31 Temmuz 2013 Çarşamba

enstantane

Deniz kenarında arkadaşın elinde Palahniuk kitabı Choke. Tam öğle güneşi, yatmaktan sıkılmış ve daralmış bedenlerimiz, türk kahvesi ile soluklanmalar, churchill ile ayılmalar ve şezlong üzerinde toparlanıp, sohbete doğru yolculuk, hayde başlasın Sam Rockwell'den düttürü dünya derken...

Benim sinema aşıklığımı ve sevdalılığımı tanıyanlar bilir, tanımayanlar tahmin eder. Bir film konu olunca heyecanlanıveririm. Böyle içim pır pır eder, konu konuyu açar, imdb sayfalarında dolanıp kaybolmak gibi olur halim. O filmden o oyuncuya, o oyuncudan o performansa, ondan diğerine falan derken, nereden başladığımı nereye varacağımı kaybederim.
Sinema sever biri düşmüşse yanıma, şanslı hani, coşar da coşar muhabbet..
Azcık sinemasever biriyse eğer, ucundan kıyısından o da tutmaya, beni anlamaya, katılmaya falan çalışır.
Hiç mevzuyla alakası yoksa ise, genelde arkaya yaslanma ve kolları ön tarafta kavuşturma eylemi ile, telekinezi yöntemi ile beni susturma hayalleri kurar.
Olur.
Sanmayın :) Konu kafamda hallolmadıkça susmam ben.

Neyse geçenlerde yine böyle yeni tanıştığımız bir arkadaşla (elinde Choke), sinemalardan sinemalara doğru bir yolculuğa geçtik. 90'lı yılların iyi senaryolarından, yazarların grevine kadar uzanan, özellikle Kevin Spacey üzerinde konuşlanan ve kurgulardan nemalanan bir sohbet diyebilirim. O diyor ki bana  ‘sen bunu izledin mi?’, ben diyorum ki ‘bunu izledin mi?’ Böyle muhabbet gerçek manada muhabbeti açıyor. Yanımızda başkaları da var. Mesela uyuyangiller ile uyuklayangiller arasında sıkışmışız.
Umrumuz değil ama, holivudun semalarında uçuyoruz o ara..

İşte muhabbet de tam o sırada David Fincher sinemasına, onun gerçekçi uyarlamalarına geldi. Ben ‘Fight Club’ ı ilk önce izleyip sonra okuyanlardanım. Umarım çoğunuz da öylesinizdir. Yoksa biraz bozuluyorum L
Okurken  şaşkınlığıma engel olamadığımı, David Fincher’ın insan üstü bir yetenek ile kitabı aktardığını da işte tam o zaman fark etmiştim. Hem de ispatlı olarak. Aslında sorun David Fincher’da da değildi. Filmin kendisindeydi. Anaşizmin  sularında o kadar cesur  yüzdüğü için mi, yoksa benim kızgınlığımı açık bir şekilde ifade ettiği için mi, yoksa içindeki gerçekçi kurguyu o kadar profesyonelce saklayabildiği için mi, yoksa karakterlerin derinliğinin aslında sığlıklarından kaynaklandığı için veya sistemin tekdüzeliğinin karmaşada ifadesini bulduğu için mi bilmiyorum.. Ama diyalektik bir bütünsellik arzediyordu kitap ve film ve her ikisininde pekiştirilmiş hikayesi.
Tam ağzıma layıktı yani, mis.
Patlatıveriyorum benim ilk 10, yok yok ilk 5 sıralamamda bu film zaar diye.
Yanımdaki uyuklayangil ise cevabı yapıştırıyor ‘Senin de şu ilk 10 sıranda 80 tane film var!’ diye. Peh tabii ki saçmalıyor, çünkü bilmiyor ki benim yalnızca ilk 3 sıralamamda 8 civarı film var, gerisi faso fiso. Aşık olduklarını küçük parçalara ayırmaya benziyor filmleri sıralamak. Birini unuttuğunda daha çok değerleniyor, biri aklına ne kadar geç gelirse o kadar önemleniyor insanın gözünde. En azından ben öyle hissediyorum.
Ve size bugün Tango ve Cash’in elektrik tellerinden kemerle geçişlerini, Thelma ve Louise’in el ele uçuruma gidişlerini, Karate Kid’in tekmesini hediye ediyorum size.
Keyzer Söze’nin  topallayan bacağının üstünden
Hasta La Vista Baby J

30 Temmuz 2013 Salı

Ben hayvandan anlarım ;)

Babam bana 'hiiç insan sarrafı değilsin' demezdi yalnızca, aynı zamanda beni, benim saftirik kızım, biraz gözünü aç kızımlarla büyüttü.
Bunların kabaca mealini zaten önceki yazılarımda geçmiştim.
Yani bir insanı gözünden bakarak tanımak bana bahşedilmiş bir erdem değildi.
Ben genelde cingöz olmaya çalışan, kendiliğinden sıçrayan zıplayan gelin güvey olan ama bir türlü cingöz olamayan şaşkın gürüha aittim.
Varsın olsun.
Darbe ala ala , tecrube ede de, işte ne biliyim bin nasihat bir musibet gibilerinden vs.
Aslında bunların hiçbiri yazıldığı çizildiği gibi de olmadı.
Yani ben pratikle de öğrenmedim.
Şöyle ki...
Yani elini sobaya uzattın, elin yandı.
Bir daha uzatma.
Zaten küçükken bu deneme yanılmaya çok gülerdim.
Fahişe olma fikri için fahişe olmak mı lazımdı. IQ gerektirmeyen düz mantıkçılık ;)
Soba sıcaktır, elini yakar önermesi, elini yakmanla pekişmese de olur...
Kendimi doğruladım, sağlamasını da az yapmadım hani.
Tecrube bana vız gelir tırıs gider.
Yerim tecrübeyi.
Bir de alakasız ama korkunun üstüne gitme durumları vardır.
Korkunun üstüne gittikçe kendini daha iyi hisseder insan ..
Üstüne git korkunun.
Asla vazgeçme..
Bir haftada 6 kere uçağa bindiğim oldu.
6sında da, aynı tırıslamalar, aynı korkudan neredeyse altına sçmanın kıyılarında dolanmalar, göz yummamalar, kalp düzensizliği, el terlemesi ve ölecek olmanın kesin bilgisi.

Yani diyeceğim odur ki, anlayacağınız üzere genel kaideler beni aciiip biçimde bozar..
Neyin adamı olmadğımı açıkça anlatabildiğimi umarak şunu söylemek istiyorum
Yanu bu tuhaf ve bir okadar gereksiz ve bir o kadar bütünlüksüz yazının yegane amacı ben Şafak Sezer'i
beğenirdim.
Daha doğrusu onu komik bulurdum diyebilirim.
Ne kadar saçma değil mi?
Kendi kendimi yine doğrulamış bulunuyorum ya
Valla ben ona yanıyorum.
İnsan sarrafı olmayanların neyin sarrafı olduğunu anladıkları anın dayanılmaz komikliği içindeyim ve
söylemeliyim ki, ben hala Ş. Sezer'e biraz biraz gülüyorum.
İtaatkarlığın mallığı, mallığın kendi varlığını geçti ya
Dünya gözüyle daha ne tecrübeler beni bekliyor meraktayım doğrusu.
Sallamayın :D

19 Temmuz 2013 Cuma

bağzı şeyler çok değişti



her şeyin tadı değişti.
aşkın, filmlerin, görevlerin, evdeki sohbetin, arkadaş toplantılarının, sokak alışkanlıklarının..

aslında her şeyin tadı gelişti.

her şeyin tadı daha bir acı oldu mesela.
rutinlerimiz, takıntılarımız, boşluklarımız, gereksiz önemliklerimiz, değersiz kıymetlilerimiz, gelecek beklentilerimiz vs.

veya daha çok şey kazanarak yola devam edecektik ve ettik şükür. duymaya tahammül etmediklerimizi dinledik, yüzüne bakmayacaklarımıza baktık,  düşman bildiklerimize bile kıyısından bir sempati, köşesinden bir empati geliştirdik.

bazılarını da yolda bıraktık, yani geride, geçmişte, yanımızda daha fazla taşımamaya, kendimize yüketmemeye karar verdik. tahammül edilmeyeceklerden listeler silindi, bir daha gidilmeyeceklerinden mekanlar seçildi. seçtirildi. seçtirdiler, kendi kendilerine.

iyi de oldu.

tiksintinin ve nefretin sığ nedenleri arasında dolanan düşmanlaştırılmış bizler öfkemizi hakkıyla yansıtacak haklı düşmanlar edindik. hemde yalnızca fikrimize  değil açıktan açıktan canımıza kasteden.

sonra platonik aşkların, pembe panjurların, olmayacak sehayat planlarının, piyangoların, tv kanallarının peşinden gitmektense daha basit ve gerçek, daha ulaşılabilir ve sahici 'park'ların peşinden gittik.

iyi de ettik. çoğumuzun içinden bir kere bile geçmediği, kimimizin tüm öğlenlerini orada geçirdiği, kimimizin ülkenin bir ucundan adını bile duymadığı, yalnızca rengi yeşil bir parkın milyonların hayatını kurtaracağını kim tahmin ederdi ki?

abartmıyorum. o rüzgarın peşinden savrulan, bir anlığına da olsa ayakları yerden havalanan herkes bilir, bilecektir. bizim yüreğimize başka bir şey ekildi  o gün. harika bir şey hem de dostum.

şimdi bir şehri, şehrin insanlarını, bu ülkeyi sevmek için birden çok nedenimiz oldu. nazımın kmlerce öteden hasretlik çektiği memleketinin içindeyken hasrete mahkum olmamış mıyız hani?
bunu gördük, sürgün yemeden sürgüne düşmüşlüğümüz, yabancılaşmamız, dargınlığımız, inançsızlığımız hep bundanmış meğer.

şimdi her şey değişti tabii. öyle boylu boyunca kökünden ve bir daha eskisi gibi olmamak üzere de değil belki. şimdi her şey değişti. çünkü ben artık inandıklarıma karşı umut beslemeye başladım. tanımadıklarımı tanımaya, güvenmediklerime bir şans vermeye, umursamadıklarımı umursamaya, düşmanlıklarımı kırmaya, dostluklarımı sorgulamaya.. vs.

ve aslında toptan baktığında eski alışkanlıkların kader mahkumu olmaktan çıktık...
bağzı şeyleri kahretmeyi
bağzı şeylere harika demeyi
tüm o gaz ve toz bulutuna rağmen ilerlemeyi
kapısına düştüğümüz bir yabancının evine sığınmayı, kapımaza  düşeni evimize almayı
yanımızda yuvarlanana el uzatmayı, el uzatana güven duymayı
gözlerimiz yandığında yüzümüzün yıkanmasını, talsidimizi paylaşmayı
koş diye bağırmayı, geriye gitme diye haykırmayı
'iki fidan' için yiten beş canı
akan gözleri
felçli bedenleri
yaralı yürekleri
küskünlükleri
öfkeyi
aşkı
inancı öğrendik.
şimdi bir kıt daha tehlikeliyiz yani
olası ihtimal terör örgütlüklerimiz, olmadı yardım yataklıklarımız olmadı sempatizanlıklarımız var.
hem de her birimizin.
bence gerçekten nefis :)


*bir kaç günlüğüne hoşçakal istanbul, seni hiç olmadığı kadar seviyorum...