The ImposterBelgesellerdeki genel havanın aksine, hiç de izleyiciyle arasına bir mesafe koymuyor, bir öğretmen öğrenci ilişkisi veya öyküleme eksikliği de hissetmiyorsunuz. Bir an bile. Bart Layton'un işi ustaca kotardığını söyleyebilirim tabii.
Polisiyeye olan ilgim tabii ki benim yaşıtlarımın bir çoğu gibi sayın Fletcher'la Cinayet Dosyasından (Murder, She Wrote) - bu arada bu orjinal ismini de 2 saniye önce öğrenmiş bulunmaktayım ve gayet yakışıklı bulduğumu da söylemek isterim -
geliyor ve evet ben katil uşaklı hikayeleri ve ters köşeleri çok severim.
Eğer bana mantıklı bir son vermeseniz bile, mantıksız bir sona her zaman fitim.
Hay anasını... lardan çok hoşlanıyorum ve açık ağız böyle -e ne oldu? şimdiler'den nefret ediyorum.
Yönetmen kendine göre çizmese de, ben, kendime göre bir son yazmalıyım. Yani en azından yönetmen o demokratik hakkı bana tanımalı diyenlerdenim. Neyse.
Belgesel tarzında bunun ne kadar imkansız olduğunu söylememe gerek yok tabii ki. Yani ucu açık bir demokrasiye veya sonu izleyici için tahrip etme durumu mümkün değil.
Belki biraz da bu yüzden, biraz de genel öğretici havanın benim üzerimde yarattığı o gerginlikten, az belgesel seyrederim (Seyrederken kendimden geçtiğim ve evet çok sevdiğim doğru olabilir, ama tercih etmememin altında yatın gerçeği öğrenmek hakkınız değil mi? )
Belgesel, işin biraz resmiyeti, fotoğrafın gerçek manada hareketli hali ve bir de şahitli olma durumları falan.
Ve sinemadan kopmak istemediğiniz anda sarılacağınız bir öyküyü bulmak genelde zordur. Veya gerçek sizi rahatsız ettiği zaman kendinizi başka bir şeyle oyalayamazsınız. Çünkü tamamen gerçekleri izlemektesiniz. Ve filmlerin, kahramanlık hikayelerinin aksine hayat size her zaman belirli bir sonla gelmeyebilir.
Yani daha açık konuşmak gerekirse eğer, Holmes-lar veya Fletcher-ların çözemeyeceği bir dosya bu.
Mutlu mutsuz son mümkün değil, diyorum.
Size sonuyla ilgili bir şey söylemek istemiyorum. Ancak türkçeleştirilmiş isminin gerçekten çok daha güçlü olduğunu söyleyebilirim.
Ve öyle bir tuhaf ki, gerçek bir hikayeyi gerçek insanların ağzından dinleme şansına ve bir de hayretlik bir hikayeye şahitlik yapma şansına sahipsiniz. Tüm tuhfatlıklarına ve yarım kalmışlığına rağmen.
Kaçırmayın derim.
İddaya göre, Teksaslı bir ailenin en küçük oğlu olan Nicholas Barclay 14 yaşındayken ortadan kaybolur . Tüm ailesinin bütün aramaları ve onu bulma çabalarının yıllarca hiçbir sonucu olmaz.
Herkes tam umutlarını kestiği bir zaman, yani yaklışık 3,5 yıl sonra İspanya'dan gelen bir telefonla her şey değişmek üzeredir.
Kaybettikleri zaman sarışın mavi gözlü 13 yaşındaki Nicholas bulunmuştur.
Hem de İspanya'da.
Esmer, kahve rengi gözlü ve yirmi üç yaşındadır.
Bir sahtekar.
Peki ya bir sahtekar için bu kaybolma hikayesi aslında bir başka hayat şansıysa.
Peki ya başkaları ondan daha büyük sahtekarsa?
Yalanla dolu bir hikayede belki de kandırılan yalnızca sizsiniz.
Hikayenin gerisi sizin :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder