28 Ocak 2013 Pazartesi

güzel bir gün olsun


Günün nasıl geçeceğine dair iki ihtimal vardır, çoğu zaman. Ya sağ tarafından kalkacaksın yatağın ya sol.
Bugün yataktan kalkmayacağım gibi bir seçenek yok sanırım veya düşündükçe çıkarmaya çalıştığın başka ihtimaller de. Ortalama olan birşeyden bahsediyorum ben.
Bugün yatağın neresinden kalktığımın bir önemi yok benim için. Çünkü her şey yolunda gitti. Tüm sıkıntılı yatışıma ve gece boyunca defalarca uyanmama rağmen.. Bugün acaba her güne bir şarkı mı adasam diye düşündüm. Vazgeçtim. Şarkılarla, daha doğrusu müzikle aram çok iyi değildir benim. Bir anlık gaza gelmiş olabilirim. Veya Sting'in Until o kadar güzel hissettirdi ki...Yalnızca sabahla ilgili değil, bir de şarkıyla ilgili hayal kurdurdu bana. Evet doğru dün gece yatmadan önce bilmem kaçıncı kere Kate and Leopald'ı izledim. Yani geceyi bir romantik komediyle kapatmış olabilirim. Ve belki o yüzden bugüne ve sabaha Until ile başladım ve yürürken, Zincirlikuyunun o ortalama binalarının arasında, yüzüme falan öyle ılık bir rüzgar da vurmuyordu üstelik, tam tersi hava ayazdı ve burnum donuyordu, öyle NewYork sokaklarında olduğumu hayal ettim. Bilmem kaçıncı cadde...
 Şehirlerin karar vermesi gerekir bence. Ya geleneksel ya modern olmaya. Bizim İstanbul böyle ortada sıkışmış kalmış gibi. Orta katlı binaları, yarısı başka renk binaları, güneş görmeyen yüzü daha solmuş binaları, çatlamış, sıvası dökülmüş, balkon  demirleri yamulmuş binaları, binaların üstünde eskimiş tabelaları, düşecekmiş gibi duran klima aparetleri, isli perdeleri, o binaların pencerelerinden yaşamı seçmek mucizevi birşey bence. Tabii bu herhangi bir pazartesi sabahında Zincirlikuyu dolaylarında yaşananlar. Asık suratlı insanlar, belki onlar her yerde asık suratlılar, ihtimal tabii, o yüzden bugün yürürken insanların suratlarına bakmadım, daha çok binaları izledim. Sonra baktım ki olmayacak böyle, kulağımdaki ses başka fısıldıyor, şehir başka bir yerde, ben de o yüzden NewYork'ta olmayı hayal ettim. On yıllık vizemin hali hazırda üç senesini heba ettiğim halde, her sene o yaz gitmeye karar verdiğim Newyork benim için belki olduğu bir çok şeyin ötesinde filmlerimin şehri. An affair to remember'ı izledikten sonra nasıl Empire State'e çıkıp hayatımın aşkıyla tanışmaya karar verdiysem eğer ( o zaman on yıldır tanıdığım sevgilim, sevgilim değildi tabii :)) dün de faytona binmeye karar verdim. Hayır büyük adada falan değil. Newyork'un göbeğinde beni central park'ta gezdirmek üzere bekleyen faytonlardan birine ;)
Neyse filmlerin benim üzerimde etkisi büyük. Bunu inkar etmiyorum.
İzlemediğim romantik komedi yoktur sanırım.
Bir de diğer tarafta romantik dramlar var.
O sizin sabahın köründe zincirlikuyuda yürürken newyorkta olduğunuzu düşünmenizi imkansızlaştıranlardan.
O izledikten sonra narin bünyenizde küçük küçük elektroşok  etkisi yaratanlardan bahsediyorum. Tüm Meg Ryan filmlerinin toplam Breakfast at Tiffany's ve Pride and Prejudice göndermelerinin aksine, mutlu sonlarının ve umutlarının aksine sizi tokatlayan ve drama yönü ağır basanlardan bahsediyorum.
Tabii ki ben dün durduk yere Kate and Leopald'ı izlemedim tabii.
Laurence Anyways'i hızlandırılmış olarak bünyemden çıkarmam lazımdı. Yoksa film bittikten sonra tekrar tekrar bir kaç sahneyi başa almaktan kendimi alamıyordum.
Ben de böyle histerik biçimde ağlama ve hayal kırıklığına uğrama hissi yaratan bir kaç tane film var (yalnızca romantiklerden bahsediyorum şu anda)
Hislerim anlık duruma bağlı olarak da algılanabilir, benim küçük zihnimin algısıyla da..
Age of Innocence, Michelle Pfeiffer'in iskele sahnesinde, elinde şemsiyeyle beklediği sahne. Ve en son Daniel Day Lewis'in, onun evinin önündeki banka oturması ve pencerenin açılmasını beklemesi.
Benim favorim olan The Way We Were. Oradaki Barbra Streisand, tüm izlediğim onca karakter arasında kendime en yakın gördüğüm oldu. Tüm tepkileri, heyecanı, çıkışları ile, dik kafalılığı, pişmanlığı, telafi çabaları arasında o dengesiz ve rahatsız edici tavırları. Televizyondaki yansımamı izliyormuşum gibi. O çaresiz duruma düştükçe, ben yaptıklarımı anlıyormuşum gibi, kendimi sanki dışarıdan izliyormuşum gibi hissetmiştim. Ve hala o final sahnesindeki olgunluğa gelememiş ben...
Conversations with other Women. Vazgeçmenin soğukluğu. Vazgeçmenin gerçekliği üzerime çökmüştü.
500 Days of Summer, film açılışın sekansında söylediği gibi bu bir aşk hikayesi değildi. Bu bir kabul etmeydi. Neden bazen gidenlerle ilgili takıntılı bir biçimde başka açıklamalar bekleriz veya çalmayan telefonlarla ilgilı. Aslında olan çok basit. O yalnızca sizi artık sevmiyor, istemiyor, vazgeçti. Kabul edin...gibi. Sen hayatının aşkını bulduğunu düşünürken, onun hayatının aşkının başkası olması demek, bunun hayatının aşkı olmadığı anlamına gelir. Çok basit. Yanılmışsın :) demek ki.
Ve dün Laurence Anyways, birini sevmen için ne gerekli. İlk önce dürütçe yaşamak zorundaysan ve olduğun gibi sevilmek istiyorsan ya bunların bedeli... aslında üzerinde çok durmak istemiyorum.
Romantik dramları seviyorum.
Romantik komedileri de. Aslında en çok romantik komedileri seviyorum. Beni mutlu ettikleri için. Biraz da umut verdikleri için.
Sanatı düşündüm bu sabah biraz.
Sanat umut vermeli, iyi hissetirmeli. Bütün sanat kolları için söylüyorum. Yoksa size kendinizi kötü hissetirecek, sizi depresyona sokacak ve yalnızca herhangi bir karanlıkta boğulmanızı sağlayacak bir üretim değil bu. Çünkü dramaların da olsa veya tüm biyografilerin, hepsinin sonunda size başka bir yol daha gösterir. Veya hayatta kalmanız için bir neden. Farklı bir bakışaçısı. Veya görmeyi inkar ettiğiniz, başkalarının gerçeklerini, mücadelelerini, savaşmak için bir neden verir sanat. Resimde başka bir renk görmek gibi, edebiyatta yeni bir kelime, şiirde bir düzen, fotoğrafta bir kare, sinemada bir sahne size iyi gelebilmeli. Yoksa
hayatın kendisi zaten depresif ve engebeli. Yani insanlar.
Biraz gülümsemeye ihtiyacım olduğunda o yüzden yürlerce kere izlediğim şeyleri tekrarlıyorum. Sonunu bilmek değil burada sorun. Çünkü sonunu bilmediğin şey hayatın kendisiyle ilgili yeterince. Sanat kötülüğün kendisini bile anlatsa, içinde biraz umut ışığı olmalı bence. Nitekim de öyle..
Sting'den Until'i dinleyin..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder