6 Şubat 2013 Çarşamba

Auf wiedersehen..



Stendhal Sendromu mu.. Bilmem ki, tam emin değilim, yaklaşık olarak.
Abartıyor muyum dersiniz? Tabii ki, ben her zaman her duygumu abartırım zaten. Şimdi neden sakınıyım ki :) Django Unchained. Bu arada yalnızca Tarantino'nun son filmi değil, sanki biraz devam filmi.
Inglorious Basterds ile anlatmaya başladığı hikayeyi devam ettiriyor gibi. Hem de düşmanı kendi silahıyla vuruyor. Film üzerine ilk haberler gelmeye başladığında (bundan 1-1,5 sene önce) arkadaşlar aramızda sohbet ettiğmizde
-zenciden de kovboy olur mu
-neden eski bir filmin üzerinden ....
gibilerinden konuşmalara şahit olmuştum. Tarantino yine anlatacak bir konu bulmuştu ve yine kendi tarzıyla bir ders verecekti. Ben biraz emindim. Zenciden kovboy olur mu, önceden bir kaç kere işlenmiş olsa bile, Jamie Fox'un hayat verdiği Django Freeman, kesinlikle güneyin ırkçı zihniyetine bir cevap gibiydi. At üstünde bir zenci görmeye alışık olmayan tüm o kasabalıların değil, izleyenlerin de biraz ağzı o yüzden açık kaldı.
Kendi üretim ilişkilerinin doğal sonucu olarak köleliğin devamını savunan güneylilerin bu insanlık dışı zihniyetlerini mizahla yeriyor. Biraz da o yüzden, Django'yu linç etmeye hazırlanan bir grup kafatasçı, kafalarına geçirdikleri maskelerden önlerini göremediklerinde bile, sorun olmadığına karar veriyorlar, çünkü atları onları zaten doğru yere götürecekti. Tarantino'nun da usul usul, faşist güruhların gerçekte kimle savaştıklarını bilmeyecek kadar kör ve aslında cahil olduklarını fısıldadığını duyar gibiyim. Bir ara, filmografisinde çok iyi işler yaptığını düşünmediğim Fox'un daha önce benzer bir karakteri oynadığı The Soloist filmine gitti aklım. Hafif agresif, yabancıl ve isyankar bir karakterdi Nathaniel Ayers ( The Soloist) ancak burada Django benim aklıma daha çok Voltaire'in Candide'i getirdi. Sevdiği prensesin peşine düşen ve kovulan ve sürülen ve bir dolu kötü olaya maruz kalan Candide'in dünyalar güzeli prensesi bulma hikayesine.. O da biraz bir yol hikayesiydi. Voltaire'in de dünyaya söylecek tonla sözü vardı zaten hikayede ve ben bir ara o kadar etkilendim ki, filmin ortalarında 'prensesin' yaşadığı malikaneye varıp, Broomhilda'nın cezasını çekmek üzere mahzene kilitlendiğini öğrendiğimde, işte tam orada, o kapalı çelik kapının ardından çıkacak olan kişinin, Django'nun hafızasındakinin aksine, aşırı kilolu, her yeri yara bere içinde, agresif, hafif delirmiş bir halde çıkacağını düşündüm. Biraz korktum açıkcası. Çünkü hikaye ikisinde de aslında aşkı için dünyaları delen, geçen iki adamın hikayesi ve aşklarına 'kavuşması' anlatıyor gibi görünse de, hikayenin kendisi yolla birlikte öğrenilmekte. Django'nun özgür bir insanın ne olduğunu öğrenmesi de bu yol hikayesinden geçiyordu, prensin dünyanın bir saray olmadığını öğrenmesi de. Biri bir prensin diğeri ise bir kölenin hikayesi gibi görünse de, ikisinin o zamana kadar öğrendiği tüm o sığ ezberler, o yol ile değişmeye başlıyordu. Tarantino gerçekten bunu düşünerek mi yazdı hikayeyi bilmiyorum ama, benim gözümde Leibniz'i bir kere daha yere vurdu.
Christoph Waltz, sanırım yeni tanıştığım bu mütiş Avusturyalı oyuncu artık Tarantino'nun daimi kadrosunda. Arada çok kötü bir kaç filmde oynamış olsa da, Soysuzlar Çetesindeki, Carnage (Acımasız Tanrı) daki o üstün performansından sonra şimdi tekrar o soğuk kanlı ve iyi niyetli karakteriyle karşımdaydı. Yüzümdeki gülümsemenin biraz daha yayılmasına neden olanWaltz performansı için diyecek çok şey bulamıyorum.
Ve egosu olmayan bir batı zihniyeti. Hiç çekinmeden ikinci karakterleri oynayabilen Jönler. Filimin ikinci yarısından sonra bile kadraja dahil olsalar, ellerinden gelenin en iyisi yaptıkların görebildikleriniz. Evet Leonardo DiCaprio'dan bahsediyorum. Yalnızca bir yan karakteri değil, aynı zamanda kötü adamı oynuyor ve hazin sonu yavaş yavaş örülen Calvin Candie'ye can veriyor. Görgüsüz bir fransız özentisi, tek kelime fransızca bilmese de kendine mösyö demenizi istiyor. Yine yerinde mimikleri, bazen ürkütücü fevriliği, sanki izleyici perdede gün be gün onun ne kadar iyiye gittiğini çıplak gözle izliyor gibi hissediyor. Tarantino'un onu seçmesinde bir neden olduğunu zaten biliyordum, ama benim bile düşündüğümden iyi oynamış diyebilirim. Ve Samuel Jackson tabii. Aslında onun filmdeki adı, kralcı. Hitler faşizminin yaşandığı yıllarda, bilimde de bu zihniyetin nasıl hakim olduğunu okumuştum. Bilimin her alanında. Biyoloji dahil. Ötekilerin (azınlıkların) üstün beyaz ırktan daha düşük seviyede olduklarını ispat etmek için genetiği bile kullanmışlardı. Bugünlerde yalnızca gülüp geçtiğimiz bu bilgilerin, bir zamanların eğitim salonlarında yankılanması ne kadar acıklı olsa da, teslimiyet duygusuyla ilgili Candie'nin yaptığı konuşma gerçekten duymazdan gelinecek gibi değildi. Çünkü ben buna gerçekten inanıyorum. Hayır insanların kaderlerinin kafataslarına şekille yazıldığına değil. Veya ırkların değişik genetik kodlarının olmasıyla da alakası yok. Ama toplumsal evrimin, insan hareketlerini nasıl belirlediğini görebiliyorum. O yüzden o kadar çoğunluk oldukları yerlerde bile o kadar zenci isyan etmedi, o kadar yıl, hizmetçi, köle vs olarak kullanılmaya devam etti. Kimse patronunun boğazını bir usturayla kesmedi. Hatta yalnızca kendileri başbaşa kaldıklarında bile. Bu itaat etme meselesiydi. Bir düzenin içinde yer alma hissi gibi. Belki biri bir taş atana kadar devam edecekti. Etti de. Ve kralcılar, karşıma çıktıkları her yerde kraldan daha çok nefret ettiklerimdi. Bu yaşananları artık olağanlaştırma ve insanları tepkisizleştirme politikası her zaman işe yarardı çünkü. Tarantino biraz da bunu gözümüze soktu. O yüzden artık köle olmayan bir zenciden, tüm film boyunca en çok nefret eden kişinin kıdemli bir zenci olması, hiç de ironik değildi.
Olağan şüphelileri anımsatan bir baston atma sahnesinde S. Jackson'ın (kıdemli zencinin) hala diretmesi ve o ezik, şaşkın havasından sıyrılıp, belki maskesini çıkarması ama ne olursa olsun hala beyaz patronuna karşı olan kör kütük bağlılığı..
Filmin sonuna yine biraz kendi imzasını atmaya bayılan Tarantino'nun üç dakikalık rolünün sonunda kendini havaya uçurtması :)
Son sahnede Red Kit'in gölgesi..erkeğin kapıyı kırarak içeri girip kadını kurtarması...westernlerin iyi sonları gibi.
Müzikler, görsel ile birleştiklerinde daha da anlam kazanan, kusursuzlaşan film müzikleri..
Kuzey yıldızı tabii ki, biraz astronomiden anlayan herkesin bilmesi gereken. Başka bir zihniyetin hakim olduğu bir dünyaya gitmek istermisiniz, eğer onu takip edebilirseniz...
Ve her Alman efsanesinde bir dağın olması
Ve her şeyin her zaman bir bedeli olması..
Ve Alexandre Dumas'nın zenci olması
Yalnızca filmin anlattıklarının küçük bir bölümü bunlar...
Her klişeyi yerinde kullanarak güzel bir mizah yaratmış Tarantino..Aslında üzerine denecek çok da şey yok..

Auf wiedersehen  :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder