Benim sinema aşıklığımı ve sevdalılığımı tanıyanlar bilir, tanımayanlar tahmin eder. Bir film konu olunca heyecanlanıveririm. Böyle içim pır pır eder, konu konuyu açar, imdb sayfalarında dolanıp kaybolmak gibi olur halim. O filmden o oyuncuya, o oyuncudan o performansa, ondan diğerine falan derken, nereden başladığımı nereye varacağımı kaybederim.
Sinema sever biri düşmüşse yanıma, şanslı hani, coşar da coşar muhabbet..
Azcık sinemasever biriyse eğer, ucundan kıyısından o da tutmaya, beni anlamaya, katılmaya falan çalışır.
Hiç mevzuyla alakası yoksa ise, genelde arkaya yaslanma ve kolları ön tarafta kavuşturma eylemi ile, telekinezi yöntemi ile beni susturma hayalleri kurar.
Olur.
Sanmayın :) Konu kafamda hallolmadıkça susmam ben.
Neyse geçenlerde yine böyle yeni tanıştığımız bir arkadaşla (elinde Choke), sinemalardan sinemalara doğru bir yolculuğa geçtik. 90'lı yılların iyi senaryolarından, yazarların grevine kadar uzanan, özellikle Kevin Spacey üzerinde konuşlanan ve kurgulardan nemalanan bir sohbet diyebilirim. O diyor ki bana ‘sen bunu izledin mi?’, ben diyorum ki ‘bunu izledin mi?’ Böyle muhabbet gerçek manada muhabbeti açıyor. Yanımızda başkaları da var. Mesela uyuyangiller ile uyuklayangiller arasında sıkışmışız.
Umrumuz değil ama, holivudun semalarında uçuyoruz o ara..
İşte muhabbet de tam o sırada David Fincher sinemasına, onun gerçekçi uyarlamalarına geldi. Ben ‘Fight Club’ ı ilk önce izleyip sonra okuyanlardanım. Umarım çoğunuz da öylesinizdir. Yoksa biraz bozuluyorum L
Okurken şaşkınlığıma engel olamadığımı, David Fincher’ın insan üstü bir yetenek ile kitabı aktardığını da işte tam o zaman fark etmiştim. Hem de ispatlı olarak. Aslında sorun David Fincher’da da değildi. Filmin kendisindeydi. Anaşizmin sularında o kadar cesur yüzdüğü için mi, yoksa benim kızgınlığımı açık bir şekilde ifade ettiği için mi, yoksa içindeki gerçekçi kurguyu o kadar profesyonelce saklayabildiği için mi, yoksa karakterlerin derinliğinin aslında sığlıklarından kaynaklandığı için veya sistemin tekdüzeliğinin karmaşada ifadesini bulduğu için mi bilmiyorum.. Ama diyalektik bir bütünsellik arzediyordu kitap ve film ve her ikisininde pekiştirilmiş hikayesi.
Tam ağzıma layıktı yani, mis.
Patlatıveriyorum benim ilk 10, yok yok ilk 5 sıralamamda bu film zaar diye.
Yanımdaki uyuklayangil ise cevabı yapıştırıyor ‘Senin de şu ilk 10 sıranda 80 tane film var!’ diye. Peh tabii ki saçmalıyor, çünkü bilmiyor ki benim yalnızca ilk 3 sıralamamda 8 civarı film var, gerisi faso fiso. Aşık olduklarını küçük parçalara ayırmaya benziyor filmleri sıralamak. Birini unuttuğunda daha çok değerleniyor, biri aklına ne kadar geç gelirse o kadar önemleniyor insanın gözünde. En azından ben öyle hissediyorum.
Ve size bugün Tango ve Cash’in elektrik tellerinden kemerle geçişlerini, Thelma ve Louise’in el ele uçuruma gidişlerini, Karate Kid’in tekmesini hediye ediyorum size.
Keyzer Söze’nin topallayan bacağının üstünden
Hasta La Vista Baby J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder