4 Nisan 2011 Pazartesi

Bir iki üç.... ATLIKARINCA anti-"insan"/insan hikayesi


Gözlerimi kapatıyorum, tekrar tekrar denizin ortasındaki balıkçı teknesinin görüntüsünü görüyorum. Ulaşılmazlık ve çaresizlik hissi. Üstüne bir de yalnızlık biniyor. Denizin üstündeki balıkçı teknesi, ufuksuzluk, hepsi birden kadrajın içinde. Üstüne bir de boş güvertesi ekleniyor.
Benim omzuma ekleniyor oturduğum sinema koltuğunda. Bir kaya gibi. Yer yer nefes alamıyorum.
Kadın olmanın, erkek olmanın, çocuk olmanın, insan olmanın anlamının yittiğini hissediyorum. Cinsiyetsizliğe, yaşsızlığa, biraz da kimliksizliğe bürünüyorum. Aslında en çok utanıyorum. Benim topraklarıma ait, tanıdık birşeyler görüyorum şivesinde, sınıfında, cinsiyetinde. Utanıyorum. Arın, ahlakın, edepin yok olması neyin belirtisi? Eski zamanlara dönmek istiyorum. Umutla hatırlamaya çalışıyorum. Yaşımın yettiği kadarını, gözümün gördüğü kadarını anımsamaya çalışıyorum. Olmuyor. Anlatılanları düşünüyorum, başka topraklara gidiyorum. Başka dinleri, başka dilleri düşünüyorum. Olmuyor. Okuduklarıma sarılıyorum. Belki orada bir kaç satır arasında diye umuyorum. Birşeylerin bu kadar kirlenmediği, şiddetin etkisinin bu kadar karanlık olmadığı bir zaman dilimi tezahür ediyorum. Yalancıktan. Kendi kendime maval okuyorum. Eziliyorum. Kendi tarihinden utanır mı insan? Hangisinden daha çok emin değilim. En çok hangisi olabildim. Bir kadın mı? Kız çocuğu mu? Yoksa bir insan mı? Etrafıma bakıyorum. Kelimelerin içleri boş.
Kadın susmuş, çocuğun duduklarından sessiz çığlığı dökülüyor. Gözündeki yaşla ahenk içinde. Salya sümük, bir rüya tadında okuyor önündeki romanı. Bu roman yüzlercesinin, binlercesinin sesi sanki. Araladığı dudaklarından dökülen sözler
“bunu hak edecek ne yaptım? Bilmiyorum” diyor. “anneme bakmaktan utanıyorum, bana kızmasından korkuyorum” diyor. Bir banyoda, kapısı bozuk bir banyo aralığında, küvetin muşambasının yarım görüntüsü. Kirli temiz fayansların yansıması. Arka fonda yalnızca bir su sesi. Hani su sesi insanları iyileştirmek için kullanılmıştı tarihte. Bu su sesi, oturduğum koltukta beni sakinleştirmiyor.
Kız konuşmaya devam ediyor, “canım yanmıştı, onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım, canımın yanmasınu umursamadı..” diyor. Devam ediyor;
“ellerimle onu itmeye çalıştım. Böyle olunca birbirimizi daha çok seveceğimizi söyledi. Ellerimle uzaklaştırmaya çalıştım. Ellerimin ardındaki babamın yüzüydü”. Benim en korunaklı bölgeme saldırıyor. Tırnaklarımı geçiriyorum üstünde oturduğum koltuğun yanlarına. 32 yaşımdayım. Hayatımda ilk defa bir filmi izlemeye tek başıma gittim. Pişman oldum. Birinin omzuna ihtiyaç duyuyordum. Korktum. Etrafıma bakmadım bitiş jeneriği akarken. Işıkları yanmış bir sinema salonunda ayağa kalkmak için yeterli gücü toplamayı çalıştım. Şakaklarımda mıhlanmış bir baş ağrısı. Gözlerimi sonuna kadar açtım. Yaşların dışarı akmasına izin vermemek için. Sessizce yan koltuğa bıraktığım çantamı aldım. Bir tüm gecelik uykuma malolacak Atlıkarınca filminden çıkarken, herkes adına bir kez daha utandım.
Sessiz evlere, hastalıklı beyinlere, ürkeklere, suçunu kabul etmeyenlere, tacize uğrayanlara, tecavüz edilenlere, hakkını savunmaktan aciz durumda olanlara, hakkının olduğunu bilmeyenlere, en başta çocuklara ve kadınlara ulaşmasını diledim, diliyorum.
Bu gerçeği, bize bu kadar mesafeli ve aynı anda bu kadar içeriden verdikleri için İlksen Başarır’a ve Mert Fırat’a binlerce teşekkür ediyorum. Elinize sağlık. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder