Kuzenle yıllardır gerçekleştirmeyi beklediğimiz ve ertelediğimiz hayallerimizden bir tanesi. Ben çoğu zaman bu oryantal şehre zaten mistik bir hava yüklüyorum ve hayalperest bir biçimde aşığım. Şu dünyada bir kente aşık olmayı en iyi kim anlar diye sormayın, ben onu tanıyacak kadar da şanslıyım. Benim canım kuzenim, barikanınkuyusundan bahsediyorum. Bizim böyle ölmeden önce yapılacaklar listemiz falan yok belki, ama ölmeden görülecek yerler, şu yaşa girmeden gidilecek yerler ve asla yanından yakınından geçirlemeyecek yerler listemiz var. Bunlardan bir tanesi de Beyrut'tu tabii.
Bunda en eskilerde çatışmaların şehri olması da çok etkiliydi, intifada zamanlarında filistinlileri ağırlaması da, bir de güzel sinemacıların güzel filmleri, güzel yazarların güzel kelimeleri de..
Ama sosyalizme inanıyorsan ve Türkiyeliysen kesinkes görmen gereken bir şehir diye inanmıştım zamanında, bizimkilerden oralara gidip savaşanlarımız/eğitim alanlarımız vardı ya.
Büyüdükçe de, yazar olmak istiyorsan Beyrut'u göreceksine inandım.
Bir şehir beni usta bir devrimci yapacak diye kurulduğum gençlik yıllarıyla, bu şehir beni yazar yapacak diye hayallendiğim olgunluk yıllarım arasındaki en büyük ortak nokta, ikisi içinde bir işe yaramamış olmasıydı.
Ama senin- yani insanın ötesinde o buruk ve hüzünlü kenti görmek, gerçekten nefes kesici bir deneyimdi diyebilirim.
"Hepsiniz siz mi yiyeceksiniz"
"Bunun porsyonu hali hazırda iki kişilik" vs.
Ve tabii ki zeytinyağında ikram edilen zeytinleri, dilimlenmiş domateslerin yanında limon parçaları, yeşillikleri kahvaltılarının demişbaşları bir de, kıymalı pidelerimiz, peynilirlisi de var...
Asık suratlı garsonlar, köşelerine çekilip ne kadarını yiyeceğimiz üzerine iddiaya tutuşurken, biz herşeyi silip süpürüp, mideyi indiriyoruz. Ben hayatın geziş moduna geçmişim yine. O İstanbul günlerinde eğer masada tam yağlı koyun peyniri olmazsa, olmaz İlke, sanki ben değilmişim gibi, 4 gün boyunca peynirsiz durabiliyorum anlayacağınız. Ve kafenin en güneş alan masasını kapma yarışı. Yüzünüze vuran güneşin kavurucu sıcaklığı da, o sevimsiz mart ayında hiç aldatmasın sizi, gölgede kalan sırtınız buz gibi kalıyor çünkü. Ve yukarıda görmüş olduğunuz kahvaltı seansının fotosu kesinlikle bir tanıtım reklamı değil :))
Neyse La Hamra'da kahvaltı, yok pazar gezmeleri, Gemmayzeh'de küçük alışveriş modları.. Bu arada, Beyrut'un göbeğindeki Gemmayzeh'de gerçekten diliniz tutulabilir. Çünkü tek tip binaların arasında dolanırken, hepsinin dünyanın en ünlü markaları olduğunu, hepsinin Avrupa ülkesine yakışır biçimde birbirine benzediğini ve bu sokak aralarında yürüyen insanların, moda dünyasını ne kadar yakın takip ettiğine hayrete düşebilirsiniz. Hemen hemen yalnızca hafif bir göz makyajıyla ve müthiş moda stilleriyle dünyanın en güzel kızları, Beyrutluları, bizi bile akşamları oturduğumuz taburelerden kendilerine hayran hayran baktırıyorlardı..
Ya ilk akşam ya da ikinci tam olarak hatırlamıyorum ama, yine gittiğimiz barda, barın en gürültülü, şaklaban adamının da Türk çıkması, kulağınıza küpe olsun. Kimsenin kimseyi rahatsız etmediği ve gönlünüzce vakit geçirip, rahatça evinize, otelinize dönebileceğiniz bir yaşam alanı mevcut bu şehirde. Ve otele dönüp başınızı yastığa koyduğunuz zaman aklınızda en çok bu şehirde zaman olmadığı kalıyor, bilesiniz. Çünkü gün içinde yapacak tonla şey bulurken bile, akşam yemek saatini kaçırmak istemediğinizde de, saatin farkına varamıyorsunuz.. Zaman hep aleyhinize işliyormuş hissi veren ve sanki istediğiniz şeyleri asla yapamayacaksınız diye tedirginlik duyduğunuz bir dünya var Beyrut'ta. Bir de sizi kendine hayran bırakan bir hava..
Sonunda Meryem anaya ulaşıp, ellerini duvarın üstüne dayayıp ağlayanları rahatsız etmeden kendi köşemize geçmeye çalışıyoruz. Başarıyoruz. Ben pek dua bilmediğim için, kendimce birşeyler mırıldanıyorum. Orada tanrıya inanmamak da biraz zor. Önünde uzanan manzara öyle ilahi görünüyor ki...
Bu işte bahsettiğim o manzara, Akdenizin güzelliklerle dolu şehri. Herkesi büyülüyor gibiydi. O yüzden o yükseklikten hem dua etmek, hem de tanrıya ulaşmak bir kıt daha kolaydı sanırım..
Günler hızla sona yaklaşırken, İstanbul'a gitmeden önce 3 gece 4 günlük Lübnan ziyaterinin hakkını vermek zorundasınız. Biz de öyle hissettik işte. İnternet avcısı, bilir kişi olan barikanınkuyusu sayesinde biz zaten bir belgesel hazırlamaya yetecek kadar veriyle bu ülkeye ulaşmıştık. Gezi bloglarındaki deneyime güvenmek için aslında hiçbir nedenimiz yoktu. Ancak onlar bize eğer yolumuz Lübnan'a düşerse, kesinlikle Jbeil'e gitmemizi ve yine hiç tereddütsüz Pepe'de oturup manzaraya karşı birşeyler yiyip içmemizi öneriyorlardı. Aslında gezdiğimiz sahil şeridi boyunca tüm mekanlar o kadar renkli ve göze hitap eder durumdaydı ki, biz bir süre hangisine oturmamız gerektiğine karar veremedik. İtiraf etmek gerekirse biraz da menülerindeki fiyat uçurumu bizi zorlamadı değil. Ama sonunda, buraya kadar gelmişken bari en iyisini yapalım da Pepe'ye gidelim dedik. Zaten yemek yemeyecektik. Aparetif birşeyler atıştırıp, birer bira içecektik. Aynen öyle yaptık. O canım mavi boyalı ahşap sandalyelerin keyfini çıkardık. Yan tarafımızda oturan turist kafilesinin (ingilizler) o kaymak aksanının ritmine de biraz kendimizi bırakmadık değil. İşte tam o sırada, bir araba konvoyu o dünyanın en küçük sokağından geçmeye çalışmasın mı? Ardı kesilmeyen bir korna gürültüsü ve patinaj sesleri üstüne, bıyıklı arap erkeklerinin tuhaf zenginlik gösterisi, bizim ingilizler bombayı patlattılar. "Size matters" :)) hepbaraber gülüştükten sonra yola devam tabii..
Ve bekayı görmeden oradan ayrılmak olur mu? Tabii ki hayır, bana kalsa sınıra kadar gidip, orada filistinli yoldaşlarımla da görüşmek isterdim ama.. olmuyor. Zamanımız kısıtlı. Neyse kuzenle bir minübüse biniyoruz. Üçbeş kuruş daha az vermek için ucuzlarından hem de. Süspansiyonsuz minübüs. ABD yapımı bir ortadoğu filminin içinde sanıyorum kendimi. Sarsıldıkça sarsılıyor araba ve yolun hiç sonu gelmeyecekmiş gibi. Bir tek ellerinde hayvanlarıyla binen yerliler eksik. Bu arada biz hariç herkes yerli.. Şöfor zaten eğlenceli biri, tik, takıyor bir mezdeke kaseti. Biz arka koltuğa inci tanesi gibi dizilmişiz. Her yol başından birer yolcu alıyoruz. Lübnan'da ülkenin içene doğru girdikçe müslüman nüfusun arttığını, aynı oranda, fakirliğin de arttığını görüp, asıl gerçek ortadoğu fotoğrafıyla karşılaşıyorsunuz. Aslında seviyorsunuz da söyleyeyim. Çalan mezdeki kasetine de çaktırmadan parmaklarınızla eşlik ediyorsunuz. O güzel ritmik dil, arapça doluyor tüm minübüsün içine ve camlar yarı açık... sallana sallana gidiyorsunuz. Ta ki yanınızdaki başörtülü müslüman teyze eliyle size camı tamamen açmanızı rica edene kadar. Kadının kucağında bir de çocuğu, iç cebinden bir sigara çıkartıyor, ben gözlerim sonuna kadar açık şaşkın şaşkın ona bakıyorum. Hiiç çekinmeden yakıyor bir sigara. Ve püfür püfür üflüyor teyze. Bir hoşumuza gidiyor ki, Elvan diyorum, ben de içirem le havle bela... Bir de hayatımda ilk defa iki üçkelime arapça bilmediğime burada üzülüyorum. Neyse... Vadiye kadar gidiyoruz. Baalbek'i görmeye. Beka'nın merkezine yani. En büyük antik kentlerden bir tanesini görüyoruz. Bu arada soluklanmak için minübüten indiğimizde birer türk kahvesi içiyoruz. Herşey yolunda. Sonra küçük lübnanlı arkadaşlar yanımıza sokulmaya bize hizbullah tişörtü satmaya çalışıyorlar. Ki en başta biraz da mesafeliler. Hizbullah diye gülümsüyerek suratımıza bakıyorlar. Yok diyoruz. Memleketimizi soruyorlar. Türkiye deyince işin rengi de değişiyor tabii. Ay lav Tayyip sloganı yükseliyor bacak kadar veletlerin ağızlarından, zıplamaya tayyip aşkını anlatmaya da anlatmaya başlıyorlar. Ne dersiniz? Biz de kibarca gülümsüyoruz. Evet mütiş diye onaylıyoruz. En iyisi mi gidip şu antik kenti görelim diye de kibarca yanlarından ayrılıyoruz, onlar da ne de olsa müslüman kardeşleriz diye olacak daha fazla ısrar etmemeye karar veriyorlar. Yolumuza devam ediyoruz. Bizim gezimizin askerlerin turuyla aynı güne denk gelmesi tabii en başta bizi biraz rahatsız ediyor. Ama onun da çok üstünde durmuyoruz. Bu kadar eski bir tapınağın, bu kadar yıla, savaşa, depreme rağmen böyle dimdik ayakta durmasına hayranlıkla şahit oluyoruz..
Atladığım başka kimbilir neler var bilmiyorum. Ama tam bir sene sonra da olsa sizinle bu güzel 4 günlük maceramı paylaşmak güzeldi. Ben de herşeyi tekrar hatırlamış oldum. Kuzenle bir daha kesinlikle oraya gitmeye söz vererek ayrıldık ülkeden. Ha unutmadan belki birgün birşey olurum. Tılsımlı olduğuna inandığım bir ülke Lübnan ve onun büyüleyici coğrafyasının tadı olduğu gibi damağımda kaldı.. Belki bakarsınız bir gün ben de oraya, iki üç satır birşeyler yazmaya giderim. Hoş olur :))Ve bekayı görmeden oradan ayrılmak olur mu? Tabii ki hayır, bana kalsa sınıra kadar gidip, orada filistinli yoldaşlarımla da görüşmek isterdim ama.. olmuyor. Zamanımız kısıtlı. Neyse kuzenle bir minübüse biniyoruz. Üçbeş kuruş daha az vermek için ucuzlarından hem de. Süspansiyonsuz minübüs. ABD yapımı bir ortadoğu filminin içinde sanıyorum kendimi. Sarsıldıkça sarsılıyor araba ve yolun hiç sonu gelmeyecekmiş gibi. Bir tek ellerinde hayvanlarıyla binen yerliler eksik. Bu arada biz hariç herkes yerli.. Şöfor zaten eğlenceli biri, tik, takıyor bir mezdeke kaseti. Biz arka koltuğa inci tanesi gibi dizilmişiz. Her yol başından birer yolcu alıyoruz. Lübnan'da ülkenin içene doğru girdikçe müslüman nüfusun arttığını, aynı oranda, fakirliğin de arttığını görüp, asıl gerçek ortadoğu fotoğrafıyla karşılaşıyorsunuz. Aslında seviyorsunuz da söyleyeyim. Çalan mezdeki kasetine de çaktırmadan parmaklarınızla eşlik ediyorsunuz. O güzel ritmik dil, arapça doluyor tüm minübüsün içine ve camlar yarı açık... sallana sallana gidiyorsunuz. Ta ki yanınızdaki başörtülü müslüman teyze eliyle size camı tamamen açmanızı rica edene kadar. Kadının kucağında bir de çocuğu, iç cebinden bir sigara çıkartıyor, ben gözlerim sonuna kadar açık şaşkın şaşkın ona bakıyorum. Hiiç çekinmeden yakıyor bir sigara. Ve püfür püfür üflüyor teyze. Bir hoşumuza gidiyor ki, Elvan diyorum, ben de içirem le havle bela... Bir de hayatımda ilk defa iki üçkelime arapça bilmediğime burada üzülüyorum. Neyse... Vadiye kadar gidiyoruz. Baalbek'i görmeye. Beka'nın merkezine yani. En büyük antik kentlerden bir tanesini görüyoruz. Bu arada soluklanmak için minübüten indiğimizde birer türk kahvesi içiyoruz. Herşey yolunda. Sonra küçük lübnanlı arkadaşlar yanımıza sokulmaya bize hizbullah tişörtü satmaya çalışıyorlar. Ki en başta biraz da mesafeliler. Hizbullah diye gülümsüyerek suratımıza bakıyorlar. Yok diyoruz. Memleketimizi soruyorlar. Türkiye deyince işin rengi de değişiyor tabii. Ay lav Tayyip sloganı yükseliyor bacak kadar veletlerin ağızlarından, zıplamaya tayyip aşkını anlatmaya da anlatmaya başlıyorlar. Ne dersiniz? Biz de kibarca gülümsüyoruz. Evet mütiş diye onaylıyoruz. En iyisi mi gidip şu antik kenti görelim diye de kibarca yanlarından ayrılıyoruz, onlar da ne de olsa müslüman kardeşleriz diye olacak daha fazla ısrar etmemeye karar veriyorlar. Yolumuza devam ediyoruz. Bizim gezimizin askerlerin turuyla aynı güne denk gelmesi tabii en başta bizi biraz rahatsız ediyor. Ama onun da çok üstünde durmuyoruz. Bu kadar eski bir tapınağın, bu kadar yıla, savaşa, depreme rağmen böyle dimdik ayakta durmasına hayranlıkla şahit oluyoruz..
Sevgiler...
gezgin kızım bu ne güzel anlatm.yazıyı okurken neredeyse bilet aramaya başlayacaktım , okurken gezdiğimi hissettim.eline sağlık.
YanıtlaSil