9 Nisan 2011 Cumartesi

Hiç varolmamışçasına


Petrol yeşili, parlement mavisi ve siyah... Gecenin en karanlığı, denizin en koyusu, yeşilin en solmuşuydu.
Dipsiz bir kuyu, erimiş asfalt, akmış mürekkep ve benzerleri.
Hepsinin değdiği yer onun kömür karası saçlarıydı.
Tırnak uçlarından dökülmüş olan gri ojelerine baktı. Pürüzlü ellerine. Bir gün önce de bu kadar yaşlanmış duruyorlar mıydı? Emin değildi.
Henüz 14 yaşındaydı. Çocukluk ve gençlik arasındaki o ince çizgi, gün ışığında baktığında, renklerin arasındaki belirsizlik gibiydi. Tam olarak nereye konuşlanmasını bilemeyen bir asker gibi veya meydandan hemen kaçması gerektiğine inanan ama yine de arkasında bıraktığı anasında aklı kalan bir çocuk gibiydi.
14 yaşını hiçbir yere oturtamazdı insan. Omuzlarını dik tuttuğunda yeni olgunlaşan göğüslerinden utanır, kambur durduğunda ileride Notre Dame’e benzemekten korkardı. Fazla gülmek onu hafifleştirebilirdi, somurtmak ise bir kibir simgesiydi.
Sadece derslerine çalışsa inek yaftası yerdi, kafasını biraz dışarı doğru kaldırsa ise aklı havada yaftası. Doğrularını kendi oluşturamayacak kadar çocuktu, ufak hatalarının bedelini ödeyecek kadar da olgun.
Çirkin ellerinden utandı. Tırnaklarının içine dolan toprak parçalarını çıkarmaya çalıştı. Zaten onu kimse tanımıyordu. Dizlerinin üzerinde durmaktan bacakları uyuşmuştu. Eliyle topraktan destek alarak ayağa kalktı. Yabancı kalabalığın içindeki insanların gözlüklü yüzlerini, siyah giyinmiş bedenlerini, baş örtülerini, şapkalarını, boyunlarına dolanmış flarlarını, parmaklarındaki koca taşlı yüzüklerini, çenelerinden damlayan göz yaşlarını izledi. Eliyle yüzüne dokundu. Bir parça ıslaklık aradı. Belki de farkında olmadan ağlamıştı. Ama hayır, kuru cildi olması gerektiği gibiydi. Şimdi bir de yüzünü toprakla lekelemişti. Elini silkeledi, ayalarında kalan toprağı üstüne sildi.
Ademoğullarını, havvakızlarını düşündü. Onların hepsi kendisinden farklıydı. Onlar ölümü çok ciddiye alırlardı. Gülümsedi. Ölüm üzerine ne kadar da çok şey yazılmıştı. Bu bir ikiyüzlülüktü. Yan yan kendine bakan adama dikti gözlerini. Halbuki rahatsız olmamıştı bile. Hiç de sinirli değildi. Nereden geldiğine kimseyi inandıramazdı ki.
İnsanlar ne kadar da garipti. Halbuki O öylemiydi. Burada 14 denmişti ama onun da aynı kendi gibi yaşı yoktu. Yaşı olmayan biri için ölüm nasıl olurdu? Ölüm yoksa bu insanların bu sahte, yalan gözyaşları nedendi? Bilmiyordu. Adamın okuduğu dua yükseldi. Ağaçların arasından, kuş cıvıltılarından uzak gök yüzüne karıştı. Kuşlar neden mezarlıklara hiç uğramazdı? Kargaları düşündü. Bir tek onlar sadıktı. O’nun en sevdiği kuştu.  İnsan ömründen uzun bir ömür. Kaç neslin çirkinliklerine, ihanetine şahitlik etmişti. Bunların üstüne ondan nasıl serçe olmasını beklerdi bu adem-havva oğulları.
İnsanlar gerçekten çok garipti. Tarihleri vardı güya hatırladıkları. Hergün unutarak yaşamayı tercih ettikleri. O’nun dediklerini hatırladı.
“İnsanlar şarkıların en çok nakaratlarını sever” derdi.
Yeni olanı ezberlemek, değişime ayak uydurmak bu yüzden zordu. On yıllar geçse de sonunda aklında kalan bir tek nakarat olurdu. Sinirlendiğinde “aynı nakaratı okuma” derdi insanlar ama hiç bıkmadan yalnızca aynı nakaratı okurlardı. Tarih dedikleri ne kadar da işlevsizdi. İnsanların kendileri gibi, yarattıkları şeyi de kendilerine benzetmişlerdi. Kendine bakan adamın yüzüne baka baka önünden geçti. Adam artık kendini görmüyor gibiydi. Oysa ki o, onun stresten dikleşen omuzlarını, yutkuduğunda boğazının nasıl hareket ettiğini görebiliyordu. O adam onu tanıyordu. Sıkılmış yumrukları her an bir darbeye dönüşebilirdi. Oraya hiç gelmemesi gerekti. Gecenin karanlığında, dipsiz bir kuyuda aslında ona çoktan veda etmişti. Ağır adımlarla çıktı kalabalığın içinden. Yine aynı ağır adımlarla yürüdü ve ayrıldı mezarlıktan. Ölüm kokusunu içine çekerek, rüzgarın soğuğunu yaralı yüzüne çarptığını hissederek, lastik botları çamurun içine bata çıka, ellerini iki yanına açıp, birşeyler bekliyormuşçasına ayrıldı mezarlıktan. Sanki hiç varolmamışçasına.....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder