Aslında bu kadar fantastik hikayelerin yaşandığı ve fantastik açıklamaların yapıldığı bir ülkede, zamanda insan sinema ile gerçekliği bazen birbirine karıştırabiliyor. Haklısınız.
Bazen hangisinin daha gerçek hangisinin bir senaryo olduğu anlaşılmayabilir. Ve kimbilir belki herhangi bir gelecekte, geçmişimizi düşündüğümüzde kurgusal olanı anılarımız sanabiliriz.
*Mesela üniversitesine 3500 tane askerle giren bir başbakan, fantastik bir film kahramanından başka ne olabilir ki?
*Yüzlerce öğrencinin cezaevlerine tıkılması kıyamet sonrası teorilerinden biri değil mi sizce de?
* Bütün görsel ve yazılı basının tek bir elde toplanması ve yönetilmesi, büyük biraderin durmadan bizi gözetlemesi, anti ütopik bir gelecek tasarımı değil de ne?
*İşsizlik oranının bu kadar yükselmesi karşısında hareketsiz kalan onbinler ve açlık sınırının genişlemesi ve bunlara rağmen iktidarın tekrar ve tekrar %50 oy alabilmesi, "They Live" filminden kalma uzaylıların etkisi altında olmanın bir işareti değil mi?
Aslında her şeyi bazen bir kenera bırakmak gerekiyor haklısınız, bazen yalnızca sinema insana iyi gelebilir. Belki bazen daha kötüsünü görmek şu an için şükretmek anlamına da gelebilir, bu da muhafazakar sinema olarak yerilebilir ancak bence hepsinden çıkabilecek başka bir anlam var. Bugün o yüzden populer olan the day after tomorrow veya armegedon veya onun gibilerden bahsetmeyeceğim. Ama bilim kurgu ve fantastik sinemada bende iz bırakanları biraz anmak istiyorum.
Ortaya karışık olarak..
Dün The Bay (2012) filmini izledim. En sevdiğim kıyamet teorilerinden biri. Kaynağı en başta belirsiz gibi görünen bir virüs, bakteri yayılıyor ve ilk önce tüm deniz canlılarının sonra insanların hızlı ve acı çekerek ölmelerine neden oluyor. Amerika'da küçük bir sahil kasabasında başlayan hikayenin 4 Temmuz gününe denk gelmesi de oldukça manidar. Ama filmde yalnızca kamera görüntülerini kullanılması (telefon,güvenlik, araba, sokak, tv çekimi, gizli kamera..) gibi ve tam olarak kimsenin hikayesi olmaması güzel bir kafa. İzleyici kimseyle empati kurmuyor ve kimseden direkt nefret etmiyorsunuz. Ancak iyi bir öykü olmasına rağmen yine de bazı yerlerin kısır kaldığını vurgulamak isterim. En sevdiğim konulardan biri olan bu bilim kurgu filmi biraz da o yüzden bana ondan önceki ustalarını anımsattı.
The Happening, doğaya dönen bilim kurgu yüzü, bize doğanın kendisiyle can vermişti veya Cloverfield'da başlayan bir gençlik hikayesi, hızla bir istilaya dönüşmüştü ve hareketli kamera bizi hikayeye biraz daha inandırmıştı. The Mist keza dinin muhafazakar ve dogmatik yönünü sorgulayan mistik bir film olarak hafızama kazınmıştır, aynı etkiyi yine bir Shyamalan filmi olan The Village da bana göre toplum düzenine karşı gerçekçi bir bakış açısıydı ama bilim kurguyla alakası olmadığndan onu geçiyorum. Ancak yine de The Village'ı eğer izlemeyen varsa tez zamanda bu açığı kapatmalarını ve Shymalan'ın en iyi filmini görmelerini öneriyorum. Kırmızı renge olan toplum yaklaşımı da dillere şayandır, bilginize..
Neyse aslında bilim kurgu denince akla gelen Blade Runner, Stalker veya Aliens gibi kültlerden bahsetmek istemiyorum veya Star Wars/Trek veya Geleceğe Dönüşler... hepsi kendi alanında çok başarılı filmler ama benim gözümde mesela 28 Days/Weeks Later gerçekten kıyamet sonrası hikayeleri için büyük bir öneme sahip. 28 gün sonra filminde, Jim'in yattığı hastane yatağından büyük bir sessizliğe uyanması ve her şeyden bihaber olması, hastane odasının camından baktığı dünyadaki yalnızlığı ve çaresizliği ve o sokaklarda tek başına hiçbir şey bilmeden yürümesi ve aynı anda arkasında, çevresinde büyüyen tehlike seyirciye görsel bir ziyafet çektiriyordu. Zombi filmlerinin meraklısı olmayanlar için bile, Danny Boyle'un gerçekçi atmosfer oluşturmaktaki başarısı tartışma götürmezdi. Yine kıyamet sonrası hikayelerinden olan Contagion yalnızca yıldızlı kadrosu ile değil, kıyametin 2. günü ile hikayeye başlayıp, gün be gün ilerlemesi ve yine gerçekçi çekimleriyle ilgi odağı olmuştu. İnsanlar arasında hızla yayılan ve kaynağı belirsiz virüs karşısındaki çaresizliği çok güzel bir dille anlatan filmin 1. gün ile bitmesi ise güzel bir süprizdi, yine bence.
Ve The Divide, aslında dışarıdaki dünyada yine nedeni belirsiz bir şekilde patlayan bir kimyasal bombanın dünyanın sonunu getirmesiyle başlayan film, bu kıyamet hikayesinden çok bize bir mahzende kilitli kalmış insanların nasıl çileden çıktığını ve birlik beraberliğin nasıl bir Mercan adası hayali olmadığını anlatan nitelikli bir filmdir. İktidar savaşı için insanların kendi somut koşullarının değişmesine aldırış etmemeleri ve o baskın egonun fiziksel koşulların ötesinde bir güce sahip olduğunu gösterir izleyiciye. Mahsur kaldıkları kapının arkasında patlayan bir kimyasal bomba ve sona eren hayata karşılık, asıl yaşanan cehennemin içeride, insanların yaşamak için oluşturdukları mahzende olması biraz düşündürücüydü doğrusu.
Bir İngiliz filmi olan Monsters da hem çekim kalitesiyle hem hikayenin gerçekçiliğiyle akılda kalanlardan bir tanesi. Farklı sınıflardan gelen iki yabancının birbirini tanıma hikayesinin işlendiği değişik bir kıyamet filmiydi. Bir filmin iyi olması için büyük bütçeli olması gerekmediğinin ispatı niteliğindedir Monsters. Gerçekten ağızda tatlı bir tat bırakan bu filmi de izlemeyenlerin tez zamanda görmelerini öneririm.
Yine The Road filmi kıyamet sonrası bir baba kızın hayatta kalma hikayesinin nasıl başladığının bir önemi yok. Dünyanın nasıl o hale geldiğiyle bile ilgilenemiyor seyirci. Asıl önemli olan, hiçbiri kahraman olmayan insanların tutunma çabası. Viggo Mortensen'in hayat verdiği baba, kızının gözündeki tek kahraman yalnızca ve en büyük yoklukta bile gidilecek bir yerin olduğunu, mücadele etmekten vazgeçmemek için her zaman bir neden olduğunu gösteren, umut veren bir film The Road.
Lars Von Trier'in Melancholia ise yine favorilerimden biri olmuştu. Dünyaya hızla yaklaşmakta olan bir başka gezegenin getireceği bir sondan daha çok, sonu gelmekte olan dünyadaki yüzeysel, sığ ve yalan ilişkiler üzerine ve onların gerçekliği üzerine, cesaretin ne olduğu üzerine veya inancın, muhteşem bir filmdir. Yalnızca son sahnede kurgusal oluşturdukları çadırın altında tereddütsüz durmalarının verdiği abartı hissi dışında her şey o kadar şiiresel ve bir o kadar teatral işlenmiştir ki, büyülenmemek söz konusu değildir. Korkakların cesurlaştığı, cesurların maskelerinin düştüğü bir ayakta kalma hikayesi de diyebilirz. Toplumsal bir zorunluluk olan klasik bir üst sınıf evlenme seromonisiyle başlayan film hızla tüm ahlaki perdelerin devrilmesine tanıklık ettiriyor seyirciyi. Ve bu yalnızca dünyanın yaklaşmakta olan sonuyla ilgili değil, ayrıca bu kostümlere ve zorunluluklara bir dayanamama hikayesi.
Yine benzer filmlerden biri olan Another Earth ise ilk filmini izlediğim Brit Marling'in yaratıcı kaleminden çıkmış güzel bir öykü. Dünyanın aynısından bir tane daha bulunsa ve o dünyada sizin tıpkınız bir yansımanız olsa ve o dünya hızla size yaklaşsa ne yapardınız. Ve hayatınızda, geçmişinizde değiştirmek istediğiniz çok büyük bir utancınız var, bir ömürboyu bunun ağırlığıyla yaşamak zorundasınız veya değilsiniz, kimbilir belki size başka bir seçenek şansı daha sunuyor bu son, bu son fikri. Another Earth yine düşük bütçeli ama başarılı bir film.
3 tane ayrı hikayeden oluşan Doomsday Book ise 3 ayrı kıyamet hikayesin anlatan yaratıcı bir film. Yedikleri etteki virüsten dolayı çıldıran insanların hikayesi birinci bölümü oluşturuyor, besin zincirinin halklarının bu çıldırış da nasıl yer bulduğunu anlatıyor; ikinci hikaye ise insanlar mı daha gerçek yoksa bir robot mu. Peki insanın kendi eliiyle yarattığı bir robot, insan zekasını geçebilir mi, peki ya tanrı olabilir mi, sorusunu cevaplıyor ve üçüncü ve benim favorim olan hikayede ise, dünyaya hızla yaklaşmakta olan meteor veya gezegen sizce ne olabilir. Dünya nüfusunun çoğu ölümle yüzleşmek üzere, kaçabilecek yerleri olanlar sığınaklarına koşuyor. Peki orada ne kadar dayanabilecekler. Ya peki o meteorun!! dünyaya yaklaşmakta olması ya senin küçük bir internet siparişinle gerçekleştiyse.. Güzel bir Güney Kore filmi, bilginiz olsun.
Eski bir film olan Water World gerçekçi bir gelecek tasviri olmasına rağmen iyi yönetilmemiş bir filmdi bence ama Reign of Fire'ın (kesinlikle Christian Bale'e kıyak geçmiyorum) ejderhaların dünyasına sıkışmış olan insanların hayatta kalma mücadelesi bir kenera, aptal amerikanlıların aptal politikalarını yeren ve hiçbir koşulun onların cehaleti ve nobranlığı üzerine bir etki yapamayacağını gösteren eğlenceli sahneleri için bile izlemeye değerdi.
Miniroty Report yine geleceğin dünyasında, suçu önceden belirleyip cezalandırma uygulamasının doğruluğu üzerinde duruyor. Suçu önceden tespit etmek gerçekten işlenmesi anlamına geliyor mu sizce de. Ya insani olan her şey hatalarımızla birlikte varsa ya kahinlere hiç ihtiyacımız yoksa ve suç ve hata ve eksikliklerimiz bizi daha doğru yapıyorsa gibi soruların üzerinde duran başarılı bir distopik filmdi.
Hemen buradan atlayacağım Butterfly Effect ise mükemmel gelecek tasarımının asla olamayacağı üzerine bir film. Hiçbir şeyi mükemmelleştiremeyeceğimizi kabul etmemiz gerekebilir. Doğru insanla doğru ilişkiyi yaşamanın hiçbir yolu olmayabilir veya o yalnızca doğru insan olmayabilir.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind ise şu hayatta bazen gerçek kılmak istediğim tek film olabiliyor. İnsan acıya bir nokta sonra hiç dayanamayabilir. Birini en çok ne kadar sevebilirsiniz? Michel Gondry'nin muhteşem yönetmenliğinde Joel Barish aşkın ona verdiği acıya daha fazla dayanamayacağına karar veriyor ve hayatının tek aşkını tüm hafızasından sildiriyor. Clementine'i. Bu işlem sondan başa doğru işliyor. İlk önce yeni anılar sonra daha eskiler ve sonra yok oluyor. Hikaye asıl olarak bir birlerinden vazgeçmemeye karar veren ikilinin tekrar birbirlerine tutunma hikayesine dönüşüyor.
Biraz ağırlıklı bilim kurgulara dönersek yine John Carpenter'ın They Live filmi, en şahane senaryolardan birine sahiptir. Muadilleri de vardır aslında sinema tarihinde ama bir uzaylı istilası altında bir iktidar savaşını ve iktidar araçlarını tüm çıplaklığı ile veriyor film. Yavaş yavaş insanları kimliksizleştirmeye çalışan uzaylıların kullandığı sloganlar bugünün dünyasına da hiç yabancı değil. Düşünmeyin, sorgulamayın, yiyin, için, yatın... cinsinden. Size de tanıdık geldiyse eğer filme de göz atmanızı öneririm. Eskimeyecek filmlerden bir tanesi.
Yine iyi bilim kurgulardan sayılar The Day The Earth Stood Still'i ben pek sevmem doğrusu.
Vanishing on the 7th street, ilgi çekici bir başlangıç yapsa da, insanların bir anda kaybolmaya başlamaları ve karanlık arasıdaki ilişkiyi iyi bağlayamamış filmlerden bir tanesi bence.
12 Monkeys en iyilerden sayılmakla beraber, The Fifth Element, The thing, Gattaca ve yine bunların arasında en favorim olan Dark City kesinlikle ölmeden hatta yaşlanmadan izlenmeli. Truman Show'u andıran Dark City gerçekten hem kurgusal hem konu bakımadan güçlü bir film. Dünyanın düz ve metalik bir tepsiye dönüştüğünü düşünün. Kaçabilecek hiçbir yeriniz yok ve sınırlar sizin her tarafınızda. Kimsenin bir geçmişi yok, tüm geçmiş yalancı günün gece saatlerinde yer değiştiriyor. Geçmişi olmayan insanlar sizce geleceğe sahip olabilirler mi? Bir başka anti insanlaştırma filmlerinden bir tanesi..
Ve en son olarak benim diğer favorilerim;
Anti ütopya hikayelerinden uyarlama olan filmler gerçekten edebiyatta da önemli bir yere sahipler. Gelecek kurgusu belki yazılanlar kadar karamsar olmayabilir ama bir bakış atmaktan zarar gelmez çünkü sanatın, düşüncenin hatta üremenin sınırlandığı, yasaklandığı bir zamana o kadar da yabancı olmadığımızı düşünüyorum
Equilibrium ve Never Let Me Go ve Matrix ve 1984 (ilk önce okunmalı tabii) ve güçsüz bir senaryoya sahip Looper izlenmeli..
İnsan tarlaları, renklerin, parfümün, tablolalır yasaklanması, peki hangi dünya daha gerçek sizce. Kablolar arası geçiş yapabiliyoruz ve insan orduları, yığınlara dönüşmüş omurgalılar yalnızca. Bir ses durmadan tepelerinde, onlara ne yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını söylüyor ve her zamanki gibi insanın doğasına aykırı bu insani durumda bir isyan, bir başkaldırış var. Birileri bozdukları düzeni yine eskiye çevirmek istiyor. Ya bir gün her şey için geç kalınırsa,ya yıkması yüz yıllar alan hayatlarımız, tek kalemde tekrar kazanılmazsa..
The Island ve Repo Man ve K Pax ve In Time (iyi bir konu ama güçsüz senaryo örneklerinden kendisi), Fountain vs...
Ayrıca toplumsal eleştiri yönünün ağır bastığı en iyi bilim kurgulardan biri olan District 9, yasaklı bir bölgeye tıkılmış uzaylılar ve Nijeryalılar. Hangisi daha ürkütücü. Ve biz dünya insanları, uzaylıları bile sınıflandırabiliyoruz ve faşist politikalarımızı onların üzerinde bile gerçek kılabiliyoruz. Bu yalnızca bir sinema filmi değil bence. District 9 aynı zamanda, sınırsız baskı, korku ve otoritenin filmi. Onlar, yani yabancılar mı daha çok tehlikeli dersiniz, bence filme bir göz attıktan sonra tekrar konuşabiliriz.
Unutmadan Moon filminden de kısaca bir not düşmek istiyorum. Kimin daha çok insan olduğu üzerine. Kimliğin doğuştan bir hak olup olmaması üzerine, Never Let Me Go'nun korkunç hikayesini anımsatan Moon filmi, tek başına bir "insan"ın uzayın sonsuzluğunda hayatta kalma mücadelesi. Kaçırılmamalı derim.
Bilim kurgu sinemasından sevgilerle...
.gif)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder