Direksyonda tuttuğu ellerinin üzerindeki lekelere kaydı gözü. Elini kucağına doğru götürüp, kot pantolonuyla temizlemeye çalıştı. Kendi kendine gülmeye başladığında, aklından hangisinin daha kötü olduğunu geçiriyordu. Lekeleri ellerinde taşımak veya pantolonunda? Karar veremedi.
Tekrardan iki eliyle sıkıca kavradı direksyonu. Dikiz aynasında asılı olan tespih başlığına baktı, Gülizar’ın hediyesi. Üçkağıtçı, depresif ve riyakar Gülizar diye geçirdi aklından. Onun için düşünecek güzel birşey bırakmamıştı. Gülizar’dan geriye kalan tek parça, ancak olabildiği kadar dokunulmazdı. Şevkle gülümsedi bu sefer. Zafer gülümsemesi, elini tespihe doğru uzattı, aslında her zaman, nazarlık takması gerektiğine inanmıştı. Nolursa olsun, insan kendine yapılanı unutmamalı diye düşündü. Unutmamak için onu oraya asmıştı. Kehribarın hurafeleriyle bir alakası yoktu. Tespih camdan yapılmıştı. Hani şu hepsinin içinde başka bir taş olanlardan. Bunda kehribar taşı vardı. İnsanı sakinleştirip, sükunete davet etmesi gerekenlerden. Bu taştan pek de nasibini almamıştı.
Saatine baktı. Kış mevsiminde hava erken kararıyordu. Karanlıkla bir alıp veremediği yoktu. İnsanın karanlığı sevmesi için kanla beslenmesi gerekmiyordu. Tabi yine de kanla beslenmesi, buna hiç de engel değildi. Ellerindeki lekelere baktı tekrar. Çok geç kalmıştı. Biraz fazla oyalanmıştı. Gülizar’ın ihanetini düşündü. Halbuki annesi onu daha küçükken uyarmıştı. İnsanlara güvenmekle ilgili. 30’una geldiğinde kuralı bozması büyük bir hataydı. Neyseki artık biliyordu. Elini tespihe uzattı. Camın pürüzsüz yüzeyinde dolaştı parmakları. Kısık bir sesle “unutmamak için” dedi. Onu çantasından son anda nasıl aldığını düşündü. Süet kahverengi çantasından zaten hep nefret etmişti. Kahve tonları, krem rengi, ten rengi, bej rengi hepsi aynıydı, bir sınıf sembolüydü onun için. Ne kadar da saçma diye düşündü. Dorenin saçmalıklarına uyan kitlelerin engelli beyinlerini anlayamamıştı zaten. Gülizar da dore beyinliydi.
Saat sekize geliyordu. Tam bir saat geç kalmıştı. Üst taraftaki gözü açtı. Rüzgar’ın resmi, kucağında Sevil vardı.
Sevgi doğuştan gelen bir his değildi onun için. Zamanla öğrenmişti. Sevmeyi değil, sevginin doğuştan gelmediğini zamanla öğrenmişti. Birileri hiç öğrenmeyecek kadar şansız olabilirdi. Sevil’in küçük suratına baktı. Kocaman gözleri masumca gülümsüyordu. Mutlu gibi görünüyordu bebek. Mutlu olmak diye mırıldandı. Omzunu silkti. Ne farkederdi ki? Hislere takılıp boğulmak ona göre değildi. İnsanların milyonlarca sahtekarlığının yanında onunki ufacık bir oyun kalıyordu. En azından çevresindeki herkes gibi kendini kandırmıyordu. Kendini tanıyordu. Daha da önemlisi kendini değiştirmek için diğerleri gibi çabalamıyordu. Bu pasif bir kabulleniş değildi onun için. Kim olduğunu bilmenin önemini yitirdiği bir zamanda, herşeyin kim olduğunla başladığını çok iyi biliyordu.
Gözünü kapadı.
O resmi oraya koyması ise belki hayatında kandırmaca olmayan ikinci şeydi. Adı sevgi değildi. Ancak anlamlandırılamaz bir aidiyetlik duygusu onu daha önce düşündüğünden çok daha fazla tatmin ediyordu. En azından ona ait ufacık bir dünyası vardı....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder