi, ve dosya ona ulaştığında hala uzaklara bakıyor olması vs.), Belçim'in tersten oyunculuk ödülü alması gerektiğini  düşünmem, bir insan bu kadar mı yeteneksiz olur, neden hala bu ısrar ????, karakterlerden hemen hemen hiçbirinin bir derinliğe sahip olmaması, ayrıca senaryo boyunca, Terrance Mallick ve Chan Wook Park arasında gidip gelmelerim, klasik olabilecekken çok daha klişeleşmiş hayvan metaforları... derken, sonuç olarak olmamış bir film.

 

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Matthew'un gelişimi.

Richard Linklater'ın yaptığı şeyle ilgili zaten bir şüphemiz yok. Yoksa yaşlı ve aksi bir kadını arkasından dört el  ateş ederek öldürmüş bir cenaze levazımcısına, onun deyimiyle cenaze direktörüne bu kadar sempatiyle bakmış olmamız gerçekten biraz tuhaf. Ayrıca konuyu gerçekçi bir perspektifle anlatma sevdası ve kamerayı nereye yerleştirirse yerleştirsin bunu çok samimi bir şekilde başarması da onun naçizane özelliklerinden bir tanesi. Bir tren vagonunda veya bir kasaba sokağında. Hiç fark etmez. Ama burada benim asıl üstünde durmak istediğim konu, ne Richard Linklater'ın usta yönetmenliği ne de özellikle komedi tarzı filmlerde başarısını ispatlamış olan Jack Black'in akıllara zarar performansı. Bence asıl üzerinde durulması gereken konu, Amerikan gerizekalı izleyici profilini veya genelde gerizekalı profilini ve kas yığını sevdasını temsil ettiğini düşündüğüm Matthew McConaughey'in tuhaf bir şekilde git gide yükselttiği çıtası.
Reign of Fire filmde (ingiliz) kaba saba bir amerikalı olarak kadraja girişinin ve bunun filmin gerzek amerikalı repliği ile ne kadar beni koparttığını hatırlıyorum. Daha çok soft romantik komedilerde oynayan, aptal sarışın kızın, erkek versyonu olduğunu düşündüğüm Conaughey en başta başrol egosunun olmadığını ispatlamış oldu ve hayır tabii ki ilk defa değil.
İlk defa Bill Paxton'ın Frailty filminde iyi bir sahne çıkaran Conaughey, aslınde kendi performansından çok entresan film konusuyla dikkatleri çekmişti.
Ancak ondan biraz önce başlayan aptal sarışın tiplemelerinin başrol oyuncusu olması için bir yol açılmıştı tabii. Ard arda çevirdiği bu soft filmler Lincoln Lawyer'a kadar geldi. İLk defa çıtayı burada yükseltmeye başlayan Conaughey beni gerçek mana da şok etti de diyebilirz. Özellikle az önce izlediğim Bernie'deki performansı, Magic Mike'ın Dallas'ı ve geçen ay izlediğim PaperBoy'un Ward Jansen'i iyi birşeyleri işaret ediyor gibi (Mud'ı henüz izlemedim).
Yoksa 2014 Interstellar projesinde Christopher Nolan ile yer almasının altında o mahsun mavi gözleri, sarı kafası ve kafam kadar kasları yatıyor olmazdı herhal :))
Neyse benden bir artı puan, şimdilik tabii. Bir de Imdb, in development'ına bakıp söylüyorum. İyi birşeyler olacak gibi, hadi hayırlısı??

7 Mayıs 2013 Salı

+44

+44
Malatya plakası değil.
Televizyon kurumunun belirlediği yaş sınırlamasının tuhaf bir şekilde üstünde, evet.
Ve o derece tiksinç ve korkunç ve şu anda maneviyattan dolayı kullanamadığım diğer sıfatlar.
Ve o derece mahrem, o yüzden size anlayabileceğiniz örneklemeler yapamayacağım.
Mahrem, bazıları için telefon anlamına gelir.
Bkz. kişinin mahremi (iphone). çok para ediyor tabii.

Beş para etmezler
Aslında görünen davranışın altında yatan gerçeklerden gelir.
Yeterince gerizekalıysanız, hayatınız boyunca bir kere bile karşılaşmadan yaşayabilirsiniz.
Bir de bazen, bazıları yalnızca sizi, gerizekalı sanar.
O derece yani.

Fırsattan İstifade
Nacizane bir söz grubumuz. İki kelime bir araya gelince anlamda düşme olmaz. O yüzden biraz türkçe bilen herkesin anlayacağı üzere fırsat ve istifade durumudur. İstifade zaten tek başına yakışık durmaz. Bu kelime grubu hele bir de 'yolu düşmek' grubuyla denk düştümü, tadından yenmez, yanında yat.
Bkz.Sizin oralarda eşek çok mu ( aziz nesin uyarlaması)

Şeker yerken takur tukur...

Demek ki bir de şeker muamelisi yapıyor.

Hangi durumlarda mı, o da baya mahremiyete girer, yazamayacağım.

O zaman karar ve vermek lazım ya takur tukursun ya vay vay.
Yoksa o zaten .... atar.

biraz da komik ve tuhaf tarafları...

en sevdiği pembe gülü dalından koparmış ve onu çaktırmadan benim çantamın içine sokmuş, bana kendince tabii, mutlu olmam için sürpriz yapmış biri
biraz sonra, beni arayıp çantama bakmamı söyleyip, şimdi ona öküz dediğim için mahçup olup olmadığımı soracak tabii
biraz sonra, o güle iyi bakmam gerektiğini, onu kurutmamamı ve gözümün önünde tutmamı tembihlediğinde
biraz sonra bana ertesi gün bir onbeş gül daha getireceğini söylediğinde
ve biraz sonra bunun asıl nedenini öğrendiğimde hiç de şaşırmamalıydım
gül reçeli
ona en sevdiğinden gül reçeli yapacakmışım.

bu durumdaki anormalliği yok hayır kimseye sormuyorum.

hafta sonu planımız var mı diye sorduğumda, aşk diyen bir adam.
sevgi babında
yani bu haftasonu da birbirimizi sevmeye devam edeceğiz.
mütiş bir plan

sihirli tılsım olarak kendimize mönşın gladbah'ı seçtik. Eğer bir şeyin iyi olmasını bekliyorsak kesinlikle nerede olduğumuzun bir önemi yok Mönşın gladbah diye bağırıyoruz. hem de böyle asabi asabi, çatık kaşlı bağırıyoruz.

İkimiz de şekerli türk kahvesi içiyoruz. onun ağzının içinde kalay var misali, tek kerede kafaya dikenlerden,
ben ise ağırağır, biraz soğuttuktan sonra içenlerden ve her defasında üşenmeden benim kahveme göz dikenlerden biri bu, yine de bir şekilde anlaşıyoruz.

ondan birşey isteyeceğim zaman hemen anlıyor. daha telefondaki ilk kelimemden, dökül diyor. bunu nasıl yapıyor bilmiyorum. ses tonumun tuhaflaşmış bir hali olacak, onun kulaklarda demek ki maşallah. ama üzülmeyin, hepsi beni  daha iyi duyabilmek için.

ben de onun memnuniyetsiz suratsız hallerini anlıyorum. ama ne yazık ki bu bir yetenek değil. o kadar az belli ediyor ki kendisi, ben değil tüm herkes farkına varıyor.

Aslında benim için de öyle diyorlar. suratsızlığım hiç çekilmezmiş. biz herhalde otomatik değnek saklayanlardanız, birbirimizi görünce, tuhaf.

iddia'da da genelde Bayern Münih'e basıyoruz. hatta çoğu zaman o kızsa da ben tüm paramı. genelde de kaybetmiyoruz, kazanıyoruz.

aralıklı tavla oyunlarımız. yenilmeyi kabul etmiyor. bu duyguyu ben bir yerden biliyorum. yenildiğinde benim için yenildiğini idda ediyor. ben de he diyorum. he öyle. sonuca bakıyorum 5-0, sonra yoluma devam ediyorum. tavla bu arada onun kolunun altında (bu bloğa bir tek benim yazabilmem harika bir durum :D )

ona kalsa bütün yaz yalnızca barbunya ile beslenebiliriz.
ve tüm gün yalnızca iz tv izleyebiliriz
ben de politikadan ve sinemadan konuşunca hiç susmuyormuşum ve onu hiç dinlemiyormuşum
bir de çok heyecanlanıyormuşum, bunu hiç anlamadığını söylüyor.

yani anlayacağınız filmlerin gerçek olduğuna inanmamla, devlet düşmanı olmam arasında tuhaf bir tutarlılık var. ve sohbet arasında, arkadaşlar yanında özellikle bu iki başlıktan bir konu açıldığında benimki, bazen biraz da onunla ilgilenmemi söylüyor.
şimdi o elindeki silahı yavaşça yere bırakıp, bana dönebilirsin... misali.

onun saçının en çok üç numara yarısı, iki numara bazı yerleri kesilmiş halini gerçekten seviyorum. ama bunu ona hiç söyledim mi onu bilmiyorum. o da saçını her traş ettirdiğinde, bak senin için deyip, elimi kafasına götürüyor. böyle tuhaf bir tırtık hissi, komik ama güzel doğrusu.

bazen komik bir şekilde gülüyor, sesli sesli. ben bir erkeğin  sesli gülmesine çok gülenlerdenim. onun sesli gülmesi bazen hoşuma gidiyor. bazen yalnızca gülmesi.

o da benim tüm tepkilerimi (neredeyse) ezbere biliyor. elimi kaldırışım, parmak hareketlerim, gözümü devirişim, ses tonum. bir de erkek haliyle utanmadan benden önce beni taklit ediyor. mesela en  sinirli olduğunuz anda, tam diyeceğiniz birşey var, hem de gediğine. düşünün ki o benden önce söylüyor. geriye de gülümsemek kalıyor.
hızlı olan kazanıyor misali.

bazen tekli monolog yapıyorum. buna da çok gülüyor. kendim sorup kendim cevaplıyorum. daha da abartıp bazen kendi kendime tartışıyorum. evet onun yanında. hiç sesini çıkarmıyor. sonuca vardığımda da, aferin sana diyor.
bana zaten ironik bir biçimde aferin demeyi de çok seviyor.

sokakta yürürken bir anda durup tuhaf birşekilde kuş sesi dinliyoruz, boynumuz tutulana kadar kafamızı yukarılara kaldırıp, o dolambaçlı ağaç dallarının arasında kuşu arıyoruz, bulamadıysak da hangi kuş olduğunu tahmin ediyoruz ve yola devam ediyoruz. (aslında bunların bir çoğu 3. tekil şahıs)

bizim bir de tuhaf bir fizik tedavi alışkanlığımız var. böyle içimiz sıkıldığında ve moralimiz bozulduğunda veya yalnızca o an iyi birşeyler hissetmiyorsak işte, böyle birbirimize sarılıp, heh iyileşiyorum, diyene kadar bekliyoruz. ve evet nerede olursa olsun, bunu yapabiliyoruz.
işin komik tarafı da gerçekten iyileşiyoruz.

......

sonra bir gün geriye dönüp baktığımda, bir iskele kenarında, yağmurlu bir istanbul sabahında, elimde şemsiyem, içimden 3'e kadar sayacağım...*

*Age of Innocence

bu yazı aslında hiçbir şeye atıf değildir, tamamen keyfidir..

6 Mayıs 2013 Pazartesi

onlar

boş bir cümleyle başlamak için değil bu yazı, onlar gibi düşünmek istedim kıyısından, kenarından, ki onlar, yüklemleri yüreklendirmek için mücadele ettiler, sıfatları pekiştirmek için, kelimelerin anlamını genişletmek için, içini doldurmak için belki..
Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir dediler.
Çav bellaları diskotek şarkıları yapsınlar diye, marşları geyik sofralarında harcasınlar diye,
sosyalizme bir masal gözüyle baksınlar diye değil.
İnandılar. Tuhaf bir bilinmeze inanmaktansa, biraz gözü gören, biraz bilen ve en önemlisi emekten yana olan herkese, eşit mesafede, ve tuhaftir ki yalnızca onlar için inandılar.
Bunu bir ibadete çevirsinler, resimlere tişörtlere basılsın, küçük anahtarlıklar üzerinde taşınsınlar diye de değil.
Dağlara çıkıp türküleri gökyüzüne çalan aşıklardan feyzaldılar, onlar da bunları türkü barlarda, pavyonlarda birileri haykırsınlar diye söylemediler muhakkak.
Sokaklarda ölenler, kaldırımlarda açlıktan sürünenler ve yine de elinden kalemi bırakmayı hiç düşünmeyenlerden öğrendiler onlar.
Ve dediler ki dünyayı anlamak değil, değiştirmek asıl olan.

Onlar aktarımın temas ile, yani insan insana  değerek, daha değerli bir şekilde olacağından umut kesmediler hiç.
bir de bugün onları yarı yolda bırakan kimseden de muhakkak.
bir yoğunluğun ve karmaşanın içine girdiği için kaybolan
bu işin bir yaşam şekli olmasından yorulan,
birşeyler daha kolayına geldiği için vaz geçen, geri dönen, yalnızca dönen milyonların aksine
yine de dimdik çıktılar onlar.
senin küvette üstüne oturduğun
piknik sofrasında tepsini koyduğun
kadıköyde bir zamanlar rıhtımda oturup çayını yudumladığın
taburenin üstüne.
hem de geri sarılır bir film olmadığını bilerek hani
bir daha hiç nefes almamayı seçtiler
başka birileri için hem de
biz kahramanlıkları filmlerden ve kitaplardan görmüş tüketimin haksız yığınları
en azından bugün onları hatırlamalı
biraz daha yakışır yaklaşmalı
meze etmemeliyiz diyorum bir tek

yine de siz bilirsiniz.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

takke düştü kel görüldü! mü?

                                                                     HAYIR.
Adam hala aynı adam, ceylan gözlü nur yüzlü.
Takke düştüğünde hiçbir zaman kel görünmez zaar.
Böyle boş bir umuda bağlanmamak lazım.

Devrimi tanıyan bilen adam demokrasiyi nasıl bu hükümette aramayacaksa, arayanın iç tüzüğüne bakacaksın. İlk önce. Lafım meclisten gayet içeri.

İstikrarı, istikrarsızlıkta arayan için, vaadlerin tutarlılığı da yeterlidir her zaman.
Altın tepside düşünce özgürlüğü, zaten TEK düşüncenin özgürlüğü manasına geliyordu, açın çocukların müfredatına bakın.
E, liberalizmin pembe turuncu çerçevesine güvenip, herkese ekmek dağıtacaklarını sandılarsa, o seçim öncesi çuvallarından kalma pammuh prenses hikayesi
Alın size okulu bırakan kızlar, ile eğitim reformu
Alın size bir mayısı resmi tatil yapan hükümetten, taksim manzaraları
Alın size devlet kurumunun her yerinde onların adamları, işsizlik bitti işte
Alın, sanat devrimi, emek yıkımı, fazıl tutanağı vs.
Alın, halkçı, halkın içinden lider, yaşasın HES'ler
E ne kaldı geriye? Demokrasinin olmazsa olmazı, azınlık hakları.
Cebinizde.

Şimdi ağzı açık şaşıran mı var bilanço ilk günden belli.
Alan memnun satan memnun.
Kelliğe siz hiiiiç bakmayın.

1 Mayıs işçi emekçi bayramınız kutlu olsun..