8 Ocak 2013 Salı

AMOUR

-Ya ben senin durumunda olsaydım, bunu hiç düşündün mü?
-Evet, tabii ki düşündüm, ama düşünmek yaşamak değil

Bir şekilde burjuva kültürü üzerine sinema yapmayı seven Haneke bu sefer bize en naif fotoğrafı sunuyor. Boşluğun ortasında salınan piyano, bütün duvarları baştan sona kitaplarla dolu bir salon, tüm anılarının saklandığı fotoğraf albümleri, klasik müzik dinletileri, tablolar, Anne'nin omzundaki paltosunu kibarca almaya ihmal etmeyen Georges ve çocuklarıyla mesafeli ilişkileri, ve yemek ritüelleri, ve her bir ricadan sonra teşekkür etmeleri...
Tüm o burjuva alışkanlıkların ortasında bir aşk. Albümlerin de ispat ettiği gibi, zamanla daha içe kapanan, yalnızlaşan, duvarları büyüyen bir aşk. Birlikte ölmeye karar vermiş iki insan ve yalnızca o evde, onlar için en korunaklı yerde, tüm alışkanlıklarını yaşayabildikleri ve sokağın (dışarının) tehlikesinden onları koruyan o evde ölmek istiyorlar. Biraz da o yüzden izleyici kapı her çalındağında aynı Georges gibi rahatsız oluyor. Kimsenin içeri girmesini istemiyor. Veya her bir yabancının ağırlanışında hemen bitmesini bekliyor. Ve Georges yatak odasının kapısını kilitilediğinde kendi öz kızının oraya doğru gidişini bile cüretsizce algılıyor seyirci.

Hikaye, inmeden sonra vücudunun sol kısmı olduğu gibi felç olan Anne'in kızgınlığı, yadırgayışı ve yükselen gururu, mutsuzluğuna karşı uzunca bir süre Georges'un fedakarlığını ve sabrını yansıtıyor perdeye. Onu bebeğiymiş gibi sarıp sarmalayan Georges gerçekten bize olmayacak bir masal sunuyor gibi görünüyor. Bu yalnızca verilen bir sözün arkasında durma, onu tutma derdi olmadığını daha ilk başka belli eden karakterimiz, sanki tek bir insan olmuşlar izlenimiyle dolduruyor izleyiciyi. Aynı müzikleri seven, aynı meşgaleleri olan, aynı haberleri dinleyen ve aynı şeyleri konuşan bu kadın ve erkeğin birbirlerinden bir farkı yokmuş gibi. O yüzden belki biri olmadğında diğerinin de neredeyse olamayacağına emin oluyorsunuz.
Belki biraz da o yüzden fiziksel acının bile bir çocukluk anısında kayboluşunu izlediğinizde, biraz isyan ediyorsunuz.
Sanki siz hiç sevmemiş gibi, sizi hiç sevmemişler gibi hissediyorsunuz.
Böyle bir sabır, şevkat ve aslında hepsinin ötesinde  dirayet ve Anne'ın kaybolma isteğine karşı, Georges'un onu hayatta tutma mücadelesi, biraz kendi hayatta kalmasına bağlanıyor.
Yabancılara karşı sürekli tetikte ve mesafeli olan o ev, Anne'ın ölümünden sonra ilk defa ve ısrarla bir başkasını misafir ediyor. Georges, evin açık olan penceresinden aslında ikinci kere giren bu güvercini, Anne hayattayken yaptığı gibi camdan geri özgürlüğe yollamasının aksine, tüm pencereleri ve kapıları aynı eskisi gibi sıkı bir şekilde kapatıyor ve güvercini yakalayıp göğsüne yaslıyor. Belli ki bu bir sevgi gösterisi veya belki bir çeşit veda. Çünkü nabızları birbirlerine bağlıymışcasına atan iki kalpten biri durduğunda, izleyici de artık kaçınılmaz sonu bekliyor.
Ve asla bir cinayet ile bir intihar seromonisi gibi değil.
Yalnızca Anne'a istediğini veren Georges, belki o son sahnede artık kendini hazır hissediyor.
O evden çıkmaya...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder