29 Nisan 2011 Cuma

ve yine kayboldu zaman..

Farkettiğinde kalildir zaman,
Telafiye geç kaldığın, kaybetmeye aşina olduğun
anları tekrar tekrar yaşamaktan yorulmazsın. 
İşte sırf bu yüzden tarihinden öğrenmez insan,
geçmişini yok sayar ki öylesi kolaydır, koca bir reha içinde yaşadığını sanır,
iç erincini kaybetmenin unutmalarında kaybolur, aynı diğerleri gibi..

24 Nisan 2011 Pazar

ezmine..

Ey zaman, geçip giden
Umutlarımın üstüne üstüne akan
Başımdan savuşturamadığım, su gibi, nehir gibi
Heraklitos'un dediği gibi, çakıl taşlarıyla, kumla, rüzgarla eriten
büyüten zaman
Bana biraz daha lazımsın.. Biraz daha cömertçe
Biraz daha ağır
Biraz daha ufuksuz, dipsiz ve herkese inat sağır
Umutlarımın üstüne çökmeden, umutlarımla beslensen keşke

Şehri zamandan akar mürekkep.. İstanbul'dan, Beyrut'tan...
Masallar diyarından
Diyar olur, aşk olur, katmer katmer zaman olur..

22 Nisan 2011 Cuma

Öykü: Bozuk Para...


Karanlık, her adımında biraz daha suratına çarpıyordu genç kadının. Arkadaşlarının tenkitlerini arkasında bırakmanın hazzıyla yürüdü, ince topuklularının üzerinde. Artık kimseden onu anlamasını istemiyor, beklemiyordu. Bar kapısının önüne geldiğinde, elbisesinin eteklerini düzeltip içeri girdi. Herşey olması gerektiği gibiydi. Zaten yarım saat erken gelmişti. Ne sözverdiği yeşil yün hırkasını giyinmişti, ne de boynunda takacağını söylediği mor fları vardı. Etrafına bakındı, saçlarını Elvis gibi geriye kabartmış, siyah kemik çerçevili gözlüğü olan birini aradı, henüz kimse gelmemişti. Birşeyleri öylece akışına bırakmakla, herşeye müdehale etmek arasında kalmış insanların başarısızlıklarını, hayal kırıklıklarını düşündü yeniden. Hayatta hiçbirşey ama hiçbirşey bunu yaşamaya değmezdi. O zaman neden sorumluluğu üstlenecekti? Kaşlarını çattı. Önüne düşen saçlarını arkasına attı. Çantasından bozuk para cüzdanını çıkardı. Elinde tüm griliğiyle parlayan on kuruşluğu, bir bar taburesi ve cam kenarındaki masa için havaya attı.

Önüne doğru uzattığı kitabın arkasını okumasını söylüyordu arkadaşı. Siyah deri ceketi, alnına düşen saçları ve arkadaşının saçmalıklarının hepsi havasını bozuyor, kararını biraz daha zorlaştırıyordu.
“Şimdi değil” diyerek geri itti kitabı. Bir karar vermesi gerekiyordu. Daha ölüm onları ayırıncaya kadar... saçmalıklarıyla birbirlerine bağlanmamışlardı, ayrılmak  daha kolay olmalıydı. Bir süredir aklı başkasına aitti. Levent cebinden çıkardığı bozukluğu masaya çarptı “o zaman senin usulünle” dedi. Tam olarak kastettiğinin bu olmadığını yüz yıl geçse de anlayamayacaktı. Aziz, bozukluğu alıp cebine koydu. İşe biraz eğlence katmakta bir sakınca yoktu. Ona yarın artık bu işin yürümediğini anlatmaktan başka çaresi de. Kısık gözlerinin ardından işaret parmağıyla bar kapısını gösterdi. “bardan içeri giren 3.kızın bir miktar göğüs dekoltesi, yarın beni konuşturur!” dedi, bar kapısı açıldığı sırada. İçeri iki kız, üç erkekten oluşan bir grup genç girdi. En önden gelen kızın derin göğüs dekoltesine takılan Levent’in gözleri hala gülümsüyordu. Kapı bir kez daha açıldı. İki arkadaş oturdukları yerden ayağa fırladılar. Üçüncü kız tek başına bardan içeri girmişti. İlikli olan trençkotunu açması çok uzun sürmeyecekti. Sessizce birlikte ondan geriye doğru saydılar. Evet sonunda önlerinde bir dekolte vardı, peki yeterince mi? Kimbilir..

Oturduğu yerden bu ikisini izlemek de yeterince eğlenceliydi ama biraz sohbetten birşey çıkmazdı. Derin, iklinin oturduğu yere geçti. İki arkadaş taburelerine döndüklerinde onu gördüler. Aslında onu ilk Aziz gördü. Siyah dalgalı uzun saçları önüne düşüyordu. Selamlaştılar.
“Oyununuzu beğendim” dedi Derin samimi bir tonda.
“Ama biraz alçakca”. Aziz onu anladığını sandı. Levent de heyecanla “ben de ona her defasında kararı kendinin vermesi gerektiğini, böyle oyunlarla saçmalamamasını söylüyorum” dedi. Derin ve Aziz birlikte gülümsediler. Aziz yanlarına oturması için bir tabure çekti. İçkilerini sipariş ettiler. Derin iki arkadaşın ortasında oturuyordu. “Söyleyin bakalım Aziz bey, sıkıntımız ne?” dedi tüm bilmişliğiyle. Aziz ilk defa tanıdığı bir yabancıyla asla bunu konuşmazdı ama yarım saat geçtiğinde tüm olayı yarılamıştı bile.
“Bana büyü mü yaptın acaba?” diye sordu içkisini yudumlarken. Onun siyah kirpikleri arasından gözüken, simsiyah gözlerinin içinde kaybolmamak neredeyse imkansızdı.
“Birini mi bekliyordunuz?” diye sordu Derin.
“Çoktan geldi” dedi Aziz. Birbirlerini anlamaktan habersiz gülümsediler. Aradan iki saat geçmişti, ikisi de saatlerine bakıp inanamadılar. Sonra ikisi de merakla etraflarına bakındılar. Levent’in gitmeden onlara veda edip etmediğinden bile emin değillerdi. “Demek yarın onla konuşmaya kararlısın?” diye sordu Derin. Aslında Aziz biraz önce başka şeylere de emin olmuştu. Yalnızca nasıl bu kadar hızlı olduğundan emin değildi. Kafası ikiye bölünmüş gibi hissediyordu. Kızın dudaklarının kıvrımını izledi o konuşurken, yutkuğunda boğazının hareketini, saçlarını nasıl geriye attığını, göz kırpışlarını, gülümsediğinde yanağında oluşan küçücuk gamzeyi bile izledi. Onu çok fazla insanın keşfetmediğinden emin olmanın verdiği bir gururla. O gamze sanki onun zaferiymiş gibi. Kendini böyle incelemesinden hiç rahatsızlık duymuyordu Derin. İkisi de birşeylerin diğer tarafını bulmuş gibi hissediyorlardı. Aziz bir daha saatine baktı. Artık çok geç olmuştu. Tekrar giriş kapısına baktı Derin. İkisinin de bir karar vermesi gerekecekti. Aziz onun bu ince, samimi hareketlerinde birşeylerin çok tanıdık gelmesinden etkilenmişti. Sanki herşeyi unutabilirmiş gibi. Aklı tamamen bir zamandır ona aitmiş gibi. Barmen kapanma zamanının geldiğini işaret etti. Derin ayağa kalktı. Açık çantasında görünen mor flarını biraz daha geriye itti.
“Alçakca olan şey oyuna hep ihanet etmendi” dedi. Aziz, bunu başka birinin farketmesine şaşarak baktı suratına.
“Nasıl bilebilirsin?..” lafını tamamlamasına izin vermedi Derin.
“bir miktar dekolte mi, kime göre bu miktar?”
“Hiçbirşeyi şansa bırakmıyorsun gibi geldi bana”. Bu Derin’in inandığının tam tersiydi. Aziz onun iyi birşey dediğini düşündü. Biraz da bunun verdiği güvenle kulağına doğru eğildi.
“Bu akşam burdan benimle birlikte çıkmana ne neden olabilir?” diye sordu. Halbuki cevap çok basitti
“Sen ve ben hariç herşey” dedi Derin, bir yandan da açtığı avucunu cebine doğru uzatmıştı. Aziz ilk önce anlamadı. Sonra cebine tıkıştırdığı bozuk parayı istediğini farketti.
“Hadi lütfen...” dedi Aziz. Oysa ki kızın bakışları netti. Her bir obje tek tercihlikti. Hep yenilenmesi gerekiyordu. Derin üzerindeki bozuk paraların hepsi kullanılmıştı. Aziz’in elinden aldığı bozukluğu havaya attı, bu bardan ya onunla çıkacaktı ya da tek başına.

Aziz tek başına kaldığı barda son bir bira istedi. Barmenin asık suratına ve barı kapatmak için kapıldığı heyecana aldırış etmeden. Sonra cebindeki tüm bozuk paraları çıkartıp barın üstüne koydu, en doğrusu onlardan kurtulmaktı. Hepsini bahşiş olarak bıraktığını söyledi barmene. Sonra Levent’in kitabını gördü. Neredeyse barın öteki ucundaydı. Üşenmeden gitti ve aldı kitabı. Arkasında neler yazdığını merak etmişti şimdi. İç cebinden çıkardığı siyah kemik çerçeveli gözlüğünü taktı. Ne aşkla, ne kaderle ilgiliydi yazılanlar. Yalnızca Türkiye ekonomisi? ‘Levent’in saçmalıkları’ diye düşündü, barın dışında, camın önünde kendini izleyen Derin’in varlığından habersiz!

21 Nisan 2011 Perşembe

demiş olmalı birileri...

Sahne 1
onu elleriyle gönderdi uzaklara, elleri yara bere içinde, içinde birşeyler çürüyor. İşte şimdi yıllar sonra sanki ilk defa gerçek anlamda derin bir tefekkür içerisinde.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Hiç varolmamışçasına


Petrol yeşili, parlement mavisi ve siyah... Gecenin en karanlığı, denizin en koyusu, yeşilin en solmuşuydu.
Dipsiz bir kuyu, erimiş asfalt, akmış mürekkep ve benzerleri.
Hepsinin değdiği yer onun kömür karası saçlarıydı.
Tırnak uçlarından dökülmüş olan gri ojelerine baktı. Pürüzlü ellerine. Bir gün önce de bu kadar yaşlanmış duruyorlar mıydı? Emin değildi.
Henüz 14 yaşındaydı. Çocukluk ve gençlik arasındaki o ince çizgi, gün ışığında baktığında, renklerin arasındaki belirsizlik gibiydi. Tam olarak nereye konuşlanmasını bilemeyen bir asker gibi veya meydandan hemen kaçması gerektiğine inanan ama yine de arkasında bıraktığı anasında aklı kalan bir çocuk gibiydi.
14 yaşını hiçbir yere oturtamazdı insan. Omuzlarını dik tuttuğunda yeni olgunlaşan göğüslerinden utanır, kambur durduğunda ileride Notre Dame’e benzemekten korkardı. Fazla gülmek onu hafifleştirebilirdi, somurtmak ise bir kibir simgesiydi.
Sadece derslerine çalışsa inek yaftası yerdi, kafasını biraz dışarı doğru kaldırsa ise aklı havada yaftası. Doğrularını kendi oluşturamayacak kadar çocuktu, ufak hatalarının bedelini ödeyecek kadar da olgun.
Çirkin ellerinden utandı. Tırnaklarının içine dolan toprak parçalarını çıkarmaya çalıştı. Zaten onu kimse tanımıyordu. Dizlerinin üzerinde durmaktan bacakları uyuşmuştu. Eliyle topraktan destek alarak ayağa kalktı. Yabancı kalabalığın içindeki insanların gözlüklü yüzlerini, siyah giyinmiş bedenlerini, baş örtülerini, şapkalarını, boyunlarına dolanmış flarlarını, parmaklarındaki koca taşlı yüzüklerini, çenelerinden damlayan göz yaşlarını izledi. Eliyle yüzüne dokundu. Bir parça ıslaklık aradı. Belki de farkında olmadan ağlamıştı. Ama hayır, kuru cildi olması gerektiği gibiydi. Şimdi bir de yüzünü toprakla lekelemişti. Elini silkeledi, ayalarında kalan toprağı üstüne sildi.
Ademoğullarını, havvakızlarını düşündü. Onların hepsi kendisinden farklıydı. Onlar ölümü çok ciddiye alırlardı. Gülümsedi. Ölüm üzerine ne kadar da çok şey yazılmıştı. Bu bir ikiyüzlülüktü. Yan yan kendine bakan adama dikti gözlerini. Halbuki rahatsız olmamıştı bile. Hiç de sinirli değildi. Nereden geldiğine kimseyi inandıramazdı ki.
İnsanlar ne kadar da garipti. Halbuki O öylemiydi. Burada 14 denmişti ama onun da aynı kendi gibi yaşı yoktu. Yaşı olmayan biri için ölüm nasıl olurdu? Ölüm yoksa bu insanların bu sahte, yalan gözyaşları nedendi? Bilmiyordu. Adamın okuduğu dua yükseldi. Ağaçların arasından, kuş cıvıltılarından uzak gök yüzüne karıştı. Kuşlar neden mezarlıklara hiç uğramazdı? Kargaları düşündü. Bir tek onlar sadıktı. O’nun en sevdiği kuştu.  İnsan ömründen uzun bir ömür. Kaç neslin çirkinliklerine, ihanetine şahitlik etmişti. Bunların üstüne ondan nasıl serçe olmasını beklerdi bu adem-havva oğulları.
İnsanlar gerçekten çok garipti. Tarihleri vardı güya hatırladıkları. Hergün unutarak yaşamayı tercih ettikleri. O’nun dediklerini hatırladı.
“İnsanlar şarkıların en çok nakaratlarını sever” derdi.
Yeni olanı ezberlemek, değişime ayak uydurmak bu yüzden zordu. On yıllar geçse de sonunda aklında kalan bir tek nakarat olurdu. Sinirlendiğinde “aynı nakaratı okuma” derdi insanlar ama hiç bıkmadan yalnızca aynı nakaratı okurlardı. Tarih dedikleri ne kadar da işlevsizdi. İnsanların kendileri gibi, yarattıkları şeyi de kendilerine benzetmişlerdi. Kendine bakan adamın yüzüne baka baka önünden geçti. Adam artık kendini görmüyor gibiydi. Oysa ki o, onun stresten dikleşen omuzlarını, yutkuduğunda boğazının nasıl hareket ettiğini görebiliyordu. O adam onu tanıyordu. Sıkılmış yumrukları her an bir darbeye dönüşebilirdi. Oraya hiç gelmemesi gerekti. Gecenin karanlığında, dipsiz bir kuyuda aslında ona çoktan veda etmişti. Ağır adımlarla çıktı kalabalığın içinden. Yine aynı ağır adımlarla yürüdü ve ayrıldı mezarlıktan. Ölüm kokusunu içine çekerek, rüzgarın soğuğunu yaralı yüzüne çarptığını hissederek, lastik botları çamurun içine bata çıka, ellerini iki yanına açıp, birşeyler bekliyormuşçasına ayrıldı mezarlıktan. Sanki hiç varolmamışçasına.....

4 Nisan 2011 Pazartesi

Bir iki üç.... ATLIKARINCA anti-"insan"/insan hikayesi


Gözlerimi kapatıyorum, tekrar tekrar denizin ortasındaki balıkçı teknesinin görüntüsünü görüyorum. Ulaşılmazlık ve çaresizlik hissi. Üstüne bir de yalnızlık biniyor. Denizin üstündeki balıkçı teknesi, ufuksuzluk, hepsi birden kadrajın içinde. Üstüne bir de boş güvertesi ekleniyor.
Benim omzuma ekleniyor oturduğum sinema koltuğunda. Bir kaya gibi. Yer yer nefes alamıyorum.
Kadın olmanın, erkek olmanın, çocuk olmanın, insan olmanın anlamının yittiğini hissediyorum. Cinsiyetsizliğe, yaşsızlığa, biraz da kimliksizliğe bürünüyorum. Aslında en çok utanıyorum. Benim topraklarıma ait, tanıdık birşeyler görüyorum şivesinde, sınıfında, cinsiyetinde. Utanıyorum. Arın, ahlakın, edepin yok olması neyin belirtisi? Eski zamanlara dönmek istiyorum. Umutla hatırlamaya çalışıyorum. Yaşımın yettiği kadarını, gözümün gördüğü kadarını anımsamaya çalışıyorum. Olmuyor. Anlatılanları düşünüyorum, başka topraklara gidiyorum. Başka dinleri, başka dilleri düşünüyorum. Olmuyor. Okuduklarıma sarılıyorum. Belki orada bir kaç satır arasında diye umuyorum. Birşeylerin bu kadar kirlenmediği, şiddetin etkisinin bu kadar karanlık olmadığı bir zaman dilimi tezahür ediyorum. Yalancıktan. Kendi kendime maval okuyorum. Eziliyorum. Kendi tarihinden utanır mı insan? Hangisinden daha çok emin değilim. En çok hangisi olabildim. Bir kadın mı? Kız çocuğu mu? Yoksa bir insan mı? Etrafıma bakıyorum. Kelimelerin içleri boş.
Kadın susmuş, çocuğun duduklarından sessiz çığlığı dökülüyor. Gözündeki yaşla ahenk içinde. Salya sümük, bir rüya tadında okuyor önündeki romanı. Bu roman yüzlercesinin, binlercesinin sesi sanki. Araladığı dudaklarından dökülen sözler
“bunu hak edecek ne yaptım? Bilmiyorum” diyor. “anneme bakmaktan utanıyorum, bana kızmasından korkuyorum” diyor. Bir banyoda, kapısı bozuk bir banyo aralığında, küvetin muşambasının yarım görüntüsü. Kirli temiz fayansların yansıması. Arka fonda yalnızca bir su sesi. Hani su sesi insanları iyileştirmek için kullanılmıştı tarihte. Bu su sesi, oturduğum koltukta beni sakinleştirmiyor.
Kız konuşmaya devam ediyor, “canım yanmıştı, onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım, canımın yanmasınu umursamadı..” diyor. Devam ediyor;
“ellerimle onu itmeye çalıştım. Böyle olunca birbirimizi daha çok seveceğimizi söyledi. Ellerimle uzaklaştırmaya çalıştım. Ellerimin ardındaki babamın yüzüydü”. Benim en korunaklı bölgeme saldırıyor. Tırnaklarımı geçiriyorum üstünde oturduğum koltuğun yanlarına. 32 yaşımdayım. Hayatımda ilk defa bir filmi izlemeye tek başıma gittim. Pişman oldum. Birinin omzuna ihtiyaç duyuyordum. Korktum. Etrafıma bakmadım bitiş jeneriği akarken. Işıkları yanmış bir sinema salonunda ayağa kalkmak için yeterli gücü toplamayı çalıştım. Şakaklarımda mıhlanmış bir baş ağrısı. Gözlerimi sonuna kadar açtım. Yaşların dışarı akmasına izin vermemek için. Sessizce yan koltuğa bıraktığım çantamı aldım. Bir tüm gecelik uykuma malolacak Atlıkarınca filminden çıkarken, herkes adına bir kez daha utandım.
Sessiz evlere, hastalıklı beyinlere, ürkeklere, suçunu kabul etmeyenlere, tacize uğrayanlara, tecavüz edilenlere, hakkını savunmaktan aciz durumda olanlara, hakkının olduğunu bilmeyenlere, en başta çocuklara ve kadınlara ulaşmasını diledim, diliyorum.
Bu gerçeği, bize bu kadar mesafeli ve aynı anda bu kadar içeriden verdikleri için İlksen Başarır’a ve Mert Fırat’a binlerce teşekkür ediyorum. Elinize sağlık. 

3 Nisan 2011 Pazar

Prensesin Uykusu için.....


İki gündür ki bu önceden yapılmış bir plandı, elimdeki tüm Türk filmlerini bitirmek istiyordum. Bugün sona kalan Prensesin Uykusunu tamamladım. Çağan’ın kaleminde birşey var. Tam olarak adını koyamadığım. Sanki gerçekten sihir dökülüyor ucundan. Bu anlatımı Ulak’ta da yapmıştı ayrıca bence Karanlıktakiler'de de, şimdi de burada. Çizgi sinemaya geçişleri, animatif sahneler, hepsi harikaydı. Büyülendim. Uyuyan bir çocuğu uyandırmak için anlatılan masal ironisi için diyecek sözüm yok. Yine yaptın yapacağını Çağan Irmak.
Elindeki sihirli değnek senin kalemin.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Çoğunluk/Seren Yüce


“Bana kimim diye sormayın, ne o tarafa aidim, ne bu tarafa. Bir süre geçince zaten ne önemi var , diyor insan. Aynen işte ben de öyle. Bir zamanlar bir tanıdık bana bertaraf olmakla ilgili birşeyler söylemişti. Şimdi tam olarak hatırımda bile değil. Hangisinin içinde kayboldum bilmiyorum. Çoğunluğun içinde bir azınlık olarak mı, azınlığın içinde bir çoğunluk olarak mı? Yoksa bir tarafsız olarak mı, tabi eğer öyle birşey varsa!”

‘Hiç politize edilmeden birşeyler anlatan film’ etiketinden uzak, çoğunluğu ve azınlığı tüm lüksünden ayrıştırarak anlatan saf bir dili var filmin. Çoğunluk filmi, anlatmak istediği açık, derdi derin, dili yalın, izlendiğinde insana, ben bunu da tanıyorum dedirten türden hani.
Çoğu anne için aynı anne karakteri, nefreti omuzlarına yük olmuş ama bunun farkında olmayan bir çoğunluk babası figürü, ahlaki iki yüzlülüğü her metrekarede görebilirsiniz, bir de herkesin içinde ne istediğini bilmeyen, bilemeyen bir Mertkan. Seren Yüce sanki herkesin ağzından bir özeleştiri veriyor. Ne kendi inancımız için mücadele edebiliyoruz, ne tam anlamıyla doğru olduğunu düşündüğümüzün peşinden koşabiliyoruz. O yüzden en çok, Mertcan, gariban taksi şöforünün omzunda ağlarken içim titredi.
Fazla söze gerek duymamış Seren Yüce;
*Eve gelen köylü temizlikçi kadının şahsında bir sınıfa olan bakış açısını
*Sosyoloji okurken aynı zamanda bir kafede garsonluk yapmak zorunda olan ve Vanlı ailesinden kaçan kız çocuğuyla, milliyet sorununu, töre sorununu
*Babasına fikrini belli etmekten korkmaktan artık bir fikir sahibi olamayan tırsak Mertkan karakterinde, apolitize edilmiş gençlik sorununu
 *Kocasıyla arası bozulmasın diye onun karşısında konuşamayan, gittikçe yalnızlaşan ve kendine dönen anneyle birlikte, kocası maç izlerken dizisini izlemek için parmak uçlarında mutfağa geçen yenge ile birlikte, kadın sorununu
çok dürüstçe ele almıştır. Filmi izledikten sonra etrafa bakarken biraz daha tedirginim sanki. İçin için düşünüyor insan.
En iyisi yok saymak diyor büyük çoğunluk, çoğunluğun sesine uygun, sessizce çıkıyor sinemadan.
Ellerine sağlık Seren YÜCE.