4 Ocak 2013 Cuma

Beni tanrıya inandır diktası


Ve insan gökyüzüne bir ok aktı, tanrılar bulutların arasından, yeryüzüne döküldüler.
Ve tanrı gökyüzüne bir ok attı, ve insanlar bulutların arasından, yer yüzüne döküldüler.

Duyduğu her inanç sistemine eşit mesafeden bakabilen ve tanrıya ulaşmanın en doğru yolunu bularak, varlığını bir nihai amaca bağlama endişesiyle pi, aynı ismi gibi kendini sonsuz bir döngünün içinde buluyor.
Babasının dediği gibi her şeye inanmak, aslında hiçbir şeye inanmamak değil onun için, daha çok annesinin dediği gibi o yalnızca bir yol bulmaya çalışıyor.
İnanç, tüm naifliğiyle içinde yatan sevgide anlamlanıyor, ilk defa isa ile tanışması, kutsal sudan içmesi, tanrının evini ziyaret etmesi, vejeteryenliği ve namaza durubilmesi de hep buradan kaynaklanıyor. Aslında tüm dinler aynı şeye hizmet etmiyor mu? Veya belki hepsinin karması başka bir din yaratıyor, dinlerden.
Çünkü din insan için diyor. Asla yalnız kalmamasının nedeni, hayatta kalma amacına dönüşüyor.
Onu çevreleyen tüm o gerçeklikle iletişime geçmesinin bir yolu çünkü bu inanç. Pi, okyanusun, balıkların, gökyüzünün, yıldızların ve onu kül yığınına çevirecek yıldırımın ve onu parçalara ayıracak bengal kaplanının bile bir ruhu olduğuna inanıyor. İletişime geçebileceği. Tanrının bir parçası olan. Karşısına çıkan her şeyde tanrının başka bir parçasını buluyor. Ona da ruh diyor.
Böylelikle dünya ile iletişime geçebiliyor ve belki kendince sığ kalmıyor ve cezaladırılmıyor diğerleri gibi. Okyanusun ortasında kıyamet patladığında, pi'nin gemisinde o hayvanlarıyla başka bir macereya atılıyor.
Köpek balıklarına yem olmuyor ve nuhun küçük gemisi, sandalı batmıyor, o suyun içinde binbir rengi gördükçe, gökyüzündeki yıldızların sayısı artıyor adeta. Çünkü ruhani ışığı artık görebiliyor pi, cisimleri daha önceki o mat halleriyle değil, tüm parlaklıklarıyla, fosforlarıyla algılıyor. Çünkü yaşam demek renk demek, tanrı öyle buyuruyor.
Artık tüm o kıyamet alametlerine karşı, bir inanca büründükçe yaşamak için sebep buluyor.
Bu onun tanrının diğer formlarıyla iletişime geçmesine de yarıyor. O yüzden bir etobur adasına düştüğünü hızla anlayabilecek kadar açılmış durumda gözleri.
Hayatta kalma macerasında ki aslında bu tüm insanlığı ilgilendiyor, hayatta kalma macerasında, sırat köprüsünden geçmesi için iki elinden tutan meleklere ihtiyaç duyoyor pi.
Yaşamın kendisi gibi zorluk çeşitlemeleri, altından kalkılamayacak boyutta olsa da olmasa da ona yardımı olacak tek şeyin ve inanmaya değer olacak tek şeyin bu inanç sisteminde yattığnı söylüyor Ang Lee.
Biraz da o yüzden filmdeki gerçeklik algısı, bir kaplanın küçük bir geyik yavrusunu parçalaması gibi, altından tek başına kalkamayacağınız kadar şiddetli bir negatife dönüşüyor.
Seçimi güya size bırakıyor. Ya parçalanmış bedenlerin, mat renklerin, acının peşinden gideceksiniz
Ya da fosforlu ışıklar, masal kahramanları ve tehlikesiz sular size yardımcı olacak..
Seçim sizin.
Ya tanrılardı ok atan, ya insanlar...birileri yalnızca bulutların arasından süzülen oldular.
Ben ise kendimi bildim bileli, mercan adasıyla, sineklerin tanrısı arasında, sineklerin tanrısından yana gördüm.

Ang Lee o kadar parayla ve görüntü kalitesiyle en azından satacak daha gerçek bir hikaye bulsaydı, çünkü kimi masallar yalnızca gerçeklerden beslenirken, kimileri yalnız kendilerini beslerler, unutmamak lazım. Din ve tüm o inanç sistemi belki masalsı bir dünyada sizi hayatta tutmaya,  daha iyi yapmaya, acınızı azaltmaya yarayabilir ama, bu dünyada, eğer tek şansınız varsa tanrı için değil de, ilk önce insan için mücadele etmek zorundasınız. Yoksa bakın etrafınıza, her şey gerçek...
Su sesleri, yaprak hışırtıları, hafif bir meltem, milyonlarca yıldız, şenlikli bir okyanus ve kucağınızda yatan bir bengal kaplanınız yoksa, demek ki bir rüyada değilsiniz..
Ennis Del Mar'ın elindeki fotoğrafın penceredeki manzaraya yansımasıyla biten bir sahne ve yalnızlığın keskin acısı ve yapmadıklarınızın pişmanlığı kesinlikle daha gerçektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder