29 Ocak 2015 Perşembe

Mandalinalar

Meyva sevmem. Mevye deseniz de sevmem ki sanırım, ünlü uyamlarından her hangi birine bağlı bir şey  değil.
Tek sevdiğim yeşil erik. Böyle söyleyince klasik bir Türk Filmi ismi gibi oldu.
Ama bir şansım olsaydı.
Şöyle yani, bana bir meyva daha sevebilirsin deselerdi. Birileri...
Yemin ederim ki mandalinayı seçerdim.
Yani mandalinayı çok sevmek isterdim.

Biraz da belki o yüzden, Estonya/Gürcistan ortak yapımı olan "Mandalinalar" filmi her şey bir yana beni ismiyle çok etkiledi.
Böyle sıcacık, samimi falan olmasının yanında, yenesi bir isim gibi.
Sonra başroldaki Estonyalı aktör Lembit Ulfsak'ın, Michael Haneke'ye olan olağanüstü benzerliği.

Konusu: 1990'ların Rusya'sında Çeçen Gürcü savaşı, Estonyalı Ivo'nun küçük sandık atelyesi ve en yakın dostu Margus'un küçük mandalina bağı bu savaşın tam ortasında kalmış. Her şeye şahitlik yapmak için sanki.
Tüm Estonyalı arkadaşları aileleri, teker teker köyü terk etmiş ve Estonya'ya dönmüş.
Ivo ve Margus'un tek derdi, bir sahnede söyledikleri gibi, para kazanmak değil. O mandalinaları satmazlarsa heba olacak olması onları asıl üzen. O yüzden Margus bu savaşa narenciye savaşı demekten hiç çekinmeyen bir karakter. Mandalinalarının üstünde seyrediyor bu savaş.

Sıcak bir çatışma sonrasında, ağır yaralı Gürcü Niko ve Çeçen Ahmet'in hayatını kurtarıp onları evine alan Ivo, bu asılsız nefrete ve savaşma isteğine bir son verebilecek mi diye merak ediyorsanız eğer ben daha fazla konuşmayacağım.

Not: Son sahnedeki diyalog, bugün her kimle veya nerede veya neden olursa olsun, savaş çığırtkanlığı yapan tüm 'insanlara' tokat niteliğinde.

Not: Filmi izlerken hem coğrafik olarak hem tarihi olarak o kadar gerizekalı hissettim ki, filmin ilk yirmi dakikası defalarca filmi durdurup, internetten harita ve vikipedya ve türevlerinden tarih araştırması yapmak durumunda kalmak da benim ayıbım olsun!!

Lütfen izleyin..
Çünkü oscar adaylığına rağmen hak ettiği değeri bulamamış ve ödül ile dönmez ise bir yerlerde kaybolup gideceğinden çok korktuğum, mükemmel bir film...
http://www.imdb.com/title/tt2991224/reference


27 Ocak 2015 Salı

yılmaz özdil dangozluğu

27-01-2015 tarihli yazısında,  yine istikrarlı biçimde, tarih ve başlık ağırlıklı nokta vuruşu tarzından ödün vermeden Yunanistan seçimleri nezdinde Aleksis Cipras ve Türkiye değerlendirmesi yapmış kendileri..

Tüm metin için 

1 paragrafı olduğu gibi kopyala yapıştır yapıyorum: 

Refah partisinden milletvekili seçilen, Refah kapatılınca Fazilet partisine geçen, Fazilet kapatılınca Saadet partisine geçen, Saadet’ten ayrılınca Has partiye geçen… Ve “ben solcuyum” diyen Mehmet Bekaroğlu’nu yönetici yaptı. İşsizler için kolları sıvayan Bekaroğlu, işsizlerin dua ederek iş bulmaları için, partiye mescit açtırdı.

Şimdi Mehmet Bekaroğlu'nun traji komik bütün siyasi varlığı bu olsun olmasın, böyle yazıldığında daha etkili olduğu ve kulağa bir ahenk bıraktığı aşikar! (annem ne de güzel yazmışçılar için)


Kendi yönteminin tıpkısının aynısı ve benim için Yılmaz Özdil Gazeteciliği:

Ege Üniversitesi Gazetecilikten mezun olduktan sonra, Yeni Asır gazetesinde, sonra Milliyet gazetesinde, bir sene sonra Sabah gazetesinde, bundan dört sene sonra Star gazetesinde, ayrıldıktan sonra Sabah gazetesine dönüp, atv haber genel yayın yönetmenliğini üstlenip, sonrasında Hürriyete geçip, sonra Star haber bülteni ve sonra Sözcü gazetesi vs. **


**Vikipedi, Yılmaz Özdil 

İsterseniz bir gazeteciye daha aynı internet sitesinden bakabilirsiniz





26 Ocak 2015 Pazartesi

bunlar hep devrimci hareketler dostum

Toplumsal değişim içinde bulunduğu koşullardan asgari düzeyde hoşnutsuzlukla başlar.
Bu gözle görüneni tabii ki, yoksa değişim, hepimizden bağımsız kendisi bir gerçek olarak her zaman var.
Yaşarsın, tahlil edersin, beğenmediğine karar verirsin. Beğenmediğine karar verdiğin anda, ya boş verip yaşayıp gidersin, ya da mücadele edersin.
Ama mücadele etmeden önce küçük bir adım daha var.
Alternatif. Ne istemediğini bildiğin kadar ne istediğinle ilgili de bir fikrin olmak zorunda zaar.
Devrim de kocaman kitlelerin liderliğinde olmaz. Bunu ilk analizlerimizi yapmaya başladığımız zamandan biliyoruz.
Devrim bir öncü parti ve bir lider ile birlikte olacak iştir.
Türkiye tahlilinde yakın zaman içinde öngörü de bulunamamanın sebebi de katiyen bu kanımca.

Hayırlara vesile olsun ki, 2015'in ilk güzel haberini aldık.
Ve hayır tabii ki bizim buralardan değil, komşu evinden.
Zaten 24 Ocak'ta Suudi Arabistan Kralı için milli yas ilan eden bir ülkede, kendi için sevinmek de yakışık almaz. (Uğur Mumcu'yu saygıyla anıyorum)
Biz de umutlu yancılar olarak, bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, seçim ilk sonuçlarını Suat Kılıç'ın "Bizim solcular nihayet sol kazandı diye seviniyor, kazanan sol değildir, umuttur!!"' açıklamasıyla parelel almam bünyemde bir şoklama etkisi yaratmadı değil, neyse yancılar olarak yüzümüzde gülücükler tomurcuklandı.
Hak ettik de hani. Bir şey olmaktansa olandan mutlu olmak biraz daha kolay olabilir. (üstünde durmayın)
Alexis Tsipras, 40 yaşında,  kendisi biraz inşaat mühendisiymiş ama siyasete gönül vermiş, ayrıca Komünist partisinde de bir süre çalışmış. Yunanistan'ın içine girdiği ekonomik bunalımların her birinden biraz daha zafere yaklaşarak çıkmış. Vaatleri arasında bizim duymaya bile alışık olmadığımız, ülke değil ev gündemimizde bile yeri olmayan, tuhaf uzaylıklar var. (kavram bulamadım)
Yani zenginin daha çok vergi ödemesi, bellirli alanlarda devlet desteği, demokrasinin geliştirilmesi vs. aman ha dilimiz yanar. Biz seksenlerden beri yoğurdu değil ekmeği dahi üfleyerek yiyenlerdeniz.
Neyse tabii, bu bir acaba mı sorularını, karşı tarafın korkusun ve kaygısını da beraberinde getiriyor. Ama o kadar da sığ değil. Yani düzen böyle zaten bu da yenilmeye çökmeye mahkum genellemelerini bir kenara bırakalım. Küçük politik öngörüsüzlüğümüzle kocaman tahliller biraz yapmayalım.
Bunun içine doğduk ve onlarca yıldır bunun içinde yaşıyoruz. Bu ülkede hiçbir şeyin daha iyi gittiğine şahit olamamış kalabalıklarız. (Bana sakın gezi falan demeyin)
Ben Chavez'e inanıyordum mesela, bugün Venezuela'nın açlık içinde kıvranmasından daha az gerçek değildi oradaki devrim.
Ve şimdi Syriza'ya, Yunanistan'ı bekleyen yeniliklere de inanıyorum.
Bu daha umutlu muyum sorusunun direkt olarak cevabı değil. Bizim insanımız biraz fazla hain, biraz fazla unutkan ve biraz .. neyse.
Dünya adına bu bir umuttur bence.
Bizim için umut olması için biraz daha yolu var.

Ama sırada İspanya'da Podemos var
Şimdilik
Yunanistan halklarına sevgiler yolluyorum.

**Gezici araştırma şirketinin yaptığı Türkiye Anket sonuçları:
http://t24.com.tr/haber/gezici-arastirma-sirketinin-secim-anketine-gore-hangi-parti-yuzde-kac-oy-alacak,284999

Afiyet şeker olsun

25 Ocak 2015 Pazar

2014 sineması ve listelerim


Biraz gecikmeli de olsa 2014 filmleri ve bazı görüşlerim..
Özellikle hayal kırıklığı bölümündeki filmlere, dakikanızı bile ayırmayabilirsiniz.
Ama kaçırılmaması gerekenleri muhakkak tamamlamanızı öneririm.
Bu sene benim için en büyük film Interstellar'dı. Onun dışında yanına yıldız koyduklarım da sinema tarihinde hak ettiği yeri alacağına inandığım olağanüstü yapımlar.
5 üzerinden bir puanlama yaptım. Aşağıda görebilirsiniz. Bütün 5 ve 4 leri izleyebilmeniz umuduyla :) Çünkü sinema adına bu kadar zengin bir yıldan sonra açıkçası 2015 için ben o kadar umutlu değilim.. sevgiler..

**Atladığım dolu film için şimdiden kusura bakmayın..

Kaçırılmaması gereken, ortalama üstü, iyi filmler Kategorisi (kafama göre puanladım)



(top)

 Bilimkurgu/Drama : Bilimin artık önemini yitirdiği bilinmeyen bir gelecekte, insan nesli  tükenmeye yüz tutmuştur. Başka bir zamanda ve boyutta insan hayatının devam etmesi mümkün mü? (hızlandırılmış yazı)




Dram: Lenny Abrahamson, İrlandalı yönetmen, üniversite eğitimini fizik ve felsefe üzerine yapmasının yan etkilerini filmde açık şekilde görülüyor. Hiç beklenmedik kadar başarılı olan film, hikayesini hayatta hiçbir şey olamamış müzik sevdalısı Jon ile, Jon'un istediği her şeye sahip olan olağanüstü yetenekli Frank üzerine kuruyor. Doğaçlama müzik yapan grubun tüm üyeleri şahsına münhasır tuhaf tipler. Frank kafasına taktığı maskeyi asla çıkarmıyor ve hiçbir mimiğini görmememize rağmen insanlarla o kadar kolay iletişim kurması, müzik yaratma dehası izleyiciyi asla şaşırtmıyor. Müziklerini en fazla bir kaç kişiye ulaştırabildikleri hizbe barlarda çıkan grubun varolma hikayesi. Ama bu varolma, hiç de bizim beklediğimiz gibi sonuçlanmıyor. Tam bir klasik olacağına eminim. Bu sene izlediğim en iyilerden.


Drama/Müzik; Genç yönetmen Damien Chazelle, finansal destek bulamadığı için kısa film olarak çektiği Whiplash'le bir çok ödül kazanınca, finanse edilir ve sonunda uzun metrajını çeker. Toplam 19 gün sürer çekimleri ve başrol oyuncusu (yalnızca kendi şahsına bir yazı konusu bence) Miles Teller 15 yaşından beri bateri çalmasının üstüne, haftalarca bateri dersi almaya devam eder, ve final performansı aralıksız 9 dakika sürer. Kelimeler kifayetsiz kaldı. J.K. Simmons'un olağanüstü performansı ve bu arada zaten gençliğinden beri piyano çalmasına rağmen onun da ek ders alması filmin yüzüne çok güzel yansır... Bir müzik sevdalısının varolma savaşı. Senenin kesinlikle en iyilerinden.


Drama: Yönetmen Richard Linklater'ın çekimleri 12 yıl süren filminde, merkezinde Mason ve sonrasında annesi ve ablasının hikayesi. Çocukluktan ergenliğe geçiş. Hayat o kadar da heyecanlı ve aksiyonlu olmayabilir. İzleyiciye, başkalarının hayatlarından gerçekçi bir kesit vermeyi planlıyor. Ortalama bir ailenin ortalama bir hikayesini enfes biçimde yansıtmış kanımca. Büyük sözler yok, Alınacak ders de, çok samimi, sıcacık bir empati filmi diyebiliriz. Çok ödül aldı, daha da alacak gibi. Her şey bir yana, Yalnızca çekim tekniği bile çok cesur bir iş olduğunun işareti.










Politik/Drama: Ülkemizde Özgürlük Dansı olarak çevrilmiş bir Ken Loach filmi. Komünist Aktivist Jimmy Gralton'un yalnızca düşüncelerinden dolayı ülkesinden sürülmesinin, bir süre sonra 1932 yılında İrlanda'ya geri dönmesinin ve tekrar muhafazakar zihniyet tarafından dışlanmasının gerçek hikayesi.




The Grand Budapest Hotel, http://www.imdb.com/title/tt2278388/reference  5/5


Komedi/Drama: Hayali bir Avrupa ülkesinde Zubrowka Cumhuriyetinde, bir zamanlar göz kamaştıran bir otelin artık bakımsızlıktan ve savaş etkisinden harap duruma düşmesinin hikayesi.






Drama: Dardanne Kardeşlere olan düşkünlüğümü zaten bilirsiniz. Minimalist gerçekçi sinemanın duayenleridir kendileri. Son filmlerinde, depresyon tedavisi gördüğü için işten çıkarılan Sandra'nın bir haftasonunu kapsayan mücadelesi anlatılıyor. Hala her şeyden vazgeçmenin sınırında dolaşan Sandra, iş yerinden bir dostu sayesinde tekrar mücadele etmeye karar verir. Çalışma arkadaşlarının oylaması ile, ikramiye almayı, Sandra'nın çalışmasına tercih eden 16 kişiyi tek tek ziyaret edecek ve ikinci bir oylamada kendine lehinde karar vermeleri için ikna etmeye çalışacaktır.
Sınıfa dair büyük sözleri yokmuş gibi görünen film, Sandra, patron ve çalışma arkadaşları arasındaki ilişki ile bize gerçekten siz ne yapardınız sorusunu soruyor gibi. Herkesin kaybedecek bir şeyi varken ne kadar ahlakçı davranabilirsiniz? Bu mücadelenin Sandra üzerindeki etkisi de ,,, İzleyip de görün bence.





Ünlü matematikçi Alan Turing'in İkinci Dünya Savaşı boyunca, Enigma şifresini kırma mücadelesini anlatıyor.
İnsanlarla alışıldık biçimde ilişki kuramamasının ve buz gibi görünen kişiliğinin altında aslında toplumun baskısından ve kendini başka biri gibi göstermekten bıkmış bir dehanın gerçekliği var.
Benedict Cumberbatch'ın artık rüştünü iyice ispatladığını ve gelecek sinemasında önemli bir yer edineceğini rahatlıkla söyleyebilirim.





İlk anda bana Sofia Coppola'nın Somewhere'ini anımsattı. Bir zamanların holivud yıldızı olduktan sonra git gide şöhret merdivenlerinden aşağı inip, en sonunda filmde Michael Keaton'ın canlandırdığı Riggan'ın da dediği gibi bilgi yarışmalarında bir sorudan ibaret kaldığında kaybolmanın eşiğinde olursun.
Film kendini canlandırdığı hissinden asla kurtulamadığım M. Keaton ve bence sürpriz biçimde kendini oynadığına inandığım Edward Norton'ın bir nevi gerçek hikayesi. Sinemada hiçbir şey olamadıktan sonra bir tiyatro sahnesinde varlık göstermeye çalışan 'kahramanlarımız'ın hikayesi.
Muhakkak izlenmeli.




John Carney daha yönce yönetip yazdığı Once filmi ile hali hazırda en iyi özgün şarkı dalında 'Falling Slowly' ile ödülünü almıştı ki bu yeni filminde yine tek adaylığın aynı alanda olmasına şaşırmıyorum. Filmi izlemeden önce bu kadar doğal ve sıradan bir his ile içinde kaybolacağını açıkçası düşünmemiştim. Belki Once'ın aksine bu filmde holivudun ünlü isimleriyle çalışmış olmasının bunda bir etkisi vardı.
Ama öyle değil.
Ne Maroon5 solisti Adam Levine, Ne Mark Rufolo, ne dünya güzeli İngiliz oyuncu Keira Knightley gözümüze batıyor. Sokaklarda doğal seslerle birlikte müzik yapmaya çalışan bir kadının ve ona destek olmaya çalışan alkolik bir yapımcının hikayesi. Çok şahane!




X-Men: Days of the  Future Past, http://www.imdb.com/title/tt1877832/reference 5/5


Bilimkurgu/Fantastik










Dawn of the Planet of the Apes http://www.imdb.com/title/tt2103281/reference 4/5

Bilimkurgu/Drama, devam filmi. Hakimiyet anlayışı ve korku toplumu, zekasını çalıştırabilen tüm hayvanlar aleminin nihai sonu gibi duruyor.






Drama: Shawn Christensen'in hak ettiği itibarı bulamamış kendi yazıp yönetip oynadığı, senenin saklı kalanlarından muhteşem bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Yer yer aklıma Wristcutters  geldi veya yine izleyenler anlayacak, A Single Man endişesiyle izlediğim bir filmdi, her şeyden vazgeçmiş tam bir kayıp kişiliğin, intihar girişimi esnasında çalan bir telefon ile gelişen hikayesi. Bazen hayat gerçekten sürprizlerle dolu. Ayrıca Paul Wesley de bu filmin sürprizlerinden diyebilirim. İzleyin







Bilimkurgu/Aksiyon: Yakın bir gelecekte bir uzaylı birliği dünyanın sonunu getirmek üzeredir. İnsanlık tüm güçlerini birleştirerek bu beklenen sona karşı direnir. Bu birliğe katılan askerlerden bir tanesi etrafında dönen hikaye, askerin kendini bir kısır döngü içinde bulması ve tekrar tekrar aynı felaketi - aynı günü yaşamasıyla devam eder.






Korku: Paris sokaklarının altında 6 milyon ceset var gerçekliğinden yola çıkarak, felsefe taşını ve buna bağlı bir nevi ölümsüzlüğü arayan bir grup gencin hikayesi.






Komedi, artık çocuğunuz mu var, hayat anlayışınız tamamen değişmiş demektir. Klasik bir çocuklu ailenin yeni komşusunun ise münasebetsiz bir avuç üniversiteliden oluşması nasıl karşılanır..komiklik şakalar.




Guardians of the Galaxy, http://www.imdb.com/title/tt2015381/reference  3/5



Bilimkurgu/Fantastik











Gizem/Drama: 5.evlilik yıldönümlerinde eşinin kaybolduğunu fark eden Nick, aynı zamanda bu vakayla ilgili tek tanıktır. Eşini öldürmüş olabilir mi? Tüm ipuçları izleyiciyi hayretler içinde kalacakları bir hikayeye götürür.









Suç/Drama: Bilinmeyen bir zamanda, büyük bir ekonomik bunalım olmuş ve insanlar tüm mal varlıklarını kaybetmişlerdir. Eski asker Eric, tek mal varlığı olan arabasını bir suç çetesine kaptırınca, gerilim dolu bir yol hikayesini başlatmış oluyor.










Komedi: Carly mükemmel bir ilişkisi olduğuna inanmaktadır. Sonunda hayallerinin adamını bulmuştur ve yetenekli bir avukattır. Kate ise mütevazi evliliğinde neredeyse her şeyin yolunda olduğuna inanan umutlu bir ev kadınıdır. Ve sonra daha yirmilerinde olan harika vücut ölçülerine sahip Amber. Tek sorun ortada yalnızca bir erkeğin olması.

Komedi: İkisi de boşanmış, orta yaşlarında, Lauren ve Jim'in öyküsü. Bir şekilde ilk buluşmayı gerçekleştirdikten sonra bir daha asla bir araya gelmemeye yemin eden bu ikilinin yolları, çocuklarının da dahil olacağı bir Afrika ülkesinde kesişir.



Aksiyon/Korku/Gerilim: Bir devam filmi olan Purge Anarchy, 2024 yılında Amerikan Hükümetinin toplum refahı için geliştirdikleri Arınma Politikasının sokaklardaki macerasıyla devam ediyor. Amerika'da suç oranı 0 noktasında. İşsizlik %1'lerde. Bunu sağlayan ise, senede yalnızca 12 saati kapsayan Arınma. Tüm suç serbest. İnsanların bir bölümü bireysel, bazıları çeteleşerek sokaklarda insan avına çıkıyor. Cinayet, hırsızlık, gasp, tecavüz serbest. Tüm polis teşkilatı ve hastaneler bu  12 saatte çalışmıyorlar. Bir siren sesiyle arınma başlıyor ve sabahın ilk ışıklarında yine bir siren sesiyle sona eriyor.




Bilimkurgu/Gizem/Aksiyon: 3 kitaptan oluşan bir serinin ilk filmi. Distopik bir gelecekte, insanlık yine bir virüsle yüzyüze gelmiş. Hafızaları silinmiş bir grup genç gözlerini bir labirentte açar. Kendi isimlerini bile hatırlamayan bu gençlerin hayatta kalma mücadelesi. Üstüne üstlük bir de gerçek dünyada neler döndüğünü çözmek durumundalar.


Bilimkurgu/Aksiyon: Ortalama olarak beyninin %20'sini kullanan yunuslar, dünyanın en zeki canlıları. Ve ateşi bulmaktan, uzaya gitmeye, kitaplar yazmaktan, savaşlar çıkarmaya yetili insanoğlu ise yalnızca beyninin %10'unu kullanıyor.
Ya daha fazlasını kullanabilsedik ne olacaktı?
İnsanın evrimi tamamlandı mı dersiniz? vs.
Güzel bir fikir.







Aksiyon/Bilimkurgu: Gelecekte, iklim koşulları tamamen değişmiş ve bu tüm insanlığın yok olmaya yüz tutmasıyla sonuçlanmış..Yalnızca bir avuç insan Snowpiercer isimli bir trenin içinde sınıfsal bir yönetim altında yönetilmektedir. Hayatta kalmanın bedeli yalnızca ağır değildir. Ayrıca koşullar değişse de haksızlık ve ayrımcılık ve zulüm kendinden hiç ödün vermez. İzlenmeli





Drama: Aslında üzerine konuşulması zor olan filmlerden bir tanesi. Metafizikçi bakış açısı biraz rahatsız etmiyor değil. Ancak Another Earth filminin yönetmeni Mike Cahill'in ikinci uzun metraj filmi olan I origins, Yaradılış taraftarlarının tutunduğu, Gözün tekliği ve eşsizliği üzerine kurulu bir film. İşte o yüzden bir biliminsanı olan Ian, gözün evrimiyle ilgili araştırmaya kendini bu kadar kaptırıyor. Gözün beyinle yani insan olmanın temeliyle bağdaştırırken bir yandan insanın bir yansıması olabilir mi, başka bedende ruh can bulsa bile, göz aynı kalacaktır, hatıralar gibi vs. şeklindeki ruhani söylemden kurtulamıyor. Sinemasal anlamda hoş bir anlatı olmasına rağmen, yine de dini yüceltmesi bağlamında çok sözü olmayan bir film. Bir önceki filmi çok daha iyiydi. Ama bunu da izleyin.








Aksiyon/Bilimkurgu/Gizem: Robert A Heinlein'ın 'All you Zombies' adlı hikayesinden senaryolaştırılan film, iyi bir pardoks hikayesidir. Jane bebekken yetimhaneye bırakılır, hayatı dışlanarak geçer, sonra 18 yaşında bir yabancıyla tanışır, aşık olur. hamile kalır ama yabancı onu terk eder. Kötü bir doğum geçirir ve hermafrodit olduğunu öğrenir ve ameliyat geçirir. Erkek olur. Hastaneden bebeği kaçırılır. Gittiği bir barda, zaman da yolculuk yapan bir ajanla tanışır. Ajan onun yetenekli olduğunu ve ona yardım edebileceğini söyler. İntikam için hayatında bu kadar yıkıma neden olan o yabancıyla tanıştığı zamana geçerler. Jane ile tanışır. Aşık olur... vs.




Drama; Robert D.J'ı kesinlikle severim. Baba oğul hikayelerini de, yalnızca erkek hikayesi oldukları için değil, aynı zamanda tuhaf bir donukluk taşıdıkları için hep ilginç bulmuşumdur. Bir savcı baba, ve avukat oğul ekseninde geçen bir cinayet hikayesi, suçluluk hikayesi.






Drama; Tek kişilik performanslar, altından kalkması zor olanlardır. Yalnızca iyi bir oyuncu olmak değil, soluksuz olarak performansı sürdürebilmeniz de önemlidir. Burada tabii ki en büyük iş senaryoya düşüyor kanımca, çünkü bu kadar aksiyona alışmış izleyici kitlesine bu kadar riskli bir hikaye sunmak, başlı başına övgüye değer. Ve neyse ki, doğru kast ile iyi şekilde kotarılmış olan Locke, büyük itibarını çoğunlukla Tom Hardy'nin güzel performansına borçlu. Hikayesi orjinal bir fikir sunmuyor, veya dramatik yapısı çok güçlü değil, hayatı değişmek üzere olan bir adamın yol hikayesi. Bir şeyleri geride bırakmanın, yeni bir dönemin veya bir bedelin hikayesi. Daha iyi işlenebilir miydi? Belki. Ama Hardy'nin performansı filmin üstünde, izlenebilir.




Komedi: Jon Favreau kendi yazmış yönetmiş oynamış. Ayrıca iyi arkadaşlıklar kurduğu da kesin olan Holivudlulardan. Bu da izleyiciyle arasında bir bağ kurmasına neden oluyor. Chef sıcacık bir mutfak hikayesi, bir baba oğul hikayesi. Bazen gülümsetiyor. Hele ki bu kadar sosyal medya döneminde, bir babanın gözünden tivitırın ne olduğuna ve algısına bir hayli sırıtabilirsiniz. Kastta Robert D.J yazdığına bakmayın. Üç dakikalık bir sahnesi var. Ama yine de bir pazar günü hoş vakit geçirmek için izlenebilir.
Uyarı: Aç karnına izlemeyin :D







Hayal kırıklıkları



The Interview http://www.imdb.com/title/tt2788710/reference 1/5



Exodus: Gods and Kings http://www.imdb.com/title/tt1528100/reference 2/5

Hunger Games: Mockingjay Part 1http://www.imdb.com/title/tt1951265/reference 2/5


The Fault in our Stars http://www.imdb.com/title/tt2582846/reference 2/5









How to Train Your Dragon 2 http://www.imdb.com/title/tt1646971/reference  2/5

Magic in the Moonlight http://www.imdb.com/title/tt2870756/reference  2/5




henüz izlemediklerim ama kesin izleyeceklerim, çok umutlu olduklarımın yanına yıldız koydum:








The Hobbit: Battle of the Five Armies http://www.imdb.com/title/tt2310332/reference










The Theory of Everything   http://www.imdb.com/title/tt2980516/reference *




bonus olarak eski tarihli ama benim bu ay içinde izlediğim harika filmler var






The Dyatlov Pass Incedent http://www.imdb.com/title/tt1905040/reference  4/5

The Broken Circle Breakdown http://www.imdb.com/title/tt2024519/reference  4/5


24 Ocak 2015 Cumartesi

değersizleştirirsen değersizleştiririm
sana şu masada oturduğum defalarca anda tekrar ettiğim gibi
evet, beni sevdiğin için seni seviyorum.
ve evet, eğer sen bundan vazgeçersen, vazgeçerim.
gidersen gider, unutursan unuturum.
platonik dikenlere inanmıyorum ben.
ilk önce küserim, eğer zor gelirse, kötülerim içimde, sonra yavaş yavaş, o canım zamanın huzurlu kollarına bırakırım kendimi, gözlerim sonuna kadar açık, bakarım hayata, izlerim insanları ve kaybolursun, hali hazırda olmadığın her şeyle birlikte...
dedi.
içinde ezberlediği cümlelerin hiçbiri bunlar değildi.
Şimdi aç camı, bak dışarı. işte şimdi özgür olma zamanı,
ne anlıyorsan tek düze kavramlardan, hepsini bildiğin kadar yaşayacaksın.
veya banane, nolursa olsun...
dedi. kızdığını fark edine.
Sokak kapısını açtı sokak kapısından beraber çıktılar. veda havası yoktu havada, veya sihirli herhangi bir şey. her şey tamamen klişe. her şey aynı bıraktığı gibi sıradan. içine çektiği kokusu gitmiş.
koku giderse aşk da gidere inananlardan.
arabadan inmeden son bir kere daha öptü onu. sanki boşluğun içinden geçen yüzü, gerçekten hiçbir şey hissetmemişti.
ne garip, insan bazen bazı şeyleri yalnızca içinde büyütüyormuş.. dedi içinden.
yazık. her gece yatmadan ismini andığım ve sabahlara onunla uyandığım da mı yalandı, diye merak etti.
yalandı demek ki.. insan zihninin oynadığı oyunlara şaşıyor insan.
hoşçakal dedi.
önceden de defalarca dediği gibi.
ama ilk defa seni sevmiyorum dedi.
ve gitti.
ta en başından yapması gerektiği gibi.

23 Ocak 2015 Cuma

kış ortasınnda bahar

Bu yıl,
Çok zamandır hasretle beklediğimiz soğuklar çoğumuzu mutlu etmedi sanırım.
Ben de yanılmışım. 
Geçen sene ılıkça geçen bir 'kış' mevsiminin anılarıyla kışı özlediğimi düşünmüştüm.
Soğuk, sokak kapısını açtığım anda yüzüme vurunca, o kadar da değilmiş dedim.
O kadar da değilmiş ki, ben üşüdükçe tekrar yazın hasretini çekmeye  başladım.
Zaten otuz beş yıllık birikimin sonucunda tam bir yaz insanıyım.

Ve bugün bahar. 
Hem de ocak ayında bir Cumaya denk gelen bahar.
Ben öyle planlıyorum, siz de güzel vakit geçirin :)

14 Ocak 2015 Çarşamba

tahsin'e

devinimin görsel dili.
tahsinciğimin sergi açılışını kazasız belasız atlattık.
şimdi adam kayırıcılık sayılmasın ama fotoğraflar muazzamdı. sanırım kendi klasik tarzının  dışında bir çalışma yapmış olmasının heyecanı da doruktaydı. sağdan soldan dinlediğimiz sinyaller ise pozitif. hem de oldukça. bir insan daha ne ister ki?
ben de sergi defterine aynen öyle yazdım.
"tahsinciğim, fena değilsin..." gibi küçük komiklikler şakalar başlangıcından sonra, bir evden sanırım bir sanatçı çıkar, ölmeden önce senin yarın kadar olabilirsem şanslıyım.. dedim.
doğru da sanırım. bazılarımız için sanat hep bir hobi, montumuzun cebinde, yanımızda, masamızın kenarında her zaman tuttuğumuz yedeğimiz gibi. yaşam yedeği.
onun için ise yaşam şekli. hiçbir zaman unutmuyor. evden neredeyse bakkala gitmek için çıkışında bile fotoğraf makinası taşımasını yadırgarken biz, o otuz yıldır bu şekilde yaşıyor. sabır işi.

onun hakkında; çok şey söylemek isterim ki zor. ama ucundan şunu bilmeniz kafi, onunla ne kadar gurur duysak az, hem sanatıyla, hem bakış açısıyla, hem sevgisi ve hayata karşı olan sonsuz sadakatiyle bizi 'birşey'lere dönüştürdüğü için ve bizi 'biri' yapmak için bu kadar didindiği için, hep bir kavgası ve mücadelesi olan tahsin'e ne kadar teşekkür etsek az.
dünyayı bu denli değiştirmeye çalışan ve tüm olumsuzluklara rağmen asla yılmayan bir insanın gözünden  dünyanın bu kadar güzel yansıtılması harika bir şey.

teşekkür ederiz.

ayrıca, oraya kadar gelen bizi yalnız bırakmayan tüm dostlara arkadaşlara teşekkür ederim. harikasınız. erkenden gidip babama tam destek olan yaseminciğime olan sevgim bir başka tabii. küçük gizli tahsin pr.cısı gibi gibi :)
şimdi buraya tek tek herkesin ismini listelemek olmaz sanırım. çünkü ayrıca binbir türlü çaba vermesine rağmen, son anda çıkan aksaklıklar nedeniyle iştirak edemeyenleri de biliyorum ve onları da çok seviyorum.





















Sergi: Devinimin Görsel Dili (Expression of Motion), Tahsin Aydoğmuş
30 Ocak 2015 tarihine kadar, Nişantaşı, Galeri Işık'ta devam ediyor.
İlgililere duyurulur, sevgiler.


Not: bizi her sabah Nazım'dan bir kupleyle uyandıran babam'a

sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin? 
işin kolayına kaçmadan ama 
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil 
ne de ak örtüde elmaların 
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini 
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin? 
1961 yazı ortalarındaki küba'nın resmini yapabilir misin? 
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm 
ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?

Bizim için de sensin Tahsincim...

8 Ocak 2015 Perşembe

Charlie Hebdo'dan Turan Dursun'a, bence de kesinlikle 'Dİn Bu'

Akşam saatlerinde @barikanınkuyusu bana bir mesaj atmıştı, Fransa'da olanları duydun mu, şeklinde. Sonra işte twitter'dan takip ve onun devamında yaşadığım hayal kırıklığı paha biçilemez.
Bu ve benzeri cümleler kurmaktan yoruldum. Facebooktaki profil resmimi değiştirmekten de. Artık politik bir şey düşünmekten de yoruldum. Ne biçim bir memlekette yaşıyorsak eğer, tüm insanı içten içe öldüren bulaşıcı bir tiksinti virüsü var gibi.
Neyse çok uzun yazmayacağım. Ama bir ateist olarak toplumun en ötekisi gibi hissettiğim anlardan biriydi.
Dün bu iğrenç olay yaşandıktan sonra ulusal kanallardan özel kanallara hemen hemen her yerde aynı şey konuşuluyor, ortalama tivitler atılıyor, genel görüş genel çerçevede değerlendiriliyordu.
Olabilir.

Şimdi benim elimde telefonum öyle veya böyle konuyla ilgili ne yazmam gerektiğini düşünürken aslında kafamın içindekileri tivite sığdıramayacağımı anladım. Bu bir.
Ama daha da önemlisi, yazdığım yoruma hashtag koyarsam, çok tepki alır mıyım acaba diye tereddüt ettim. Bunun adı da korku. Bu da iki.

Neyse şimdi kendime ait alanımdan yorumlamam sanırım daha kolay. Bunun için de beni asmaya kalkmazlar umarım.

Ateist, marxist, sosyalist, kadın, demokrat vs. olarak, diyeceğim şudur.
Tüm dinlere eşit mesafedeyim. Yani tüm dinlerden eşit mesafede tiksindiğim doğrudur. 
Hiçbir dinin veya mezhebin insalık tarihi adına hayırlı bir şey yaptığını, işlevsel anlamda bir fayda sağladığını düşünmüyorum. Ayrıştırıcı olan veya seçemediğimiz diğer her şeye benzer şekilde. 
Bu söylediğim bir faşizm değil hele islamifobi hiç  değil, çünkü bunu tiksintiyle karşılamama rağmen hiçbir inananı, imanhaneyi, inanç önderini yok etmeye, öldürmeye, işkence etmeye kalkışmadım ve kalkışmayı planlamadım. 
Bundan sonraki yakın veya uzak gelecek içinde de böyle bir niyetim yok.
Gerçek müslümanlık bu değil? Gerçek müslümanlık ne peki? Gerçek müslümanlığın, bireyin kendi hayatından çıktığı anda yaşananları hepimiz hatırlayacak yaştayız. Şeriat toplumlarının yöntemlerini, bu olgunun hakim olduğu kendi coğrafyamızdaki sekterliği sağolsunlar fazlasıyla tecrübe ettik.
Şunu demek istiyor olabilirim ve affınızla da hiç ilgilenmiyorum. 
Gerçek müslümanlık bu. Hoşgörüsüzlük. Kendine benzetme çabası. Tahammülsüzlük. Nefret söylemi. 
Zaten kendinden başka herkesi cehenneme gitmeye tutsak eden bir 'görüş'ün altında nasıl bir harikalar  diyarı yatabilir ki? Teolog falan değilim. Olmaya gerek  de yok. Turan Dursun'u da hatırlıyorum. Yüzünü dünyaya dönmeyen ve bilimden ve sanattan beslenmeyen tüm düşüncelerin karanlığa mahkum olduğunu ve ötekileri karartmakta kararlı olduğunu biliyorum. O yüzden tartışma, bu gerçek müslümanlık değil başlığı altında değil de, din hangi kaynaktan beslenerek, hangi ihtiyacı gidererek bu şekilde güç kazanıyor, kitlelere ulaşmak için hangi araçları kullanıyor, kullandıktan sonra aradan yükselen özel zümreler neler yapabiliyor.. gibi başlıklara eğilirsek eğer, en azından bir çıt daha bir yere varma ihtimalimiz olabilir.
Benim korkum batı dünyasında yükselmekte olan İslamifobi değil. Bu bir kontör 'düşünce' modeli veya karşı çıktığı şeyin tıpatıp kendisi. Onu da aynı şekilde ele almak lazım. Bu fanatikliğe karşı topyekün karşı çıkarken, İslam aleminin 'gerçek özünden' beslenerek değil de, toplumsal ve tarihi gerçeklerden yola çıkarak ilerleyebiliriz bence. Çünkü varolması, ötekinin varolmamasına bu kadar bağlı bir 'düşünce', sizi de her an yok edebilir. Tesadüfen değil. 
Yani müslümanlık ve tüm diğerleri için diyeceğim şey, Din bu!

Saygılar.