Şimdi anladım yıldız yaralanmasını, canım öyle yanmıştı ki...
Ben yalnızca kelimelere değil, bir de onları kullanma biçimlerine hayran olan okuyuculardanım. O yüzden düzenli cümle peşine takılan okuyucu gibi değildir benim memnuniyetim. Bir cümleyi ne kadar devrik kurarsanız size o kadar aşık olabilirim. Bir de ne kadar değişik anlatırsanız hikayenizi. Ve kurgunuz. Tabii o da benim için çok önemli. Basit bir kurguyu labirent haline getirmek de, bir labirenti aslında bir ovaya dönüştürmek de. İkisinin arasında bir tercih yapmam ama akıcı akıl oyunlarına asla hayır demem doğrusu. Küçük sürprizleri severim. Ama yine söylüyorum en önemlisi vurucu cümleler. Hep aynı kitaptan örnek vermek istemezdim ama elimde değil.
Ziad, arkadan onu izliyordu ve Deniz'in kalçaları oluştu...gibiToplam iki ay içinde elimde kalan bilmem kaç tane yarım kitabın üstüne aslında belki de insan sorunu biraz kendinde aramalı. Haklısınız.
Kavgam, Hafiyenin El Kitabı, Masumiyet Müzesi ve hatırlayamadıklarım.
Yapı Kredi yayınlarının son çıkardıklarından Uyandığımda'yı okudum bu yakınlarda. Olmadı. Ben biraz anti ütopyaları, distopyaları falan severim. Hatta yeni bir kısa öykü yazdım, hafif ucundan anti ütopyaya değiyor, böyle içine gire gire, seve seve yazdım. Ancak Uyandığımda yalnızca basit öyküsü değil, aynı zamanda farksız anlatım şekliyle bence hiç de kıymet hak etmedi. Beğenmedim. Ondan önce Boksor Böcek'i okumuştum. Tek kelimeyle müthiş. Ama şunu söyleyim dili basit akmıyor ancak anlattığı konuyu öyle marjinal anlatıyor ki, bir şekilde içine giriyorsunuz. Ve hepsi ötekiler. Tüm kitap onlardan oluşuyor, siz de istemeden de olsa biriyle bile empati kursanız ötekileşiyorsunuz. Hoş bir deneyim. Öneririm.
Neyse böyle bir kaç ikinci dünya savaşı notlarından sonra biraz Kavgam'ı okumam gerektiğine karar vermiştim. Belki okuyanların bir bölümü bana kızacak ama öyle düz yazı ki, insanın gözleri yalnızca harfleri takip etse olur, beynin sabit kalsa yani, olmadı. Okuyamadım (Onu bir gün bitirmek yine de farz olabilir).
Masumiyet Müzesi'nin kapısında takıldım. İlk iki yüz sayfa oldu bu iş, bu kitap gidiyor diye bir günde falan alınan yolun üstüne, çakıldım. Bir arkadaşımın inatla eğer o zor yüz elli sayfalık yeri geçersen, yazar kitabın sonunda okuyucuyu ödüllendiriyor demesine rağmen. Takıldım.
Ve Hafiye'nin El Kitabı. Gidin koşun hemen alın. Yalnızca saat anlatımı için bile, muhteşem bir tarzı var. Kelimelerle oynaması, durum tanımlaması... gerçekten müthiş ama biraz öyküye mi inanmadım bilmiyorum. Veya dediğim gibi beni böyle bir türlü kavrayamadı. Veya ben kavrayamadım. Bilmiyorum. Ama hala başucumda duruyor. Bitecek yani, kesin. Yalnızca zamanı belli değil o kadar.
Ve işte bu kitap karmaşasının arasında dedim ki bari şu Mağden'in son romanını okumalı ve biraz anlatım görsün şu gözlerim. Etkilenmeyi özlemiştim. Olmadı. Nerede Ali'yle Ramazan. Sun beni kendine inandıramadı. Ve tek bir cümle üzerinde durmadım. İŞte bu demedim. Sun, yine bizim alt tabakadan Sun işte annesinin ismine inat (Güneş) adı Sun. Türkçe okunanlardan hani. Annesi bir şey başaramayınca anneannesi torunun adını ingilizce versiyonu olarak belirliyor. Belki böylesi uğur getirir diyor. Yıldızların peşinden koşan, hayal dünyasında yaşayan Sun için. Ama hikaye aslında neyi anlatmak istiyor ve hikaye boyunca ördüğü bu gizem perdesinin arkasındaki hiçlik...Kitap bittiğinde bir kaç sayfa daha olmalı hissi bıraktı bende. Neyse beğenmedim. Olmadı yani. Şimdi kalan yüz kitaptan hangisi okuyacağıma karar vermem gerekli. Sinek Isırıkarının Mükellefi en büyük aday, bir de Yedinci Gün var. Ve diğerleri..
Neyse Şubat'a kadar böyle devam edeceğiz. Düşe kalka. Şubatta kadınımın Tunus hikayesi elime değince, yine her şey değişecek. Yine bir sihirli değnek etkisi olacak biliyorum.
Omzumun üstünde mütereddit bir kuş sürüsü....
Omzumun üstünde mütereddit bir kuş sürüsü....

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder