30 Ekim 2012 Salı

..devam


*Sen al bunu böyle tut bir süre....diye başlayan hikayenin son bölümüdür...

Aynı yağmurluğu mu giyiniyorlardı? Of kafası iyice karışmıştı. Çalan telefonuna baktı. Nejla arıyordu. En yakın arkadaşı ve o telefonu açmayacaktı. Dolup taşan mesaj kutusunu da kontrol etmeyecekti, Maillerini de ve hiçbir telefonu cevaplamayacaktı. Onu durdurmaya yönelik, ondan vazgeçmesini isteyen herkese karşı en azından birkaç saatliğine bir duvar örmüştü kendince.
Aynı yağmurluktu. Kafası allak bullak olmuştu tabii de, bunu o gözlerini dikmiş, kolonun yanından kendine bakan garsona çaktırmaya hiç niyeti yoktu. Eliyle işaret etti, bir kadeh daha şarap istedi. Aslında en başından bir şişe veya galoun istemesi yerindeydi.
"Neyse" dedi.
Çantasının içindeki dev kutuyu ona nasıl vereceğini hiç hesap etmemişti. Gazeteci olmayı hiç hesap etmediği gibi veya modern dansa yazıldığında, suratına hayretle bakan annesine anlatacak bir hikayesinin olmaması gibi veya guaj boya kursuna ve bağlama kursuna gitmeye karar verdiğinde ve diğerleri.
"Maymun iştahlısın"
"Ee"
"Daha ne olacak, insan biraz mantıklı düşünür"
"Senin gibi mi?"
"Ne varmış bende"
"Onu diyorum işte, hiçbir şey"
Annesinin onu eleştirmesenden nefret ederdi. Bunu bazen o da yapmıyor muydu? Olsun varsın, kimse mükemmel değildi, çoğu zaman ona destek oluyordu. Bu yeterdi. Böyle bir zamanda her şeyiyle birine destek olacak birini bulmak kolay birşey miydi?
"Kendi şahsına münhasır bir yazar" demişti gazetedeki yazı işleri müdürü onunla ilgili.
"Biraz zor biridir ama doğru soruları sorarsan, istediğin cevapları alabilirsin" demişti tanışmalarına vesile olan o röportaja gitmeden önce. Bir de huysuzluğunu mazur görmesini söylemişti. Peki bunca yıldır bunu yapabilmiş miydi gerçekten, yoksa annesinin dediği gibi gerçeklerden kaçınarak mı ogünlere gelmişti?
Şimdi kendi kendine bu türlü soruları sormanın zamanı değildi. Çantası biraz daha ağırlaşmıştı sanki. Doğru karar mı vermişti? Tereddüt etmesi yersizdi, tabii ki doğru karar vermişti.
Tekrar çalan telefonuna baktı, Nejla ne kadar da ısrarcıydı. Neyse dedi.
Bunu cevaplayacaktı.
"Söylecek iyi birşeyin vardır diye düşünüyorum Nejla" dedi.


Gelmemişti.
Saatini bir kez daha kontrol etti. Tüm masalara tekrar tekrar baktı ve bara. Dar saten yelekli garson bir kez daha ona yaklaşmaya teşebbüs etti. Şaşkınlığını gizlemenin pek bir yolu yoktu anlaşılan.
"Nerede beklemek istersiniz?"
Beklemekten bahsetmiş midi?
"Fark etmez" dedi ve bir kaç metre ilerisindeki iki kişilik masaya yöneldi. Yıllardır giyindiği emektar yağmurluğunu çıkardı. O bu yağmurluktan nefret ederdi. Cebindeki cep telefonunu son bir kere kontrol etti. Hayır hala kimse aramamıştı. Son arananlardan ismini buldu, bir daha denedi.
Tam beş dakikadar üçüncü denemesiydi ve telefonu hala kapalıydı. Mail kutusu yanıp duruyordu. Mailleri kontrol etme zamanı değildi tabii.
Şimdiye kadar hiç geç kalmış mıydı? Hiç sanmıyordu. Buluşacakları yere her zaman erkenden giden o olurdu. Dakik olmaya her karar verdiğinde bile ondan önce oraya varmayı başaramazdı bir türlü. Ama bir kez bile surat asmamıştı kendine. Yalnızca bir kaç arkadaş toplantısında küçük küçük değdirmeleri hariç. Zaten onu o yapan bu özelliğiydi. Soğuk kanlı, heyecanını kolaylıkla bastıran ve hep düzenli. Kendiyle ilgili olan pek çok şeyin zıttı gibi, onu öyle kendine zıt olduğu için mi en çok sevmişti yoksa o sınırsız şevkatinden dolayı mı bilemiyordu tabii. Yalnızca aşk, çok hesap edilebilir birşey değildi. Aşk öyle hiç ummadığı bir zamanda sinsice yaklaşan bir hastalık gibi sarmıştı bedenini. O gün, üç yıl önce o bar taburesinde onu ilk gördüğünde. Hayatında kimseyi öyle sevmediğini hissetmek ne kadar zorsa işte, o kadar zor olacaktı onu kendi eliyle itmesi insanın. İnsan olmayı tekrar hatırlamak için veya sonu gelmeyen bir kavgayı bitirmek için değil tabi, artık zaruri bir şey olmuştu bu ayrılık Selim'in hayatında ve bazı şeylerin hesabını vermeye imkan yoktu tabii.
Ya Murat için ne demeli? Hiçbir şey. Murat için denebilecek hiçbir şey yoktu çünkü. Murat bu dar alanda hareketsiz kalandı. En azından onun bildiği kadarıyla öyle.
Az önce kendi söylememiş miydi? Aşk öyle hiç ummadığı bir anda yakalamıyor muydu insanı? Tabii doğru.
Onları her bir araya getirdiğinde gözlerinde gördüğü şey aşk değilde neydi peki? Murat yakın bir arkadaşı, en yakınlarından olmasa da, hatırı sayılır bir muhabbetleri vardı. İnsan kaynakları uzmanı arkadaşı, o iyi konuşmacı, zehir akıllı Murat, onu her yanında gördüğünde dili dolanıyordu. Bunu nasıl da bu kadar geç fark edebilimişti? Hayır aslında geç fark etmemişti. İlk gün o iş toplantısı için buluştuklarında masanın iki ucundan göz ucuyla bakıştıklarını fark etmişti. Her söz alışlarında birbirlerini ne kadar dikkatli dinlediklerini de, o sıkıcı iş toplantıları gelmeye ne kadar gönüllü olduğunu ve her gelmediğinde Murat'ın onu nasıl sorduğunu da.
Şimdi çekilme sırası kendindeydi. Aşk olduğu halde, o çünkü asla bunu itiraf edemezdi. Vicdani birşeydi. Onunla alakalı ve doğru olmayan. Aslı vazgeçmezdi, çekip gitmezdi. O yüzden kendi eliyle yollaması gerekecekti. Aşık olduğu kadını başka bir esaret için özgür bırakacaktı.
"Ne kadarda ironik"
"Pardon"
"Ah pardon size demedim, sanırım dalmışım"
Kadın gülümsedi, hayret acaba ne kadar zamandır oradaydı ve ona bakarak mı konuşmuştu? Hiç hatırlamıyordu.

"Biliyor" dedi Nejla.
"Neyi?"
Anlamıştı tabii de nasıl öğrenmişti. Hiç hazırlık yapmamasına rağmen nasıl fark edebilmişti.
"Yani, nerede şu anda"
Bilmiyormuş. Bu ne demekti? Hem biliyor olması hem de oraya gelmemesi ne demekti?
Biliyordu.
"Ne olacak şimdi", kendine ne olacağını değil ama nasıl durması gerektiğini otomatik tüfek gibi ardıardına sıralayan Nejla'ya
"Sana sormamıştım" dedi. Hakikatten, ne olacaktı şimdi? Artık bu aşamaya geldikten sonra nasıl gidecekti. Ayrıca bu kadar yüreksiz olabilir miydi? Sinirlenmemesi lazımdı ama oraya bile gelmemişti. Kendiyle yüzleşmemişti, eğer istemiyorsa da ona söylememişti. Aslında çok iyi hatırlıyordu onu defalarca yüreklendirmişti, biraz da o yüzden.
"Onun yüzünden diye onun arkasına saklanma Zeynep, sen bu sorumluluğu taşıyacak yaştasın" annesi öyle bir çıkışmıştı ki ona. Küçük kardeşini bisikletin arkasına bindirdiği için de, onu yokuş aşağı sürdüğü için de, bir ağaca tosladıkları için de kızmıştı. Ne olacak ki, ufak bir diz yarası, kabuk bu hemen düşer ya.
"Onun yüzünden" demişti sırf korktuğu için. Halbuki o risk almasını her zaman bilirdi, severdi.
Şimdi yine o ağaca toslamış gibi hissediyordu. Tuhaf.
Biraz da yük mü kalkmıştı üstünden?
Biraz.
İçinde büyük bir boşluk olmamış mıydı acaba, yoksa her şey daha çok mu yeniydi?
Bir önemi yoktu tabii.
"Ne kadar da ironik"
Pardon dedi, yan masada oturan adamcağız kendiyle mi konuşuyordu. Onun deli gibi kendi kendine söylendiğini mi fark etmişti yoksa.
Adam gülümsüyordu. Dalgın bir adamdı her halinden belli. Zeynep de gülümsedi. O da mı birini bekliyordu.
Tabii ki bekliyordu. Yoksa deli gibi orada tek başına koca masada oturmanın alemi neydi?

İkisi de önlerine döndüler. Selim az sonra hayatında ilk defa bir şeye geç mi kaldığını yoksa erken mi davrandığını çözmeye çalışıyordu.
Sıcak bir türk kahvesi bu sefer her şeye çözüm olabilir miydi?
Yan masaya döndü, o da kendi gibi yalnız görünüyordu.
Zeynep ondan önce davrandı, kendine doğru yaklaşan sevimsiz garsona
"İki acı türk kahvesi" dedi.

SON.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder