4 Mart 2011 Cuma

83. akademi ödüllerinin hazin sonu

Az dalda oscar adaylıklarına, az film galibiyeti damgasını vurdu. Ne kadar popüler olursa olsun (kendi sohbetlerimiz arasında bu durumu eleştirerek geçiştirdiğimiz duyrulur) bir yıldır yine de gizli bir heyecanla belki bu sene iyi bir sonuç çıkar, belki bu sene hakkıyla bir konuşma olur diye umdum.
Sonuç: akademi yakışanı, koca bir sıfır.
Bu sırada en iyi belgesel film ödülünü alan Charles Ferguson'ı muaf tutuyorum (kendisi az da olsa hakkıyla belirtmiştir, ekonomik kriz ve hiçbir yöneticinin ceza almaması gerçeğini), elle tutulur bir tepki yoktu.
Varsın olsun diyerek geçiştirebilir miyiz? 
Sanırım evet. Ama nereye geçiştirdiğimize baktığımda, görebildiğim de aynı şekilde koca bir sıfır.
Filmler içinde King's Speech'in ödüle layık görülmesi, on filme adaylık verilmesi kadar saçmaydı. Kime gülücük dağıtacağını, hangi şirkete daha çok kazandıracağını şaşıran akademi; pasif, tepkisiz, tembel, apolitik bir hayatın gerçekliğini koca bir başarı edasıyla sunup, şeker tadında oscarı eline tutuşturdu.
Sadık sinema izleyicisi bunu yedi mi? Umarım hayır. 
En azından kendi adıma ben yemedim.
Son zamanlarda çıkan haberleri göz ardı erdersek (özellikle Natalie Portman ile ilgili haberleri kastediyorum) bu sene dağıtılan oyunculuk ödüllerinin hepsinin hakkıyla dağıtıldı. Daha ilk fragmanını izlediğim zaman bildiğim Christian Bale ve Colin Firth performansı gerçekten çok başarılıydı. Bu da dünya sinemasında performansa dayalı filmlere doğru bir gidişata işaret olabilir.

Inception'ın arada kaynatılması, oscar verilmeyecek yönetmen filmlerine birini daha eklemiştir kanımca. Christopher Nolan'ın hiç aday olmamasını konuşmak dahi istemiyorum. Öfkem çok büyük. 
Peki bunun dışında neler vardı?
Demekki yaratıcı zekaya, iyi kurguyu, gerçek/hayal karmaşasına bakmayacağız, neye bakmamız gerekiyordu?
Yalnızca çıplak gerçeğe. Bir 1969 klasiği olan Coen kardeşlerin yeniden uyarlaması True Grit en fazla dalda oscar adayıydı. Toplam 10 dalda.
Kaç dalda oscar aldı? 0  
Bu acaba artık Coen kardeşlerin oscar geleneğinin dışına çıkmak istemesiyle mi alakalıydı, yoksa Coen kardeşlerin karanlık anlatımına inat, bugünün politikasının daha bir şeker pembesine ihtiyaç duymasıyla mı?
Artık bu sorunun cevabını alenen vermek istemiyorum. Ancak yine de şunu belirtmeden geçemeyeceğim, benim hayatım da gerçek olan, kekeme bir kralın etkisiz dünya savaşı hikayesinde, anlamsız bir konuşma yapması değildir. Sırf bu yüzden piyanisti sevmediğimi hatırlıyorum. 
Benim hayatımda gerçek olan, hayal kırıklıkları, umutsuzluk, sadakatsizlik, vazgeçme, oyuna gelme, tembelliktir. Herşeyin antitezini kendi içinde barındırdığı gibi, bu insanı koca bir karanlığa sürükleyen aldatmaca değildir. Sırf bundan nice başarı öyküleri çıktığını biliyorum, yine de koca bir çoğunluğun bu karanlık içinde kaybolduğunu bildiğim gibi. Ben ikisine de gerekli ve gerçekci ölçüde ihtiyaç duyuyorum. Bana kurgusal bir masal anlatmadıktan sonra. Bu kandırmacaya kim inanacak ki? Bilmiyorum.
Ben bu dünyada yaşıyorum, siz?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder