28 Ağustos 2013 Çarşamba

bağzı savaşlara karşı değiller hakkat insan değiller :(

Bağzı savaşlara karşılar.
Bağzıları.
Bağzı ülkeleri yeri geldiğinde işgalci, düşman, gavur atfederler. Bağzı ülkelere bağzen van münit derler, bağzı ülkelere beş saniyleğine kafa tutan o bağzı beyaz adiller, bağzen o düşmanları dost bellerler.
Bağzı başka ülkelerin geleceklerini bellemek için tabii.
Bağzı bağnaz tarikatların örgütlerin yoldaşlığına güvendikleri için.
Kendilerine dost bildikleri bağzı zihniyetleri komşu ülkelerde iktidarda tutmak için.
Bağzı timsahların göz yaşlarını dökerler.
Bağzı bakanlar vekiller çıkıp tezkere gerekli değil derler. Bağzı askerler komutanlar paşalar sınıra asker yığmaya başlarlar. Bağzı köşe yazarları savaşı hoşgeldin nidalarıyla karşılarlar. Bağzı tv kanalları kimyasal silah haberleriyle kaplıdırlar.
Bağzı müslümanlar bağzı müslüman topraklarına girmek için can atarlar anlayacağınız.
Bağzı müslümanları katletmek için, bağzı müslüman çocukları çocuk saymazlar herhal, veya bağzı müslümanları gavur, bağzı gavurları Allah bilirler.
Bağzı gavurların dizinin dibinden ayrılmayışları bundandır sanırım.
Bağzı politikaların hiçbir zaman değişmemesi misal.
Dünyadaki bu bağzı zinciri için bu aslında çok normaldir. Ancak bağzı savaş karşıtları sivillerin bağzı savaşlara bu kadar sessiz kalması, bağzı savaş karşıtlarının savaş seçiciliği-seviciliği yapması, bağzen kafadan öte mide bulandırır.
Nitekim o zaman ben de bağzı bağzı şaşırı veririm. Seçmece savaş karşıtlığını da görmeden yitmedik diye.
Bağzı insanlar gerçekten insan değiller. Yazık!

27 Ağustos 2013 Salı

Savaşa Hayır!

Irak Savaşı başladığında blog yazmıyordum. İlk geceyi de çok net hatırlıyorum. Uykusuz ve gergin geçirdiğimiz günlerin ardından gece yarısı hava bombardımanıyla içimizdeki umutlar suyu düşmüştü. İnsanın kendi evinin işgal edilmiş gibi hissetmesi ne demek, eminim bir çoğunuz bunu biliyorsunuzdur, aynen öyle hissetmiştim. Okulda, meydanlarda savaş karşıtı eylemler düzenleyip duruyorduk. Bununla ilgili toplantılara katılıyorduk. Enson 21 Mart uluslararası boykot günü ilan edilmişti. Okul bahçesinde 200 kişi ile başlayan savaş karşıtlığımız 15imizin darpla gözaltına alınmasıyla sona ermişti. Ancak yine de dikkati savaşa çekmek için, özellikle üniversite içinde bir hareket yaratmak için elimizden geleni yapmıştık. Sanırım başarılı da olmuştuk. Pratik sonuçlarından tek tek bahsetmek istemiyorum. Çünkü bu kazanımların Irak halkının yaşadıkları açısından hiçbir önemi yok. Ve siz, 2011 yılına kadar devam eden resmi işgaldeki ölüm istatistiklerine, eski-yeni şehir planına, tarihi  dokusuna vs. çok rahat ulaşabilirsiniz. Bir Ortadoğu ülkesinin nasıl bitaplaştırıldığının yakın tarihidir Irak. Bunu hepimiz biliyoruz.
Ve bugün Suriye.
Ne yazık ki, tarih gözümüzün önünde hesap sormuyor. Yani o gün Irak savaş çığırtkanlığını yapanların, bugün hala nasıl köşe başlarını tutuyor olduğunu hepimiz görüyoruz. Benim oturduğum sandalyeden km.lerce uzaktaki bir ülkenin,  göz göze göre işgal edilmesini gerçek manada ne kadar tecrübe etsem de, yine de tasavvur edemiyorum. Yani yok İncirlikteki üssün kullanılması, yok karadan da destek yapılması gibi, yok Nato’da tam birliğin sağlanmamasına istinaden, kağıt üstü teori konuşmaları beni şoke ediyor. Orada binaların altında kalıp parçalara ayrılacak olanlar insan  değilmiş gibi. Onlarca başka ülke bir araya gelip başka bir ülkenin istikbali üzerinde söz sahibiymişcesine işgal kararı alması! Ve bunu yalnızca bir 10 yıl içinde aynı yalanla meşrulaştırması, bu, onların zekalarından çok bizim gerizekalılığımıza hitap ediyor. Ve bu savaşa ortak olan, tarafsız kalan herkesin boynunun altında kalmasını diliyorum.
Aslında bu daha çok bir kızgınlık yazısı. Büyük  dedelerimiz gibi belki balkan savaşından dünya savaşlarına sürüklenmiş, top tüfek taşımış bir nesil  değiliz, ancak şu kısa ömrü hayatımızda yeteri kadar işgal gördük. Yeteri kadar saçma bahanelerle ülkelerin tarihlerinin nasıl yok edildiğini gördük. Bunların lügatında Petrolün, kimyasal silaha denk gelmesi bizim siyasi sabitimiz olsun, ve var gücümüzle bu savaşa hayır diyelim. Hem de yalnızca sünni olarak değil, hristiyan olarak, alevi olarak, kürt veya türk olarak, eşcinsel olarak, kadın olarak, karadeniz akdeniz, batılı olarak, avrupalı, amerikalı olarak.
BM uzmanlarına kimliği belirsiz nişancılar tarafından ateş açılması yalanlarının yarın neye malolacağını bilelim. Ortadoğuyu yakmalarına talan etmelerine izin vermeyelim. Gün olur o sap bize de döner diye değil üstelik. Yalnızca 1 kere geleceksin dünyaya. İnsan ol bari o tek hakkında diye mesela. Çocukken sana öğretileni bile hatırlasan yeter. Çok basit manada: Savaş kötüdür! Diyedir.
Savaşa Hayır!

26 Ağustos 2013 Pazartesi

bana fotoğrafını göster, sana kim olduğunu söyleyeyim :)

Yüzümüzde sahte bir gülümsemeyle durmadan poz veriyoruz. Anı değil artık her saniyeyi belgeleme peşinde koşuyoruz. Sanki hafızası silinmiş robotlara dönüşmekten korkuyoruz. Böyle olunca da, anı yaşamaktan bile geri kalıyoruz, farkında değiliz.
Artık sehayatlerimiz, gece eğlencelerimiz, masa muhabbetleremiz, dersliklerimiz, mahalle maçlarımız, ilk aşklarımız, amcamızın kolunun altındaki gülümsememiz, kuzenlerle toplaşmalar vs. Yani tüm komikliklerimiz birer çizgi romana dönüşüyor. Biz eğlendiğimiz anları belgemeye değil, belgelemek için daha iyi silüetler yaratmaya çalışıyor gibiyiz.
Yüzümüzde hep aynı ifade, aynı profilden poz veren, en güzelini yakalayana kadar dakikalarını harcayan makinalara dönüşüyoruz.  Hepimiz.
Kucağında eskiden kalma bir aile albümü taşımıyor kimse. Anılarımız artık pantalonumuzun arka cebinde. Beğenmediklerimizi siliyoruz. Halbuki küstüğümüz bir arkadaşımızın, eski aşkımızın, kör manzaranın fotoğrafını bile yırtmaya kıyamayan biz, binlerce poz arasından ‘iyi’ olmayanları rahatlıkla eliyoruz.
Fotoğrafı görmüyoruz. Büyük fotoğrafı da değil üstelik. O kadar çok renk arasında kaybolup yitiyoruz. Biri bize bir an anlattığında o tarafı görmediğimizi fark ediyoruz. Dar perspektifli, yüksek enstantane birer dijital fotoğraf makinasına dönüşüyoruz. Manzaradan yalnızca 1 duyu organıyla zafere gidiyoruz. Ağaçların uğultusunu, komşunun sesini, çiçeklerin kokusunu, rüzgarın yumuşaklağını duyumsamıyoruz artık. Yalnızca kısıtlı bir bakış açısı.
İnsan eski fotoğraflara baktığında o eskimiş tada o yüzden hayran oluyor biraz da. Hayatı boyunca tek bir fotoğraf çektirmiş Mualla teyzenin siyah beyaz pozu, kalabalık bir ailenin solmuş ama gülümseyen görüntüsü, boğaza karşı çekilmiş bir İstanbul silüeti vs. derken, fotoğrafın yalnızca ışıkla resim çizme sanatı olmadığını aslında hepimiz anlıyoruz.
sonra da kendi pozlarımıza bakıyoruz.
Poz’dan öteye geçemeyen biriktirdiklerimizin pek de kıymeti kalmıyor. İnsan elinde o eskimiş kağıdı tutmadıktan  sonra, ne geçmiş ne de anısı aynı hazzı vermiyor. Tabii bence..
Veya ben babadan ötürü biraz fazla romantiğim. Emin değilim.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Kimsin sen?


Bazıları hiç erkek olmadılar.
Bazılarının durumu daha  da kötü. Onlar insan olmayı başaramadılar.
Bazıları da cesur ve dürüst olamadılar.

İşte erkek olmayı başaramayanların bazıları, baba, oğul, abi oldular. Kahvehanelerde erkeklikten dem vurdular, evde karılarını, sokakta ablalarını, yeri geldiğinde analarını dövdüler. Ağızlarından  salyalar akarak genç kızlara baktılar, donlarının içinde sıkışmış çüklerini sokakta düzelttiler. Yere tükürdüler, çakı taşıdılar, otururken bacaklarını daha çok ayırdılar vs.

Bazıları hiç insan olamadılar. Ama onlar devlet yönettiler, okullarda müdür, hastanelerde doktor, mahkemelerde avukat, bazıları mühendis, bazıları fabrikatör oldular. Zengin oldular, fakir kaldılar. Hiç fark etmedi. Onlar sipariş verirken garsonları azarladılar, komşu devletlerle düşmanlık çığırtkanlığı yaptılar, parklardan çocukları kovdular, banklarda kızlara vurdular, şöfor koltuğundan fazla para aldılar, çalışanlarının hakkından başka yatırımlar çıkardılar, yalancı şahitlik yaptılar, yalancı davalara baktılar, işkence yaptılar veya paralı askerlerine işkence yaptırdılar. Tecavüz eden erkeklerden de oldular, tecavüzcüleri destekleyen yasaları çıkaranlardan da. Çocukların eğitim hakkını alan babalar da oldular, masada örgü ören 'idealist' hocalar da vs.

Bazıları da cesur ve dürüst olmayı başaramadılar. Ama onlar küçük ortalama insanlar gibi yaşadılar. Kimileri daha büyük de oldu kimileri yerinde saydı. Ama sonuçta onlar herhangi bir şey oldular. Ve onlar insanlar ölürken veya öldürülürken, televizyon kanallarını değiştirdiler, o günkü haberleri okumamak için gazete almadılar veya ona göre gazete seçtiler. Kavga gördükleri yerde, yollarını değiştirdiler, perdelerinin arkasından gizli gizli ölenleri dikizlediler. İş yerlerinde haksızlığa karşı 3 maymunu, üniversitelerde fikirsizliği desteklediler. Ve onlar doğacak olan çocuklarına da aynı şeyi tembihlediler. Çünkü korkaklığın genetik olmadığını çok iyi bilirler. Yalnız kalmamak için, yalnızca okuyacaksın dediler. Okuldan eve evden okula gideceksin. İş yerinde kendini belli etmeyeceksin. Her yerde açık sözle, yüksek sesle fikrini beyan etmeyeceksin dediler. Ve sonra bir akşam yemeklerinde hayatları boyunca yaptıkları kahramanlıkları, mesela bir gece vakti ormanda nasıl ayı avladıklarını, o elektrik prizini nasıl tamir ettiklerini, karılarını nasıl hizaya getirdiklerini, onlar konuşurken insanların nasıl titrediklerini anlattılar..

Bazıları hiçbir şey olmadılar. Ve bunu her zaman bildiler en acıklısı. Ve yine bana göre en acıklısı da, öylece göçüp gittiler, veya öylece göçüp gidecekler, cürümüne göre geniş yer kapladıkları şu dünyadan hiçbir iz bırakmadan gidecekler. Ya hatırlanmayacaklar hiçbir zaman, ya da hiç iyi anılmayacaklar.
Ama hepsine çok yazık.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Hops, yine hava güneşli

Sonra noldu işte, hayat bu nelere kadir?
Evet evet gerçekten. Neyi tercih edersen ona göre yaşarsın, hem de çoğu bakıma. Uzattı elini tuttum diyelim. Öpüştük barıştık, büyüklerin deyişiyle. Bir gönül alışın plansızlığının daha yerinde olduğunu tembihledi bana. Deniz kenarından, boğaza nazır, güzelinden bir balık lokantasında iki kadeh rakı içtik. Söylemesi ayıp ve ahtapot ve levrek ve uskumru sanırım. Biraz da diğerleri. Ben de oturdum ona, onu nasıl tavladığımı anlattım. O da çoğu yerde, sanki başkasının hikayesini dinler gibi şaşırdı. Olacak iş değildi ya. Bir kadının bir erkeği tavlaması ne kadar da ilginçti. Halbuki iki sene olmuş geçmiş üstünden. Yaşadığına bile yabancı gözüye bakabiliyor insan. Bu da belki onun diğer komik tarafı ve benim diğer alıştığım yanı. Mühim değil. Eğlendik. Kızgınlığı geçince  de olgunlaşıyor insan, kızınca da kimi zaman.
Şimdilik hayatın pozitif tarafındayım.
Bakalım nereye kadar?

13 Ağustos 2013 Salı

UYARI: Aşağıdaki yazı bir hayal ürünüdür (çoğu yerde)

İnsan hayatında iyi olan şeyler her zaman olur, ama hatırda kötü olan şeyler kalır. Daha çok. Belki de o yüzden yalnızca iyi bir insan olmakla veya iyi olan şeyleri yapmayı planlamakla iyi bir hatıra yaratmak arasında koca bir uçurum olur. İnsanoğlu bencilliğin o derin karanlığında biraz da o yüzden kaybolmaya mahkumdur. İnceliğini kaybettiği an. Ne yazık ki..

Beni kötü olan bir şey yaşadığımda hızlı reaksyon verenlerdenim. İlk önce başıma bir ağrı saplanır. Ve şiddeti git gide yoğunlaşır. Daha sonra bir halsizlik çöker omuzlarıma. Sonra sırasıyla aşırı agresiflik ve aşırı üzgünlük arasında gidip gelmeler. Hem fiziksel hem zihinsel olarak zehirlenirim. Gerçek manada. O yüzden en son olarak benim o zehiri şu naçizane bedenimden atmam gerekir. Kusarım. En iyi ihtimal tükürürüm. Çoğu zaman işe yarar veya yaramak üzeredir.

Hayalleriniz gerçek olmuyorsa boşverin.

Tersine Dünya 2013.

Işıl ışıl bir yaz tatili geçirdim. Arkadaşlarla. Hem de gerçek manada hem onun hem benim arkadaşlarımla. Her ikimizinde hobilerinin dikkate alındığı, gönlümüzün hoş tutulduğu, planlı, programlı, sözlerin kısmi de olsa yerinde tutulduğu (tabii ki bazı aksaklıklar her zaman hoş görülebilir) bir tatil. Küçük saygı seansları, arkadaşlarla kaynaşmalar, el ele zıplamalar, bol kahkahalar vs. İşin en güzel yanı da, anı toplamakla ilgiliydi. Çünkü biz, bir şey olma, bir şey yaratma, bir rütinden kurtulma dertleri olan çiftlerdeniz. İstanbul dışındaki hayatımızda da, birlikte vakit harcama, zamana anlam kazandırma, biraz nitelikli birşeyler yapma konusundaki ultra hassasiyetimiz bundandır.

Işıl ışıl bir doğumgünü. Tüm naifliğinin üstüne asıl hediyemin son yarım saat içinde saklı olması, böylelikle tahmini gün boyu süren (belki de daha öncesi) karın ağrısının yok olması ve yaşananların pekişmesi vs. hakkında çok fazla söz edemeyeceğim. Yaşlandıkça kıymetleniyor insan. Bana da aynı o derece hissettirildi. Çok hoş.

Yazın son ve süprizlerle dolu bayram tatili. Sene boyunca olan tüm aksamaları düzeltmenin son bir şansı gibi. Bir nevi arabesk bir ikinci bahar. Hayatım boyunca hiç unutmayacağım ilk bayram sabahı ve onu takiben ikincisi ve diğerleri. Bu bayram sonsuza kadar da sürebilirdi. Zaten beni bilen bilir bana her gün bayram. Arkadaşlarla ve birileriyle ve aileyle olmanın tadı paha biçilemizdi, gibi..

Ve tabii ki masallara layık 40 gün 40 gece olmasa da, üst üste 2 gün 2 gece kutlanılmış bir yıl dönümü. En sevdiğim kolyeyi hala boynumda taşıyorum. Bana o aldı. Çok detaylarını veremeyeceğim tabii ki, ama bana bir gün çiz deseydiniz eğer, ben size umutla dolu koca bir yılı çizerdim. Bu yılın en hassasiyetle dolu, kıyamadan, titreyerek, iyilikle dolu, güzel sözlerini, güzel gözlerini, iyileştirme gücünü çizerdim.

Teşekkür ederim
...
Bazen ne kadar derine inersen o kadar karanlık ve soğuk. İnsanın kendi hobisi gibi.

...
Çünkü bazen yalnızca sizin yanınızda nefes alamazlar. Ve bazen yalnızca sizden uzaklaşırlar. Bazen yalnızca kendi cinsiyle ilgili bir şeydir. Bazen yalnızca sizinle olma rütinleri bile aslında sizinle olmamaya dayanır. Bazen yalnızca bir haftasonu arkadaşı, bir ***** yoldaşı, bir yalnızlık ortağı olmanız beklenir. Yani bazen yalnızca iyi olan ve içeriden gelen her şey, sizin dışınızdaki diğer şeylere aittir ve bunu yalnızca diğer şeyler için sıkıntı yaşadığında bilirsiniz. Kabul edersiniz gibi. Sizinle iyi vakit geçirmenin yolu, sevmediği her şeyi yapmaktan geçmektedir. Ve bazen yalnızca ve yalnızca başka şeyleri istediği için sizin KİM olduğunuzu sorar size. Sizin NE olduğunuzu. Neler yaptığınızı, şimdiye kadar, şimdiden sonra neler planladığınızı. Hani şu milyarlarca yıllık dünyada süregelmiş 35 yıllık kıymetsiz ömrünüzü iyice donanımsızlaştırmak gibi. Hani dünya sizin dışınızda acayip şeylere gebe gibi. Büyük heyecanlar ve üretim adına başka paylaşımlar içindeler gibi. Paylaşım üzerine sanki daha önce..... Söylenecek şeyler arasında eğer biraz şanslıyla siz yalnızca başlıkları sayarsınız. Sanki gerçekten sözün ulaştığı, değdiği bir yer var gibi. Sanki gerçekten istediği bir adım sizi daha ileriye götürmek gibi. Sanki gerçekten bir insanı bu şekilde ileriye götürmek mümkünmüş gibi. Sanki siz gerçekten o kıymetsiz, değersiz, asalak çoğunluktan veya azınlıktan, aslında hiçbir şey olmaktan ibaretmişsiniz gibi.

Biliyorum. Bunların altında yatan yalnızca ve çoğu zaman yalnızca başka şeyler istemesi. Sizle ilgisi olmayan şeyleri sevmesi ve daha da garibi bunun bir tekdüzelikten ibaret olmasından bir zamanlar rahatsız olan kişiyle, sizin renk olduğunuzu iddia eden, sizin değer kattığınızı söyleyen, sizinle ilgili iyi şeyler fısıldayan, yani sizin niteliğinizi ne yazık ki sorgulamayan, olduğunuz şeyle gururlanan  adam o değilmiş gibi. Makinalar arasında bir şikayet makinasına dönüşür kişi. Memnuniyetsizlik denizinde durmadan boşa kürek atarmışsınız gibi. Hayatının tüm hayali sizden öncesi oluverir. Ve aslında çözümü çok basittir. Bir adım geri atıverseniz..
Çok basit. İstediği tüm her şeyi çok hızlı bir şekilde sağlamış olacaksınız. Mutluluk denizinde yüzecek mi asla bilemezsiniz. Hem de hiçbir zaman. Ama o bilecek en azından. Ondan sonra ne istediğini. Yapmazsınız ama. Sıtkınız sıyrılıncaya kadar beklemeye yemin etmiş gibisinizdir. Hipokratlığınızdan değil, dizginleyemediğiniz o içgüdüsel duygunuzdan dolayı. Şimdilik.
Siz de biat etmeye karar vermişsinizdir.
Türkçesi, hayatın bir köşesinde, kenarında bekleyeceksiniz. Vazifeleriniz, yükümlülükleriniz var ve en önemlisi, sizin tuhaf bir iyileştirici gücünüz var. Hayatın o dışarıdan gelen kötülüğünü tek başına yenemediğinde sarılacaksınız. Göğsünüzün üstüne dayayacaksınız kafasını. İşte yanlış anlamayın, sırf bu yüzden en çok sizin yanınızda uyuyacak. Ve dostları uzaktaken İstanbul'da. Ve size hediye olarak haftanın bir günü katiyen bahşedilmeyecek. Ve sonra tekrar döndüğünde, arada bir hafta için sizi dünyanın herhangi bir metro çıkışından alışları (misal), haftada bir iki gün dünyanın herhangi bir kafesinde oturmaları (misal), eğer şansılysanız birlikte geçirilen bir (egzotik) haftasonu (yasaklı gün hariç) vs. günün birinde kesin sorulacak. Bu kadar'laşmak aşırı değil mi  diye?

İşte bu yüzden siz neyseki sizinle bu aşırılıklara anlam katan bir şeyin içindesiniz.

O yüzden bunlardan hızla geçeceksiniz. Her zaman aslında siz tek başınıza iyileşeceksiniz. Yalnızca üstüste birden fazla sigara içeceksiniz, sonra derin nefes almalar, hali hazırda kusmussunuz ve bir de onun da dediği gibi aşıksınız ya. O yüzden yüzünüzü iyi olan tarafa, aydınlık tarafa döneceksiniz. Ta ki bir gün göremeyene kadar. Ta ki bir gün sarılacak bir şey bulamayana kadar. Sizin de yoksa eksiklikleriniz, hatalarınız var.  Telafi etmeye çalıştığınızda içine daha çok ettiğiniz şeyler. Ancak her şey bir farkla. Bıkmıyorsunuz siz. Genelde hissettiklerinizi bıkmadan yaşıyorsunuz. Nefes alıyorsunuz yani. Onun yanında.

Zamanında su altında yaşamayı da öğrenmişliğiniz var. Onu da biliyorsunuz. Yani nefes almadan. Şimdilik altından bir sükutun içindesiniz işte. Belki de şu karmaşık hayatın içinde, sıranın size gelmesini bekliyorsunuz. Belki de yalnızca tuhaf bir hayalperestsiniz. Kalem tutamayan, okuyamayan, paylaşamayan, ketum bir hayalperest.

O yüzden sizinle bir şey paylaşılamaz diye düşünebilir. Siz kimsiniz peki gerçekten? Düşünürsünüz. Birinin şiiri gibi.

Hiçbir şey, belki de...

12 Ağustos 2013 Pazartesi

bağzı kadınlar iyi ki varlar..

Küçük hurafelerden kaçarken doluya tutulan minicik azınlıktan mıyım?
Tabii ki evet.
Mesela gece tırnağımı keserim, cam kırığından korkmam, merdiven altından geçerim, elimdeki bıçağı yanımdakine direkt olarak veririm vs. ama birini çok seversem başına birşey geleceğine de inanabilirim.
Tescilli.
Blog ismimden de belli olacağı gibi sevgi katsayım biraz gereksiz yüksek ve ağızda pelesenk etme ihtimalim genelde çok ‘ihtimaldir’. Geçenlerde bir tanıdığımın da söylediği gibi, belki gerçekten de ‘yeter artık’, ‘kadına nazar değdireceksin’dir ama olsun varsın.
Alternatifi , böyle kelimeleri teker teker, kıtır kıtır yiyeceğim.
 Her yazısında kendimden geçişim ve kendime pay biçişim arasında salınmam, romantiklikten, agresifliğe, pasiflikten, aktivistliğe bütün ruh hallerinin bu naçizane bünye içinde can bulması hakkat biraz komik. Beni çok çok eskiden aşık bir adam, bir gölge olarak tasvir etmişti. Yıllarca aklında canlandırdığı bir silüete benimle can verdiğini söylemişti. Daha güzel bir aşk tanımlaması düşünemiyorum. İşte bende  de biraz aynı şey oluyor. O kalemin ucundan dökülen her kelimede, ben ifade bulduğumu hissediyorum. Hem de Beyrut’tan, Caracas’a oradan Tunus’a...Hiç  fark etmez.
Kadın iyi ki varsın. Bu da ufacık tefecik teşekkür yazısı olsun...