29 Ocak 2013 Salı

ay lav yu, nat :)

Küçük bir park gezisi yapıyorsunuz. İki tarafı ağaçlı bir yol. Hafif bir meltem yüzünüzü yalıyor ve kuş sesleri. İsimlerini dahi bilmediğiniz o kuşların cıvıltarıları değiyor kulağınıza. Bulutların arasından ara sıra kendini gösteren bir güneş. Aslında tam olarak bir bahar havası. Ve aşk en çok bahara yakışıyor. Biliyorsunuz.
Ama gerçekte aşkın ne demek olduğunu biliyor mu insan? Olası tabii. Gelincik tarlasında uçuşan bir kelebek misali. Bir tek o kırmızı hafif yaprağına değdiğinde dökülmez ya, belki çoğu zaman hoyratça kullanmışsınızdır. Elinizdekini. Bu da olası. Çünkü aşk yeri geldiğinde bir çama dönüşebilir ve o gelinciğin kırmızı yaprağı bir kaktüsün dikenli gövdesine yapışabilir. Önemli değil, önemli olan zamanlamayla ilgilidir çünkü çoğu zaman. Kayaya çarptığınız zamanlar da, kuş gibi olduğunuz zamanlarda olacaktır tabii. Aşkın hoyratlığı, naifliği, bir bakıma her şeyi taşıyabildiği bir zaman aralığı da. Eğer doğrusuna ilişebiliyorsanız. Yoksa aşk kisvesi altında başka yaşananlar var çoğu zaman. Her şeyi duymak ile görmek arasında bazen duymaktan bazen görmekten yanayım ben. Çünkü ikisinin de ayrı ayrı insanı kandırdığı zamanlara defalarca şahit oldum açıkcası. Ama ikisini birlikte yaşadığında kandırılıyorsan eğer iyi düşünmek lazım. Mesele parmak uçlarında süzülerek ne kadar yürüyebileceğindir de aşk, veya ayak tabanların yere vura vura ne kadar dayanabileceğin de. Ama hayat bir pembe sahne değil kabul ediyorum. Ve kelebekler yalnızca şekil değiştiren birer organizma değiller, bir de erken ölürler. Mesela üçbeş günde. Peki bu hayatta bir çok hayal kırıklığına şahit olmuş insanlar ne yapmalılar o zaman. Kendi kuytu köşelerine çekilip saklanmak bir çözüm. Bir de köşelerden sivrilmek var tabii. Kendileri için. Hayalleri insanları ayakta tutan yegane şey değil muhakkak. Bir de hayal edebilecek bir dünyayı bilmek, görmek gerek. Yaşadığın her anı başka bir ana yakıştırmak değil, veya başkalarının yalan anlarını çalmak da değil. Aslında tüm o nobranlığına ve inkarına rağmen mesela kendin halihazırda reddettiğin romantik komedilerin bir parçası olabilirsin demek istiyorum. Neden olmasın ki? Bir kadını belinden sarıp hızla yatağa çarpıp, sonra yükselmek olsa herkesin tek derdi, iktidarsızlığın sularında yüzmüyorsan eğer, cebinde. Veya yalnızca bir adamın sahte parasından menfaatlenmekse koca bir yalanın içinde, alışveriş merkezindeki o asılı sahte gülümsemen neden geceleri kayboluyor dersin ve birbirlerinin gözlerinin içine dahi bakamayan çiftler, yalnızca kanaat ettiklerini biliyorum. Ve aslında çoğu zaman herkesin derdinin ve isteğinin aynı şey olduğunu da. Sıkıldıklarını, ben de çok sıkıldım zamanında, bıktığınızı, ve gizli gizli kimseler görmeden, ve asla belli etmeden iyi birşey gördüğünüzde (gördüklerinde) kıskanarak, imrenerek baktıklarını.
İstemem yan cebime koylar bir nevi...
Alışkanlığın sıkıcı ve anlamsız sularında boğulmak bir çare tabii. Değişmek ve değiştirmek zor olan biliyorum. ben bunu biliyorum da insanlar neden bu kadar korkak ve hak ettikleri gibi çaresiz onu anlayamıyorum aslında. İstemiyorsan gitmeyi bileceksin bence. İstemiyorsa da dönmeyi. Gidemiyorsan çabalamayı ama gitmek isteyip de kalanlar hiç bana göre değil. Ve bir tek istemeden gidenlere inanmıyorum ben. İşte o pembe sahnenin yalan dünyası orada netleşiyor. Kimse istemeden gitmez. Kimse severken terk etmez. Bu bilgi kesin. Bir türk filminin arabesk bir sahnesini çevirmiyorsan eğer ve gizli bir "tekerlekli sandalyeye" mahkun değilsen o büyük onurun için..sevdiğini geride bırakıp mağrur mağrur gidemezsin.

Aslında aşk en sevdiğim film sahneleri gibidir en başta. Hayatına yalnız kalmamak için birini almamışsan eğer, aşk tüm sahnelerin toplamından daha çok heyecanlandırabilir seni. Mesela gerçekten bir çuval bezelyenin içine elini daldırdığında hissettiğin duyguya dönüşebilir veya şehrin en güzel parkında bir banka uzanmışsın gibi hissedebilirsin ve koşarak çığlkılar attığın gecenin karanlığını sesinle yırtabilirsin veya yalnızca herhangi bir mevsimde saçının rüzgarda dans etmesi gibi ve yalnızca bir balo salonunda vals yapmak gibi, parmak uçlarında uçtuğunu zannedebilirsin, ve alaskanın en soğuğunda içini ısıtabilirsin, ertesi gün okula gitmek için bir nedeninin olması gibi, bir telefon kulubesinde onun gizlice sesini dinlemek sanki ve bir kum fırtanasında yalnız ona ulaşacağıını bilmek, afrikanın çorak topraklarında bir nehir olmak mesela ve empire state'in en tepesine çıkmak veya eyfel kulesinde sıcak şarap içmek veya beyrut sokaklarında gezmek, bazen austen'in romanıın içine girmek veya khaled husseini'den çıkmak ve ece temelkuran olmak mesela ve hayatının rüzgar gibi geçmesi, casablanka'nın herhangi bir barında ve babil'de bir otobüs seyahati ve batan bir gemiden kurtulan tek kişi olabilirsin, ve üzerine bir çimento yığını dökebilirler, ayrı zamanlarda, ayrı hayatlarda bile olabilirsin... hayal etmen yeterli ve sen gerçekten onun gözlerinin içine baktığında bilirsin ya, artık hiçbir şey bilmediğini hani :) bazen bırakmak yeter kendini, hayatın akışına, savrularak sana geleceğini bilmek, zaten senin olduğunu bilmek gibidir.
Ve aşk gecicidir. Ağzında yarım kalmış acı bir tat bırakma ihtimali yüksektir.
Yine de tüm rağmenlerinden daha güçlüdür.
Kendi çocuğundan bile daha çok sevdiğini haykıracağın kadar, ağzından tükürükler saçarak kendini parçalayacağın, bileğini dikey keseceğin kadar gerçektir.

*bir sonraki yazılarımın herhangi birinde ölmeden önce izlenmesi gereken romantik film listesini yapacağım şu an karar verdim. Romantizm iyidir :) sevgiyle kalın arkadaşlar..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder