23 Mayıs 2013 Perşembe

OT üzerine, biraz da Ankara

O gece büyük rakının ardından bir 35'lik aldık ve Nurol'la oturup yirmi yıllık gelecek planımızı yapmaya karar verdik. O kızlarla hemen evlenecektik. Çünkü biz neşeli olduğumuz nispette ciddi adamlardık, bu dünyaya gönül eğlendirmek için gelmemiştik. O meseleyi hallettikten sonra kaç çocuğumuz olmalı sorununa geldik. Toplamda 13 çocuğumuz olmalı kararını aldık. Çünkü Tolstoy'un 13 çocuğu vardı. Ve biz ikimiz birleştiğimiz zaman en azından bu konuda Tolstoy'a yetişebilirdik. Çocuklar beraber büyüyeceklerdi ve birbirlerinden hiç ayırmayacaktık onları. Toplamda 13 çocuğumuz olacağı için zengin olmaya da karar verdik mecburen. Gerekirse ruhumuzu satıp zengin olacaktık ama bunu toplamda 13 çocuğumuz olduğu için yaptığımızı hiçbir zaman unutmayacaktık. Zengin olduğumuz için çok büyük acılar çekecektik. Spor arabalarımızda ve jakuzilerimizde ağlayacaktık. O kadar çok ağlayacaktık ki herkes acıyacaktı bize, 'keşke zengin olmasalardı diyeceklerdi ama ne yaparsın 13 çocukları var toplamda, mecburen zengin olmuşlar.'
Çocuklarımızı sadece birbirleriyle kavga ederlerse dövecektik. Tekme tokat  dövecektik onları o zaman çünkü çocuklarımızın bizden çok birbirlerini sevmesini istiyorduk. Onlara bisiklet almayacaktık çünkü bize alınmamıştı. Bisiklet alırsak büyüyünce bize benzemezlerdi, başka birinin çocuğuna benzerlerdi. Jet ski alacaktık onlara bu yüzden. İşte bunun gibi şeyler...

Hikayenin ismi Misket Mahallesi..

Dün kuzinem (barikanınkuyusu) elime yeni çıkan OT dergisini tutuşturdu. Sağolsun. İyi de yaptı. Yeni çıkan aylık  derginin 3. sayısı. Edebiyat Mizah dergisi. İçinde kimler yok ki.. Ben tek tek saymayacağım. Meraklıları alır bakar.
Barikanınkuyusu bu hikayeyi okumalısın demişti. Bir süredir yine okuma sıkıntısı çektiğimin farkında. Tam ağzıma layık bir öykü. Cümlelere dikkat et dedi. Ben bilseydim bu sayıda öykünün yarım kaldığını yine okur muydum? Okurdum tabii.
Beni Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimize götürdü. Biraz tabii. Aslında tam bir erkek hikayesi. Aşk falan yalan yani. Adam gibi hem de, böyle mahallenin bıçkın ve gururlu delikanlılarının hikayesi. Ve birde valolma aslında.
Nurol ile Nurullah
Ender ile Çetin

Bir de bu memlekette tüm hikayeler Ankara'da geçince daha mı bir güzel oluyor bilmiyorum.
Bir şehrin tekdüzeliğinden bu kadar canlı renklerin çıkması ilginç tabii...

Öğrenciliğim döneminde gittim Ankara'ya, bir kaç defa. Bizim niyet belli. Vize başvurularında belirtilen gibi 'turistik' amaçlı değil yani. Daha çok 'politik'. Biz merkezi eylemlerin, üniversitelerin, kızılayın falan insanıydık o zaman. Ben bir kentin insanlarının bu kadar tutkulu ve coşkulu olduğunu o zaman görmüştüm ilk defa. Bu ülkede birşeyler olacaksa orada başlayacağına da inanmıştım tabii. Taburelerinde oturduğumuz sokaklar, yudumladığımız çaylar, dolaştığımız kampüsler hepsi doğru birşeylere işaret ediyordu sanki.
Hala tadı biraz  damağımda kalmış hissi, İzmir'in deniz havasına inat, Ankara'yı sevdim ben.
Bir otobüs yolculuğunda.

Şimdi de Behzat Ç insanlarının ağzında bir Neşat Ertaş türküsünün dolanması tesadüf değil o yüzden. O meyhaneyi bulup çay bardağında rakı içme hayalleri de.
Anlıyorum hepsini.
O yüzden Emrah Serbes'in hikayesinde bir karakter aşkını anlatırken kendini bir limonun sıkılmış yarısına benzettiğinde şaşırmıyorum. Veya Barış Bıçakçı'nın bir hastane odasındaki baba tasvirine.
Kahvenin telvesinin neden dibe çöktüğüne.
Bir memleketin havasının insan üzerindeki etkisine mi bakmak istiyorsunuz. Yüzünüzü memleketin ortasına dönün.
Orada aradığınız cevabı bulacaksınız derim.

Bir İstanbul sevdalısından, ankara övgüsü olsun bu yazı.
Bir de yalnızca o hikayeyi okumak için de olsa dergiyi alın derim.
Kaçan ağzınızın tadı yerine gelsin diye hem de..

Teşekkürler Barikanınkuyusu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder